Edebiyatımızın değerli ismi Leyla Erbil’in Kalan romanı bir hakikat arayışının romanı olarak değerlendirilir. Her ne kadar yazarın kendisi de hakikati bulacağına inanmadığını metinde belirtse de arayışından vazgeçmeye niyeti yoktur.

“gerçi insanın hakikatinin bulunabileceğini sanmasam da pek onu aramaya çıktığımı itiraf etmeliyim size sevgili okurlar günah çıkartır gibi bir insanın günah çıkartırken bile söylediklerine inananlardan değilken yazmak böyle bir şey belki de hakikat diye bir şey olamayacağının bilinciyle hakikatin öznellikte mi olduğunu sorumlulukta mı insanın en temel varlığının kayboluşuyla yitip gittiğini mi toplumla senin yaratılışın oluşun arasındaki ipliklerde mi gerili durduğunu düpedüz özgürlükte mi olduğunu bilmeden” (Kalan, S:10)

Roman kahramanımız Lahzen’in çocukluğunda yaşadığı evi yapan Hacı Murat, taş ustası gizli bir hristiyandır. Lahzen onun, ondan daha iyi yapan ustaların var olduğunu bilmesi nedeniyle hakikatini ele geçirmeden ölenlerden olduğunu düşünür. Yazılan bir metnin hakikatinin ne olduğunu sorgular, yazarın mı metnin mi hakikati olduğunu düşünür. Sonra çocukluğunun anılarını deşerek hakikati çocukluğunda bulup bulamayacağını araştırır. Hakikati aramak onu deli etmektedir ki “deli edecek beni şu hakikat deli!,” (Kalan, S:110) diye haykıracaktır kitabın ortalarında.

Hakikatin peşinde yavaş yavaş akıl sağlığını yitirirken, şimdiki zamana gelir, hakikatin şu anda kavurmakta olduğu irmik helvası tenceresinin içinde mi olduğunu sorgular. Yoksa “senin hakikatin benim” diyen sevgilisi Zeyyat’ın kendisinde midir?

Neden hâlâ hakikatinin peşindedir, anlamlandırmaya çalışır, “ama bilmelisin,,, evet evet insan bilebileceği kadar bilmeli,,, gidebileceği kadar gitmeli …” (Kalan, S:162) diye yanıtlar kendisini. Okuyucusuna da laf atmadan duramaz. “hakikatimi elbette benim hakikatim sizi ilgilendirmese de eee ben de insanım değil mi” (Kalan, S:165)

Kitabın sonlarına doğru çocukluğunda bindiği ve kitabın başından beri birkaç kez övgü ve özlemle söz ettiği Hasan Amca’nın faytonunu hatırlar tekrar. “…pırıl pırıl, talikadan bile daha süslü bu fayton, hayatımın tatlı fotoğraflarından belki de hakikatimin vinyetlerinden biridir.“ (Kalan, S:187)

Leyla Erbil bütün kitabı boyunca Soren* ve onun ünlü kitabı “Korku ve Titreme”ye atıfta bulunmaktadır. Edebiyat dünyasında hakikatin peşinde koşan pek çok yazar ve onların etkilendiği pek çok filozof olduğu aşikârdır. Erbil neden başkasını değil de Kierkegaard’ı seçmiştir?

Varoluşçu felsefe İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tanınmaya başlanıp, ortalığı kasıp kavurduysa da onunla ilgili başlangıcı, yüz yıl kadar önce Kierkegaard yapmıştı. Bu nedenle kendisine “Varoluşçuluğun Babası” dendiğini de bilmekteyiz. Erbil başlangıç noktasından hareket etmeyi seçmiş olabilir.

İkincisi, Kalan’ın başkahramanı Lahzen’in bulunduğu varoluş alanlarının, Kierkegaard’ın “bireysel varoluş alanları” ile örtüşme olasılığıdır. Bu nedenle önce Kierkegaard’ın savlarına ve “Korku ve Titreme”sine bir dönmek gerekiyor.

Varoluşçuluk akımında insanın varlığının özünden önce geldiği düşünülür. İnsan önce var olur, sonra kendi özgür iradesiyle yaptığı seçimlerle özünü oluşturur, varoluşunu gerçekleştirir. Varoluşunu gerçekleştirirken tutku, seçim, yalnızlık, kaygı, özgürlük önemli kavramları oluştururlar.

