Bugün, babam yine annemin bileğini yakaladı. Dizlerimin üzerinde oturuyorum. En zayıf noktasını bulmak için çatlakları yokluyorum. Yumruklarım, eskisine göre daha kuvvetli, vuruşlarım daha etkili. Darbe aldığı yerlerde ufak da olsa çatlamalar başlayalı epeyce oldu. Sadece havadan ibaret olan küremde hava artık iyice azalmaya başladı. Çıkmazsam boğulacağım. Nefesim kesik kesik. Dizlerimin üzerinde duruyor, yumruğumu sıkıyorum. Dirseğimi kaldırıp mümkün olduğunca geriye alıyorum.
Körpe belleğim anıları depolamayı ıskalamamıştı. Babamın öfkeli azarlamaları, annemin cevapları, babamın annemi bileğinden yakalayıp sıkması, kıllı kollarından dışarı fırlayacak gibi olan damarları hafızamda dört yaşındaki yerini aldı. Avucunun içindeki narin bileğin parmakları, kesilen kan akışıyla, imdat çığlıkları atamayacak kadar kasılırdı. İlk atılan şamar, arkasından gelen “Dur! Yapma! Allah aşkına dur! Ahh!” nidaları, “Kes sesini! Sus ulan sus!” böğürmelerine karışırdı. Hıçkırıklar arasında yaşanan arbedeler bir zaman sonra yerini; zaferini sigarayla taçlandıran babamın kapı çarpmalarına, çekip gitmelerine ve harabeye dönmüş bir kadına bırakırdı. Annemin gözyaşlarının yüzünde akan kanları temizleyişi, -sarılıp teselli bulacağı kimse olmayınca- kendini kollarıyla sarmalayıp oturduğu yerde iki büklüm olup sallanışı, gördüğü ve göreceği eziyetlerin neticesiydi. İşte o günlerden birinde bu küre kendiliğinden oluştu. Dışarıyı çok net görebiliyorum ama kimse beni göremiyordu. Yeryüzü ve gökyüzünden farklı bir dünyada çıplak ve acizdim. Üzerime sinen, ruhuma sızan tanımlayamadığım şey karşısında kararsız ve ürkektim. Cenin pozisyonunda, ellerim kulaklarımda titreyerek uyumaya başladım. Uyudum, uyandım yıllarca ama değişen hiçbir şey olmadı.
Artık yirmili yaşların ortasındayım. Kürem uzun zamandır büyümeyi bıraktı. İçimde ondan kurtulmak için büyük bir arzu hissediyorum. Biliyorum, artık yaşlanmaya başladı. Ayağa kalkıyorum, iki büklüm oluyorum. İçine sığamıyorum. Meydan okuyuşum, hayallerime çok yakın olmam demektir. Endişelerimi cesaretimle sindiriyorum. Çuvallamamalıyım! Çığlığımın gücü, yumruğumla iş birliği içinde. Kaçıncı olduğunu bilmediğim yumruklarımı hızlandırıyorum. Ahhh!! Birden, sol elimi acıma şefkât gösterirken, soluğumu acımı hafifletmeye çalışırken buldum. Açılan yaralarım, binlerce parçalanmışlığımın bir kısmı sadece. Başımı kaldırıyorum, dışarıyı neredeyse görünmez kılan kan dolu manzaraya bakıyorum.
Aylarca süren karın ağrılarımın nedenini bir türlü anlayamazken, bir gün kürem kıpkırmızı oldu. Panikledim. Her yerime baktım ama hiçbir yerimde yara ya da acı yoktu. Bacaklarımın arasına eğildiğimde içimin kanadığını gördüm. Bedenim üzüntüden kan kusuyor sandım. Ellerimle kapatıp, kanın gelmesini engellemeye çalıştım ama nafileydi. Midem bulandı. Kusmaya çalıştım olmadı. Ölü hayvan kanı kokusu her yerdeydi. Küremle ya da kendimle hiç olmadığı kadar çok tartıştım. Dört beş gün o kırmızılıkla uyudum. Sonra kan birden kesildi. Aylar geçtikçe arada bir gelen kırmızıya da, kokusuna da alıştım. Annem de kanıyor muydu böyle? Endişe denen duyguyu bu düşünceler içinde tanıdım. Ya çıktığımda benim de bileklerimi sıkıca kavrayan birileri olursa, ya patlattığı dudaklarımla onu öpmek, çocuklar yapmak, yemek yapmak, tüm ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kalırsam… Öyle bir zamanlar da geldi ki kanın özgürlüğüne gıpta etmeye başladım. Bazen de vakit geçirmek için onu kullanmaya başladım. Çıplak bedenime kırmızıyla hayallerimi çizmeye çalıştım. “Şimdi de şuraya küçük mutlu bir ev ve mutlu bir aile çizelim.” diyerek, göbeğime, kollarıma, bacaklarıma çizmeye çalıştım ama bir türlü başaramadım. “Belki küreye çizmeli, ” dedim. Denedim. Kuruyan kan, parlayıp sönen yıldız kayması gibi hayal meyal bakışlarımın arasında kayboldu.
