Vakit sabahın dokuzunu gösterdiğine göre, kapı zili ha çaldı, ha çalacak. Bakın laf ağzımda kaldı, işte çalıyor. İlk hastamız geldiğine göre mesaimiz başlasın.

“Günaydın Nurten Hanım.”

“Günaydın.”

“Mantonuzun rengi çok güzelmiş. Mor ne kadar da yakışmış size.”

“Geçen hafta giydiğim yakışmamış mıydı?”

“O da yakışmıştı tabii ama bu yeni sanırım.”

“Evet yeni aldım, asalım da kırışmasın.”

“Verin bana asarım”

“Yok yok ben asarım. Başına bir şey gelmesin şimdi.”

“Verin dedim! İşim bu benim.”

“Buyrun oturun. Doktor Hanım iki dakikaya alacak sizi”

“İki dakika mı? Neden?”

“Tuvalette kendisi.”

“Bu beklemeleri sevmiyorum biliyorsunuz.”

“Bilmez miyim?”

Nurten Hanım, her geldiğinde Ayça’nın masasındaki yapışkanlı not kâğıtlarının bulunduğu kutuyu ve metal kalemliği ince ayar hizalayarak düzeltir. İşte! Bakın, gördünüz mü? Yine yaptı. Geçmişini koynunda saklayan, geleceğe hükmedeceğini sanan bir kadındır. Sürekli hareket halindedir ve etrafını daima kolaçan eder. Avuç içleri her zaman terli olur, nabzı ise ortalama yüz altmış atar. Zamanında taktığı iri küpeler kulak memesini neredeyse ikiye yarmış. Biraz kilo mu almış ne? İlaçlardandır belki. Sanki çok zayıfmış gibi şaşırıyorum. Tövbe tövbe! Yıllardır çok yavaş ilerleme gösterdi. Epeyce geç kalınmış tedavisine. Etrafında herkes huysuz, geçimsiz demiş, adını çıkarmışlar, kısmetini kapatmışlar. Ne evlenebilmiş ne de çocukları olmuş. Rahmi günden güne kurumuş. Kırk yedi yaşına geldiğinde feryadı figan olunca akıl hastanesinin yolu su yoluna dönmüş. Ee, yine de Allah’ın sevgili kuluymuş ki yolu İnci Hoca’yla kesişmiş. Koca kalçalarını, yaylana yaylana üzerime yerleştirmesiyle, bacaklarımda kan akışı kesiliyor gibi!

Güzeller güzeli Vadediş Tanrıçası, adımlarıyla tempo tutarak geliyor işte.

“Günaydın Nurten.”

“Günaydın Doktor Hanım.”

“Hadi gel bakalım.”

“Bu eski ahşap sandalyeyi de bir değiştirmediniz. Son zamanlarda çatur çutur sesler çıkarmaya başladı. Altımda kırılacak da, oram buram sakatlanacak diye korkuyorum.”

“Koltuklara otursaydın ya. Biliyorsun, o değişilebilecek bir şey değil.”

“O koltuklar fazla derin ve geniş. Yayılınca kalkamıyorum. Bunun süngeri de eskimiş. Tahtaları batıyor insana. Hazır el atmışken şu türbe yeşili, kadife yüzünü de değiştirseniz.”

“Gelene gidene yeşil ışık yakıyor bizim ki, fena mı?”

Türbe yeşili mi? Kuşkonmaz yeşili ayol bu. Şeytan diyor!.. Duyan da üç saattir oturuyor sanır! Alt tarafı üç dakika oturdun be kadın! Oh kahve de mis gibi koktu. Alp gelmeden kahve mevzusunun bitmesi, onu tam tekmil sessizlik içinde karşılamamız lazım. Zira geldiğinde, Ayça telefonunu kapatır, ayağındaki ayakkabıları çıkarır, çoraplarıyla kapıyı açmaya gider. Ben de çıt çıkarmamak için elimden geleni yaparım. Bunu bizden kimse istemedi tabii ama hastaya saygıdan onunla böyle davranmaya karar verdik. Bu kız Jung kadar asil.

