Metin
Kalan, tanrı’nın İbrahim peygamber’in inancını, oğlu ishak’ı kendisine kurban etmesini isteme sınamasıyla başlayan, kutsal kitapların tanıklığında kan kokan kökleriyle o günden bu yana kurbanın sürekli olarak kutsallaştırıldığı bir toplumda tavuk ishak’ın katledilişine tanıklık eden küçük lahzen’in hayatının hakikatini arama metni…
Lahzen’in dünya tarihiyle eş hayata dair sorularının ve yaralarının toplamıyla, metnin sonunda hayattan kendine kalanlarla gerçeği yeniden yorumlama ve benliğini yeniden oluşturma umudu…
Tüm yaşanmışlık ve sorgulamalarından sonra kocaman bir roman ve dünya tarihi içinde bulamadığı hakikati küçükken “taze vernik kokulu, pırıl pırıl, talikadan bile daha süslü bu fayton hayatımın tatlı fotoğraflarından belki de hakikatimin vinyetlerinden biridir.” diyerek ufacık taze bir fayton gezisi anına sığdıracaktır.
KALAN,
Yarı şiir, yarı şiirsel metin;
yarı bilinçakışı,
yarı haykırış, yarı kabulleniş,
yarı sonsuzluk, yarı ölüm
yarı her şey, yarı hiçbir şey,,,
Özsözcesinde ana karakter ve anlatıcı lahzen’in trajik bilince ve trajik sorumluluğa açıldığı, ancak kararı ve bahtın dönüşünü üstlenemediği bir metin olarak karşımıza çıkar.
Kitaptan yapılan alıntıda lahzen şöyle der, “kurulu düzene başkaldıran olarak başladın, kurulu düzenin bir parçası olarak yendin her şeyi,,, hala sanıyorsun,,, bil artık,,, hiçbir vakit değiştirilemeyen bir toplum modeli yaşıyor onun içinde,,, nefret ettiğin toplum modeli o,,, değiştirilemeyen,,, sofu,,, değişmeyi istemediği halde birilerinin zorla iyileştirmeye sıvandığı bir toplum modeli,,, uğruna savaşlar verilen,,, ölünen,,, canla başla değişmesine uğraşılan çürük bir toplum,,, sömürücülerinin elinde cılkı çıkmış,,, Sabit,,, onu da sen mi sömürüyorsun yoksa,,,” sf 211
“işte buradasın… bakır tencerenin önünde mutfakta,,,”
Lahzen’in hikâyesi, bilicinde tanrı katil! yargısına vardıktan sonra, tanrıya ölülerinin ruhları huzur bulsun diye helva kavuran kadının hikayesidir.
Yani tüm çelişkileri gitgelleriyle aslında bizim hikâyemiz; gelgit bilincimizden ve vicdanımızdan çaresizlikle koparılan sahte bir huzurla, tavanın başında tereyağıyla tavında kavrulmuş fıstıkların pembesinde,
Sadece anlık mutluluklara hapsolmuş.
Nitekim kitabın ikinci bölümünde lahzen’in eşi sabit karısının neredeyse bilincinin her parçasını deşeleye deşeleye bulduğu, keşfettiği hakikatlerine rağmen onun ölüleri için irmik kavururken geleneksel bir ritüeli sabırla gergef işlercesine yerine getirmesini ve tanrı’ya inanmadığını bildiği halde kendisinden de yardım istemesini hazmedemeyecektir.
Sabit: marx çok haklı, gelenek bütün şiddetiyle omuzlarına ve bileklerine çökmüş ortaçağ türkiyesi’nin! seni anlayamıyorum lahzen! apori, apori! zenon’un büyük çıkmazlar’ı,,, tanrı’ya inansan daha çok hoşuma giderdi; yaşlandı ve ölüm korkusu sardı da ondan derdim … sf 224
Romanın karakteri lahzen’in adının anlamı leyla erbil’in kendi deyimiyle göz ucu bir kere bakıncaya kadar geçen zamandır. Yazar, “kitabın tekniğine destek oradan geldi” dediğine göre ne demek istemiştir?
Yazar metinde asırlara ve yaşamların köklerine sığmayan hayatları, dünyayla ve kendi varoluşuyla ilgili derdini anlatmak için olaydan olaya atlayarak bilinçakışı tekniğini ve birçok anlatıyı bir arada kullanmıştır. Sürekli olarak bilinçte, anda ve zamanda sıçramalarla metin ilerler.
Bunun en iyi örneklerini sayfa 128- 132 arasında görebiliriz.