Gözlerimi kapatıyor, avucumdaki ve ağzımdaki dişlerimi sıkarak güç alıyorum. Çatlağa doğru oldukça sert bir darbe daha yapıştırıyorum. Çatırdama sesleri çığlığımdan da güçlü. Çizgiler yukarı aşağı, sağa sola zigzaglar çizerek yayılıyor. Başımı dizlerimin arasına alıp kollarımla korumaya alırken, sıktığım dişlerimle kırık dökük de olsa köklerimden güç almaya çalışıyorum.
Aynı olayların tekrarında geçen dört mevsim döngüsü küreme hiç uğramadı. İçerisi sürekli ılımandı, gece ve gündüz arasında hiç fark yoktu. Bedenim, hareket etme tutkusuyla, merakla, keşfetmeyle dolmaya, dişlerim ise dökülmeye başlamıştı. Boşalan damaklarımın çirkinliğini gören olmasın diye, kendi kendime gülmeyi bile yasak ettim. Annem, mor ve şiş dudaklarını başındaki yemenisiyle saklardı. Utanırdı. Etraftan soranlara da “Dişim çok ağrıyor, yanağım şişti” derdi. Arada bir dişleri eski yerlerine yerleştirmeye çalıştım ama tutmadı. Küremin, bana acıdığı için yenilerini hediye ettiğini düşünmeye başladığım süreç çok hızlı geçti. Yine de bir gün onlar da düşerse diye eskileri yanımdan hiç ayırmadım.
Değişen tek şey ağzımla kısıtlı değildi elbet. Bir yandan bedenimde de farklılıklar olmaya başladı. Göğüslerim ağrıdı, ağrıdıkça serpildi, ceviz büyüklüğüne ulaştı. Yüzümde zaman zaman canımı yakan sivilcelerin biri indi, biri çıktı. Önce koltuk altımda, sonra bacaklarımın arasında, kollarımda, dudaklarımın üstünde tüylenmeler, kıllanmalar devam etti. Derken cama yansıyan aksımdan sürekli kendimi seyreder oldum. Bu kadar değişim arasında en çok canımı sıkan ise yüzümün ortasında cazibeden uzak bir şekilde etlenen burnum oldu. Yüzümü nereye çevirsem artık her yerde annemin yüzünden bir parça görür oldum. Yemenisini başından çekip almak ve aynı utanç duygusuyla tüm yüzümü saklamak istedim. Korkuyla beslenen, beslendikçe şiddeti artan öfke krizlerimle yumruklarımın ve çığlıklarımın sayılarını artırdım. Boğuşmaktan yorulduğum bir anda ellerimi ağzıma götürmeye başladım. Tırnaklarımı ve etlerini kopardıkça içimde oluşan hoşlukla, dalıp gittiğimi, andan uzaklaştığımı fark ettim. Tırnaklarım yiyemeyeceğim kadar kısaldığında, canım yandığında susmamacasına ağlamaya başladım. Tıpkı annem gibi… Çaresizliğe olan nefretim o günlerden hatıra kaldı.
Biraz bekliyorum. Çatlaklar yeterince derin olmayınca, camlar birbirinden ayrılmıyor. Kasılmış vücudumu ayağa kaldırmak çok zor olsa da, tutunarak kendimi zorluyorum. Başım sertçe tavana çarpıyor, birkaç parça cam kırığı çıplak ayaklarımın üzerine düşüyor.