Ayça, her gün son hastayı İnci’nin odasına alır almaz, telefonuna koşar. Sevgilisi Nihat’ın aşk cümlelerine; kumral kıvırcık saçlarından aldığı bir tutamı parmağına dolayarak, alt dudağını ısırarak ve çokça da kikirdeyerek karşılık verir. Bu kız sekreter olmak için doğmuş.

Böyle anlatınca sakın on sekizlik genç kız sanmayın onu. İki gün önce otuz beşinci doğum gününü kutladık. Gerçi yaşını söylemediğinde yirmi beş, bilemediniz yirmi altı. Gözlerine dikkatli bakınca, Nietzsche’nin şehlalığını görürsünüz. Mevzu iş olduğunda, sadakat, sükûnet, bilgelik, nezaket ve şefkat onun bedeninde bambaşka bir enerjiyle çalışır. Velhasıl bir eşi benzeri daha yoktur.

Kapı çaldı. Saat 10:45… Ayça ayakkabılarını savururcasına ayağından çıkardı. Kapıya yönelirken telefonunu kıstı. Etrafına bakınarak dudaklarını işaret parmağıyla mühürledi. “Şişşşt” İçeride sessizliğin sesi hâkim. Alp, soğuk havanın içinden kopup gelmiş. Büyük kulaklıklar, saçlarıyla uyumlu kahverengi mont, cılız bedeniyle örtüşmeyen sert yüz ifadesi. Zor durumda kalmadıkça kulaklıklarını çıkarmaz. Anladığınız üzere seslerle arası pek iyi değil. Özellikle höpürdetme, çiğneme, üfleme, kalemle oynama, masaya vurma gibi tekrar eden sesler, onun için vampirlerden farksız. Bu ses vampirleri, adeta kızgınlığının ar damarını çatlatıyor. Ayça’nın ayaklarını görünce yüzü gevşedi. Kulaklığın birini hafifçe geriye aldı.

“Erkencisin bugün.”

“Evet, biraz öyle oldu. Taksiyle geldim.”

“Tatsızsın.”

“Şoför, radyoda çalan müziğe, direksiyona vurarak tempo tuttu. İnci Hanım’a söz verdiğim için müdahale etmedim. Yol boyu kulaklıklarımı ellerimle bastırıp gözlerimi kapattım.”

“Sinir bozucuymuş. Biraz beklemen gerek içeride hasta var.”

“Sandalyeyi sana yanaştırayım biraz.”

“Nasıl istersen. Deri koltukları sevmezsin, bilirim.”

Bence bu çocuğun Ayça’da gözü var. Kızın naif, düşünceli tavırlarını, evde annesi yapmıyordur yeminle. Deri koltuk hikâye. Bir iyileşsin, kendine güveni gelsin, ilk işi bizimkine aşkını ilan etmek olacak. Freud’un enerjisini almış bence. Beklerken küçük not kâğıdını ve kurşun kalemi eline aldı. “Bugün sana bir sürprizim var,” dedi ve kâğıdı karalamaya başladı. Eliyle gizlemeye çalıştı. Zaman zaman başını kaldırdı Ayça’ya baktı, tekrar karalamaya devam etti. Bir ara öyle heyecanlandı ki titremesi bende küçük bir deprem etkisi yarattı. İşte bitti, nihayet! Zira daha fazla dayanamayacaktım bu baskıya. Kalemi masaya bıraktı, avucuyla not kâğıdının üzerini sıkı sıkı kapattı.

“Hazır mısın?”

“Evet, hadi merak ediyorum.”

Kâğıdı narince tutup, havaya kaldırıyordu ki… Hay aksi! Elinden yere düşürdü. Eğildi, uzandı, yetişemedi. Yerinden kalkmadan sol tarafa yüklendi, yüklendi, yüklendi. Evlat ne yaptın? Dikkat etsene? Ah! Kolum, kolum!

“İyi misin Alp? Hay aksi!”