Karakterin yani lahzen’in gençliğine denk gelen savaş öncesi karartma günlerinin anlatıldığı sayfayı, evli bir kadın olduğu zamanların bilinç akışı takip eder; bir sonraki sayfada çocukluğuna gider, arkasından takip eden sayfada iki temmuz kayıpları geçer sloganlarıyla sayfadan boylu boyunca… Diğer sayfada bu kez evliliğinin öncesindeki lahzen vardır. Yazar lahzen’in bu beşe bölünmüşlüğünü bir sonraki sayfada yine onun çocukluğuna dönerek toparlar ama karakteri için oluşturduğu bu oyunlarla yetinmez, bu kez kurgu karakteri hayali lahzen’i yirmili yaşlarındayken gerçekten de o sırada istanbul’da yaşayan ilhan berk’le karşılaştıracaktır.
Bunun dışında,
İşkence sahneleri; şahidi maide suresi olan kızını diri diri gömen baba, oğul, solcuların katledilmeleri, 6-7 eylül olayları’nda camiye sürülüp yakılmak istenen rum halkıyla, ermeni olayları sırasında kilisede yakılarak öldürülen kadın ve çocuklara yapılan göndermeler; katledilen binlerce kürt adamın hayatımızda dolaşan hayaletleri, çocuklarının mezarını bulamayan anneler, nazilerin işkenceleri; başsız, ayaksız, elsiz cesetler… Altında müslüman mezarlığı olduğu için “piroman” sürüleri tarafından yakılan dram tiyatrosu dolaşır durur metnin içinde. İshak tanrı’ya defalarca farklı şekilde kurban edilir. Dayı ölümsüzdür, annesi fazla kırmızı, hala fazla cehennem, mahalle yaşam dolu ama fakirliğiyle kısır, deniz sonsuzdur, dünya saçmalıklar kurgusu.
Leyla erbil’in yaşamının, acılarının, kayıplarının kokusu sinmiştir kalanın içine. Bu, ciğerlerinizi sarmalayan is dokusu gibi tüm yaşananlar önünüzden acımasızlığı ve hatta bazen delice saçmalığıyla akıp giderken, nefes alamamanın ve bağırıp sesimizi duyuramamanın karabasanıdır, damağınızda ve belleğinizde acı bir bir tat bırakan.
Uğur çalışkan’ın travmatik poetika leyla Erbil’in son metinlerinde tanıklık ve ufukları adlı yüksek lisans tezi tezinde bahsettiği üzere “Madımak’ta yakılanlardan, füsun akatlı’nın ilk eşi metin altıok, erbil’in yakın arkadaşlarındandır. Füsun akatlı’nın ölümünden sonra leylâ erbil, akatlı’ya veda mahiyetinde yazdığı ve kendisinin sivas katliamı’na dair “kurmaca olmayan” tanıklığı olarak da okunabilecek açık mektupta füsun akatlı’nın 4 temmuz 2010’daki ölümünün nedenini soruşturmaktadır:
yargısız infazları seyretmekten, çorum, gaziantep, maraş olaylarını seyretmekten, ülkenin başını durmadan belaya sokan yeminli bir grup tüccar çetesine, din sömürücülerine dayanamadığından yani, kanser adını almış, nerede ise tüm ülkede metastas yapmış olan yozlaşmaya, çürüyüşe dayanamadığından da öldü. bu dediğim kimilerince ‘kader’ diye bilinir. ‘kader’in doğru yanı türkiye’de doğmuş olmanın zorunlu sonucu anlamına gelir. tıpkı maden kazalarında, trafik kazalarında, tersanelerde, kot taşlamada, çocuk istismarında, kadın katilliğinde, savaşta, hrant dink kaderiyle ölmek gibi ve her adaletsiz ölümde farkında olmadan hepimizin her gün biraz öldüğü gibi.”
Ancak Uğur Çalışkan’a göre “Travmatik poetika, bu anlamda, suikastlarla, kitle katliamlarıyla, gözaltında “kaybetmelerle”, darbelerle, etnik ve dinsel nefretle, kimlik [identitiy] politikalarının ve kimlikçi [identitarian] politikaların yükselişiyle, kapitalizmin ve cinsiyet rejiminin yapısal eşitsizlikleriyle dolu bir dünya ve Türkiye coğrafyası tarihini, bu tarihten kurtulacak şekilde temsil etmeyi başarabilmenin; bu tarihi olumsuzlayarak kat etmenin aracıdır. Bununla birlikte, travmatik poetikanın olumsal bir etik-politik önerisi yoktur. Bu üç metinde geleceğe yönelik “dünya vatandaşlığı”, “ortak insanlık durumu” gibi değişik isimlerle adlandırılan, politik olduğu kadar etik bir belirleme olan, kelime anlamıyla “komün-ist” beklenti içeriksizdir. Travmatik poetikanın geleceğe yönelik beklentisi çerçevesi çizilmediği, bugünün simgesel düzeni içinden belirlenmediği ve içeriksiz olduğu için olumsal bir öneri olarak ortaya çıkmadığı gibi, tam da bu yüzden mesihçi bir beklentidir. Travmatik poetika metinlerindeki mitolojik, tarihsel ve karakterler bağlamında inşa edilen kuşaklar arası ilişkiler aracılığıyla, mesihçi beklenti dünyanın yeniden açıldığı bir kopuş, devrimci bir hakikat anı olarak ortaya konmaktadır.