Varoluşçu felsefeciler tanrıtanır ve tanrıtanımaz olarak iki gruba ayrılırlar. Tanrıtanır felsefeciler içinde olan Kierkegaard varoluş alanlarını dörde ayırır. İlk grup bireysel varoluştan önceki dönemdir ki büyük yığınlar bu gruba girer. Toplumun kurallarına ve beklentilerine uyarak yaşayıp kendi özlerini gerçekleştirmek konusunda herhangi bir çabaları olmayan gruptur.

Bundan sonraki üç grup bireysel varoluş alanlarıdır; Kierkegaard bunu da üç bölümde inceler. İlk alan estetik alandır ki kişi bu alanda, kendi bireysel haz ve acılarının peşinde yaşar. Toplumun kuralları pek umurunda değildir ve toplumsal fayda konusu gündeminde değildir. Don Juan ve geçen yıllarda önemli sansasyon yaratan Issız Adam filmindeki Alper bu alanda olmanın tipik örneğidirler. Ancak bu alanda uzun süre kalındığında kişi umutsuzluğa düşecek, bu umutsuzluk sonunda sıçrama yapabilirse ikinci alan olan ahlaksal alana geçebilecektir.

Ahlaksal alanda kişi artık başkalarına fayda verme, topluma katkı sağlama gibi rolleri de alacaktır. Toplumsal ahlak kurallarına uyacak, aklını kullanarak kendini adayacak, belli bir dengeyi sağlayacaktır. Estetik alanda insan dolaysız olarak neyse o ise, ahlaksal alanda insan kendi ne yaparsa o olacaktır. Kierkegaard buna evlilik ve çocuk sahibi olmayı örnek gösterir.

Son alan olan dinsel ya da tanrısal alan ise, insanın bireyselliğini bir tarafa bırakarak imanından en ufak bir tereddüt, şüphe, kuşku duymadan Tanrı için yaşamasıdır. Kierkegaard burada Tanrı’nın emriyle en ufak bir şüphe duymadan oğlunu kurban etmeye götüren İbrahim’i örnek verir. İbrahim emri alır, İshak’ı yanına alır, Moira Dağı’na gitmek üzere yola çıkıp üç buçuk gün süren bir yolculuk yapar ki bir tereddüte düşmek için oldukça uzun bir süredir.

Sıradan bir okuyucunun eşlik etmek isteyeceği bu yolculuk için Kierkegaard dört farklı senaryo oluşturur. Birinci senaryoda, İbrahim, İshak’a neden dağa gittiklerini anlatır. İshak onu anlamaz ve babasına kendisine kıymaması için yalvarır. İbrahim yüzünde vahşi bir ifadeyle, putperest olduğunu, bunun Tanrı’nın değil kendi buyruğu olduğunu oğluna söyler. İbrahim’in bunu yapmaktaki amacı oğlunun inancını kaybetmesindense babasını putperest sanmasının daha evla olacağını düşünmesidir ki bu davranışın sonunda İshak gerçekten Tanrı’ya sığınacaktır. Ama İbrahim yalan söylemiştir.

İkinci senaryoda her şey öyküde anlatıldığı gibi gelişir. İbrahim oğlu yerine koçu kurban eder ve geri dönerler. Ancak İbrahim Tanrı’nın ondan öngördüğü şeyi unutamaz, o günden sonra yaşlanır, gözlerinin feri söner, bir daha mutluluk yüzü göremez. İbrahim Tanrı’nın kendisinden istediğini yapmış olsa da sonra düştüğü mutsuzluk hali tam iman haline artık gölge düşürmektedir.

Üçüncü senaryoda İbrahim Moira Dağı’na tek başına gider, yüzüstü yere kapanır, günahını affetmesi için Tanrı’ya yakarır. Babanın oğluna yükümlülüğünü unutup İshak’ı kurban etmeye razı olduğu için af dilemektedir. Sonra daha sık yollara düşer, huzur bulamaz. “Sahip olduklarının en iyisini, hayatını uğruna defalarca feda etmeye hazır olduğu şeyi, Tanrıya kurban etmeye rıza göstermenin nasıl bir günah olduğuna bir türlü akıl erdiremiyordu.” (Korku ve Titreme. S. Kierkegaard/S Çev: Nur Beier S:32). Artık kuşku girmiştir ve tereddüt imanı gölgelemektedir.