“Çok ses oldu çook!..”

“Sakin, sakin!.. Canın yandı mı? Kulaklıklarını düzelteyim.”

“Tamam, tamam yok bir şeyim, iyiyim. Sandalyeyi kırdım galiba?”

“Dert etme. Alt tarafı sandalye”

“Ayça! O sesler de neydi öyle?”

“Yok bir şey İnci Hanım. Alp, sandalyeden düştü ama iyi, sorun yok.”

“Ben dedim ama size Doktor Hanım. Kırılacak dedim.”

“Tamam Nurten, demiştin!”

“Alp sen içeri geç, geliyorum şimdi!”

“Ona sandalye dedim ama umarım kızmadınız?”

“Dedin artık bir kere Ayça! Dur bi bakayım. Eyvah! Kolu kırılmış!”

Bana bak Nurten, zaten canım yanmış, sus be kadın! Bu hengâmede sesimi duyan oldu mu? Hah işte o duyduğunuz çatırtı, kırılan kolumdan geldi. Hani Ayça’nın dert değil dediği kolum. Ne de kolay söyledi.

Ustamın ellerinde ceviz ağacından oyularak can bulduğumda, henüz Osmanlı çökmemişti. Beklenen ya da beklenmeyen misafirler için her daim göreve hazırdım. Ne yemeklere, sohbetlere, mektuplara ve romanlara şahit etmişliğim var bir bilseniz. Şükran ve minnetle kabul ettiğim insanlar da oldu bugüne kadar, üzerimden fırlatmak istediklerim de. Varlıkları gittikçe azalan, eski topraklardanım sizin anlayacağınız.

Sadece bu da değil, ayrıca İnci’nin terapistiyim. Kendini çok dolu hissettiği zamanlar, tahmin ettiğinizden çok daha fazla. Her birini bütün çıplaklığı ile anlatır. Karşısındakinin konuşmadan derdini, gözlerine bakınca niyetini anlar. Kimine asaleten kimine vekâleten gülümser. Aslında çok yalnız. Çoğu arkadaşı kapıdan girer girmez derdini anlatmaya başlar. Hastaları bir nasılsınızı ona çok görür. Ee terapi ücretinin karşılığında tek bir kelime boşa gitmemeli öyle değil mi? Ölümle kaybedilenler, boşanmalar, ayrılıklar, işten çıkarılmalar, tacizler, tecavüzler, cinayetler… İnci’de en az hastaları kadar dağınık. Zarafeti, duygularının inceliğindendir.

Saatlerce anlatır. Sonra, önemsiz bir delilik nöbeti geçirir. O sırada bunca yıldır üstümden geçen insanların ruhlarını çağırırım. Alt tarafı odunum. Ne anlarım duygulardan, akıl vermekten. Etrafımızı saran ruhlar, koro halinde İnci’ye teselli sözcükleri fısıldar, onu benim aracılığımla bağırlarına basarlar. Sonsöz düellolarını duymanız lazım. Mahalle feryadı gibi.

Kapı kapandığına göre Alp gitti sanırım. Oh! İçim rahatladı. İnci birazdan benimle ilgilenir.

“Ayça, annemi odama getirir misin? Koluna dikkat etmeyi unutma!”

Zil yine çalıyor. Ayça ayağa kalkamadan, kapı sonuna kadar açıldı. Doktor Hanım, elleri cebinde koridorda volta atarken, sorumlu hemşire, cadı timsali suratıyla içeriye giriyor. Arkasından da yardımcısı.

“Hey millet, toparlanın! Ayça, masamdan kalkar mısın? İnci! Doktor Hanım’ın önlüğünü giyinmişsin. Hemen çıkar onu! Günlük eğlenceniz bittiyse herkes yemekhaneye. Sen de o kolunu düzelt! Ne o öyle kırılmış gibi tutuyorsun?”

“Bırakmıyorsunuz ki iki dakika insanlıktan çıkalım. Tamam, düzelttim.”

Özlem Budak