“Kalan’ da tramvatik hayat tecrübelerinin yanı sıra Erbil kendi deneysel dilini kurarken hâlihazırda edebiyat dilinde yapılan deneylerden de beslenmiştir. Erbil’in dilinde erken döneminden en son metinlerine kadar devam eden etki Ahmed Arif’le birlikte şiir düşünebilmelerini de mümkün kılan Nâzım Hikmet etkisidir. Nâzım Hikmet dizeleri Erbil metinlerinde sıklıkla tekrarlanır, şekil değiştirerek yeniden söylenir. Nâzım Hikmet’in şiir dilinin hem ses düzeyinde hem de hece, kelime ve ifade düzeyinde tekrara dayanan yapısında, devrik cümlelerinde, yadırgatıcı dize bölünüşlerinde ve duraklarında, uzatmalarında Erbil, histerinin edebiyattaki dilini temsil edecek bir imkân bulmuştur. Bütün bu etkileri toplayan Erbil’in dil deneyinde de en son metinlerinde, edebiyatı travma anlatılarıyla doğrudan ve yoğun bir ilişkiye girdiğinde şiir eğilimi güçlenmiştir. ” * (2)
Metnin tramva edebiyatı histerisini yansıtmak için kullandığı bu dil oyunları, yüzümüze vura vura ilerlediği tüm gerçekliklerin yanısıra aşk, sevgi gibi duyguları şiirselliğiyle paralel götürür zaman zaman; “o ahengin arasında Petrus amca’nın oğlu Eftim’in sesinin de sarılı olduğu gizli bir mektup havalanır konar ablamın dalgalı rugan kızıllıklarla donanan elmacıkkemiklerine” sf 5
Bizim ötekilerimiz, ötekilerin bizi; lahzen’in vangel’i, ablasının öpüşmeye doyamadığı eftim’i, rosa’nın yahudi olduğu için onu bırakan bahriyelisi, halasının sevgili balıkçısı andon efendi rum oldukları için “piroman” sürüleri tarafından bir daha izleri bulanmamak üzere sayfalardan sürülür, ve onların anıları yapışır kalır ablasının, kendisinin mutsuz evliliklerine…
Tüm olayları rumca bir şarkı sarıp sarmalar,
eho mono pono/yirise
bende acı kaldı sadece/ Dön geri * (1)
Yazar metinde uyguladığı diğer tekniklerle ilgili olarak, zaman zaman dilbilgisi kurallarını hiçe saymış bazen noktalama işaretleri hiç kullanılmamış, sf 87
“iki bin yılın balıkları kaçar unkapanı köprüsü’nden içeriye bir zamanlar bizanslı kardeşlerimizin geçimini sağlayan balıkların son torunları bizler ineriz dip mahalleye yosundan faytonlara binmenin gülüşleriyle sanki onun kadar yaşayacakmış gibi bakıyoruz galata kulesi’ne neşemiz yerinde zaman zaman sisli puslu ışığın yasla eridiği saatlerde ya da güneşin kızıl kanatları gerildiğinde kulenin âlemine son tepe katının manzalları üvezle kamaştığı anda neoroma’ da tüm mahalle iniyoruz balığa hep birlikte.”
oysa bu paragrafın devamındaki uzun anlatıda noktalama işaretlerinin kullanıldığını görürüz.
Ayrıca özel isimlere büyük harfle başlamayabilir ya da noktadan sonra cümleye büyük harfle başlamaz ki metin tarafımdan yorumlanırken de bu kuralsızlığa bağlı kalınmış ve hatta leyla erbil’in deyimiyle yeni bir düşünce ve yazım tarzını eski kurallarla yaratamayız kuramı gereğince tarz olarak da benimsenmiş, metini yazarken tarafımdan farklı deneysel çalışmalar yapılmıştır. Kalan metni hasta, deli ama o kadarda biliçli anlatıcının elinde şekilden şekile girer; hayatının içi içe geçmiş zaman katmanlarını anlatmak için acelesi vardır, kurallı anlatının ve dünyanın sığ suları ona göre değildir,,, üç virgülle bu hızlı akışa bizleri de kaptırır, öfkesini birçok sayıda ünlem işaretini arka arkaya kullanarak ifade eder. Karakterlerinin duygularını ifade ettirirken dilde bir sınırlamaya gitmez, formal dil küfüre dönüşebilir kolaylıkla, çünkü o an dilin en güzel ifade yetisi ancak böyle gerçekleşir.