Küremin içinde aynı yerde koşmaya, her gün daha hızlı olmak için debelenip durmaya başladım. Koşarken mi yoksa duygularımı tanımaya çalışırken mi daha çok yorulduğumu hatırlamıyorum. Televizyon izlemek en mutlu olduğum zamanlardı. Allahtan küremin buna itirazı yoktu. Çizgi filmlerin, sinema filmlerinin içinde bir karakter olur, gidemediğim yerelere gider, göremediğim insanları tanır, şefkatle büyüyen çocuklar izlerdim. Bazen onlarla birlikte dağda bayırda koşar, bir süreliğine evden uzaklaşıp kaybolurdum. Evden kaçma fikri o zamanlar çok cazip gelirdi. Kaybolmayı çok sevmiştim. Memelerim büyüdükçe büyüdü, kalçalarım genişledi. Organlarımın her biri geliştikçe kürem de benimle birlikte büyüdü. Enerjim gitgide yükselmeye başladı. Artık dışarda olanları çok da umursamıyordum. Evde sesler yükselmeye başladığında kulaklarımda elektronik gitar ve bateriden oluşan orkestraya avaz avaz eşlik eden adamların sesleri geliyordu. Evde yaşanan anarşi arttıkça kürem de sesleri yükseltirdi. Zamanla çığlık atmanın başka bir halini duymaya başladım. Eziyet çekildiğinde değil, isyan edildiğinde atılan çığlıklar daha rahatlatıcıydı. Müzikle sallanan başıma ahenkle eşlik eden uzun siyah saçlarım özgürlüğün büyüsünü ruhuma işledi. Müziğin büyüsü azaldıkça, küremde sıkılmaya başladım. Daha fazla incinmekten ölesiye korkmama rağmen dışarıya çıkmak tek isteğimdi. Kolaylıkla dökülen gözyaşlarım kaybolmuştu. Küremi ittirmeye, yumruklarım kızarıncaya kadar vurmaya başladım. Çıkabileceğim tek bir kapı, aralık, ya da boşluk açılmadı. O zaman önlemler almam gerektiğini fark ettim. Düşünen varlık olmamın hakkını vermeliydim.
Kürem paramparça. Uğultusunu, şangur şungur inen parçalarını, etrafa sıçrayan her bir camı müthiş bir duyguyla karşılıyorum. Bu duygunun bir adı ya da tarifi yok. Bir kısmı üzerime toprak gibi yığılıyor. Her parçasından ayrı bir uğultu geliyor. Tenime saplanıp kanatanlar oluyorsa da canım yanmıyor. Bedenimde batık camlarla ayağa kalkıyorum. Yıkıntılar arasından geçerken, başım dik. Silkeleniyorum.
Yarı uykulu hallerdeyken, bazı günler annemi küremin başında, beni izlerken bulurdum. Sonra usul usul okşamaya başlardı. Kürem, etrafında gezinen ellerini tenimde hissetmeme müsaade ederdi. Mor yüzüne, kabuk bağlamış dudaklarına dokunmak aynı şefkati ben de ona göstermek isterdim, yapamazdım. Artık öfkemin bir kısmı, babamdan çıkıp anneme yönelmişti. Yıllarca, güçlünün güçsüzü ezdiğini izleyerek büyümeme neden olan durumun taraflarından biriydi. “Çalış, maaşın olsun, ayaklarının üzerinde dur, benim gibi olma.” derdi. Her şeyin bir formülü vardı da annem o formülleri görmeyi ya da uygulamayı neden seçmemişti hiç bilmiyorum. Tek bildiğim, bir günaha karşı koyması gerekirken, teslim olmayı seçmişti ve bu da günahı her gün daha çok beslemişti. Sırf bu yüzden, hem de ikimize birden, hayat berbat bir çöküş mırıldamıştı. Suçlamalarım vicdanımın sesiyle kesilirdi: Gelenekler hücresine atılmış, kimse de ona bir daha sahip çıkmamıştı.
Babamın annemin yüzüne indirmek için hazırladığı kolunu, havadayken bileğinden yakalıyorum. Kaslarım, akıl almaz bir şekilde o kıllı bileği onlarca boa yılanı kuvvetiyle kavrıyor.
Özlem Budak