Dördüncü senaryoda Moira Dağı’nda bıçağını çekerken İbrahim’in eli kararsızlıkla durur ve bedeninden bir titreme geçer. İbrahim bıçağı çeker ama İshak ondaki bu hali görür. Sonra eve dönerler, İbrahim oğlunun kendisini gördüğünü bilmez, İshak’ta yaşamı boyunca kimseye anlatmaz, ama İshak imanını kaybetmiştir. Kararsızlık imanı bir kere daha gölgelemiştir.

Her biri kendi içinde bir paradoks içeren bu senaryolardan sonra bizim hikâyemize dönersek; İbrahim, Tanrı’ya tam bir teslimiyetle oğlunu kesecekken koç iner. Kierkegaard’a göre; “İman Şövalyesi” diye nitelediği İbrahim, tutkuyla ama aynı zamanda kaygıyla, ama tam bir teslimiyetle, korku ve titreme içinde iman sıçramasını yaparak üçüncü alanda kendi varoluşunu gerçekleştirmiştir.

Fakat bir sorun vardır. Tanrısal alanda bir iman şövalyesi olan İbrahim ahlaksal alanda nasıl görünecektir? Ahlaksal alan için filozofumuz, ülkesi için kızını feda eden tarihsel figür Agamemnon’u örnek gösterir. Agamemnon yaptığı şey –ülke, vatan- uğruna ahlaksal alanda saygı ile karşılanabilmektedir. Ancak İbrahim’in yaptığının ahlaksal alanda bir karşılığı yoktur ve bu da İbrahim’i ilgili alanda bir cani konumuna düşürmektedir. Kierkegaard’a göre bu durum yaşamın paradoksudur.

Kalan’a dönersek; Lahzen ve arkadaşları gençlik aşklarını yaşamaktadırlar, hala ve annenin toplum kabulleri dışı ilişkileri vardır, sıradan, orta halli ailelerden gelen insanlar hep beraber farandola oynamaktadır, Rosa hamile kalır ve çocuğu aldırır, özetle bir kendi için yaşama durumu vardır. Kahramanlarımız estetik alanda oynamaktadırlar diye düşünebiliriz.

Derken, okuldaki bir derste kalemsiz kalıverir Lahzen ve sınıftaki kızlardan hiçbiri ona yardım etmeye yanaşmaz. Biri hariç. Sıra arkadaşı Rosa “çat” diye kurşun kalemini ikiye bölerek onunla paylaşır. Bütün romana damgasını vuracak olan bu “çat” sesi, kanımca Lahzen’in de başkası için yaşamayı ilk fark ettiği, kaygı duyarak bir üst alana, ahlaki alana geçtiği anı simgelemektedir. Lahzen evlenecek, bir yazar olma yolunda ilerleyecek, toplumla uyum içinde katkı sağlamaya başlayacaktır.

“Kalan”da dinsel alan muhafazakâr, katı kuralcı hala ile inançsız dayı tarafından temsil edilmektedir. Ancak halanın gene kendisi, kendi eliyle dinin kuralcı tarafını yıkacaktır. Hakikati arama ve varoluşunu gerçekleştirme sürecindeki üçüncü aşamaya geçişte Lahzen’in gitgelleriyle karşılaşırız şimdi. Öyle bir süreçtir ki sonunda akıl sağlığını kaybetmeye kadar götürecektir. Leyla Erbil her ne kadar faytonla ipucunu vermiş olsa da hakikatini bulup bulmadığını bildirmez bize, okuyucunun üzerine bırakır. Aynı şekilde kavrulan irmik helvası ipucunu verse de iman sıçramasını da yapıp yapamadığını söylemez bize. Dağınık ve hastalık aşamasına geçmiş bir beyinle baş başa kalırız böylece. Tıpkı Soren’in yaşamın paradoksunu ellerimize bıraktığı gibi, Lahzen’de karmakarışık kafasını bırakıp çekip gitmiştir.

Asil Şenol Topçu

*Danimarkalı filozof Kierkegaard’ın ilk adı.

Kaynakça:

Korku ve Titreme. S. Kierkegaard/S Çev: Nur Beier- Pinhan Yayınları

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/612412

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/565125

file:///C:/Users/Yasam/Downloads/Travmatik_Poetika_Leyla_Erbilin_Son_Meti%20(1).pdf