Anlatı
Şiirsel anlatı
Öykülerinde olduğu gibi leyla erbil şiirsel anlatısında da kurmacalarıyla bizi zorlar, olaydan olaya, bir köşeden diğerine zıplar. Ancak bu anlamda kalan’daki olaylar mesela hallaç öykü kitabındaki öykülerden daha somut olaylardır, metaforlar okuyucuyu zorlasa da tarihsel izlekle anlatıcı ile yol arkadaşlığı kurar. Ama anlatılarındaki şairane akıştan vazgeçmez.
Sen hangi bilinçtesin lahzen
hangi göklerin bulutlarından yağdın
bu çorağa söyle.
son bilinç ölüm olacağına
ölüm anındaki bilincin bilinci yazılamayacağına göre
hangi kavşağındasın tinsel gerçekliğin sf36
Şiirsel metin
Anlatıcı lahzen’in anlatımıyla çocukluğunu yaşadığı fener halkı “Susarmaşıkları, suşakayıklarının abajurlarıyla örülü haliç’in kıyısındadır.” sf 87
Lahzen buradan “zamanın sessiz dalgalar halinde gelişiyle renk değiştiren denizin yutmaya koyulduğu hafif kızıllığı, yeşilliklerin dibinde saklanan zifiri karanlığı, sis dantelleriyle örtülü, uyku sersemi galata kulesi’ni seyreder.” sf 100
Lahzen’in annesi şehnaz’ın başucundan ayırmadığı değirmenim’den mektuplar kitabı doğanın saf, büyüleyici betimlemeleri ile doludur, bu kitaba atıfta bulunan leylla erbil’in bu anlatıma paralel bir anlatım sürdürdüğü görülür.
…kokusu yükselirdi yavaş yavaş toprağın pelin, kantaron, radika, papatya, bin bir çeşit ot, havada şeytanarabaları uçuşmaya başlar… sf 194
Ya çiçekler! Büyük mavi çançiçekleri, uzun çenekli kırmızı yüksek otları, içlerinden baş döndürücü özler taşan yabani çiçeklerden bir orman!
Değirmenimden mektuplar sf 33
Karakterlerin kendi kendine yaptığı iç konuşmalar
Lahzen: anlatıp duruyorsun; anlatmak istediğin bunlar mı,,, bunlarla nereye varacaksın bilmiyorsun? çocukluğundan umduğun bir şey var! hakikatin özünü oradan mı çıkarmak istiyorsun? .. hakikatin özü tözü sözü gözü; hakikat duran, bekleyen bir şey mi,,, hakikat hayatı kendimizin bir parçası haline getirebildiğimiz şey diyordu soren,,, bırak bu çıkmaz sokaklarda dolaşmayı,,, dinlen biraz,,, hastasın sen ilacını al …
Sabit : ( Lahzen için söyler ) Şu kadına bakın laf ebesi, hiçbir baltaya sap olamamış başıma kaldı benim,,, bunun neyine tutkunum bilmem ki,,, hiçbir işte dikiş de tutturamadı,,, erken emekliliğini aldı,,, gücü bana yetiyor ama,,,deli desen değil, akıllı desen hiç değil!.
***
küçüğüz küçücüğüz
Metnin bütününde şiirselliği sağlamak ve zaman geçişlerini kolaylaştırıcı nakarat olarak kullanılmıştır. Cümleleri devrik olarak kullanarak çocuksu bir ifadeyle küçüğüz kücücüğüz nakaratını güçlendirmiştir.
Ben koca bir kadındım artık ecele yakından, yaşama uzaktan bakan ama şimdi küçüğüz küçücüğüz deniz fenerinin ne demek olduğundan yok hiç haberimiz sf 82
Bu ışıltı ressam constable’ın zeytin ağaçlarının alt yapraklarını ışıtanın eşidir. ama şimdi ne constable’dan, ne yaprak altlarının akımsı yeşilinden var haberimiz küçüğüz küçücüğüz…
Nesnelerin konuşması,
Gog mogog adlı birbiriyle sinsice fısıldaşan ve bizim için “o zalimler” diyen iki çalıyı örtüp otağlaştırdığı
sürekli elleme kömür ellemeee! diye bağıran bir kömür sobasıyla yazarın büyülü ve fantastik bir o kadar da gerçekci, acımasız, tarihsel katmanlı bilicinin kızgın kumlar üzerinde zıp zıp zıpladığı bir anlatı dünyasına gireriz.
Galata kulesi’de gözlerini dikmiş tam karşısındaki Ayasofya’yı gözetler.dimdiktir ama karanlığın ömrünü bitiren gün ışığının ilk pembesi denize değdiğinde keşke ben Ayasofya sen Galata kulesi olsaydın, diye sessiz çığlıklar atar. sf 100
Metinde geçen imgeler ve metaforlar
Gog mogog
Her üç kutsal kitapta da adları geçen, genellikle cüce kabul edilen, bazen de dev ve garip görünüşlü olarak betimlenen yabancı halk.
Metinde var olmaları zaman zaman soyut ve somut illuminati, gizli servis, mit çağrışımı yaratıyor.
Küçük Lahzen’in gözünden gog mogog’lar, onları geceleri gizlice seyreden, gövdesi ağaç kafası, çengellerinin vantuzunu cama pavurya dayıyan yaratıklardır. Başlarına gelen bir çok olayı onların sinsi, örgütlü yapılarına bağlar.
“gog mogog”un arkasında hizalanan kalabalığın, yakın Türkiye tarihinin bütün özgün katliam enstrümanlarını elinde bulundurduğu görülmektedir. Bütün bu katliam enstrümanlarının çağrışımları öylesine kuvvetlidir ki tek tek kelimelerin Türkiye’nin yakın tarihinde hangi katliam, pogrom ya da linç girişimlerine işaret ettiği bile ortalama bir Türkiyeli okuyucu tarafından hemen anlaşılabilmektedir.* (2)
Gog mogog en önde yürüyordu, bütün evleri bastılar. sf69
Küçüktük küçücüktük henüz ne vangel’le eftim kaçmış türkiye’den, ne gog mogog’lar göçe zorlamışlar bizi. sf 81
Müzik
Metinde hep birleştirici ve sorunlardan kaçmayı sağlayan bir imge olarak kullanılmış.
Lahzen fener bölgesinde o zamanlar ne demek olduğunu anlayamadığı “rum küçük burjuvaları” denilen sınıfın kalıntısı birkaç aileden bahseder, bunların arasında türk olanlar çok azdır, olanlar da sökük dökük insanlardır ona göre. Hepsi de yoksuldur ve dans ve şarkılarla tutunurlar hayata.
Varsa yoksa şarkı; her evde bir başka ses:
“yirise … ” “night and day … ” “c’est si bon … ” “ayrılık belki ölümden beter … ” sf 90
Lahzen’in annesine göre (şehnaz) “Tanrı dans ve şarkıyı kötü şeyleri unutmamız için yaratmıştır, şarkı ve dans içimizi güzelleştirir; şarkı ve dans ölüleri de mutlu eder şarkı geçmişi gelecekle bir yapar,canlandırır,,,”
Lahzen “Babamı da canlı mı kılar diye sorar ,,, yüzünün yelkovanı durdu,,, onu da! dedi,,, sıkı sıkı sarılıp öptü beni sonra yere bıraktı sen de gel dedi ablama, bir iki üç başla! dedi. sağ ayaklarımızı vurduk mermere; kraliyet ailesine mensup birileri gibi üçümüz dimdik başlayınca farandola dansına dayı (yani dayı olarak anılan annesinin sevgilisi) sokağa çıktı.” sf 140
Farandola dansı
Farandola dansı lahzen’in annesinin evlerinin bahçesindeki sarnıçtan çektiği bir kova yaşam, neşe, geçmişin ruhu, kendini unutuş, dansın arkasında hayattan saklanış, kırmızı ayakkabılarıyla yere tıp tıp vurarak hayatından kendi rolü için çaldığı bir sahnedir.
Farandola* (3) lahzen’in anneannesinden kalan , annesiyle mahalleye yaygınlaşan bir danstır, kökleri greklerden gelir.
Belki herkes en özgün ifadesini o dansın içinde bulur ve kendi varlığıyla bir tek orada başkaldırır dünyaya. Annesinin yatak odasında başucundan ayırmadığı değirmenim’den mektuplar kitabında da farandola dansı hep kutsal bir erinç anlamında kullanılmıştır. Pazar günleri topluluklar gidilen değirmenlerden bahsedilir, oluk oluk akan misket şarabından . Eski püskü dantel elbiseleri ve altın haçlarıyla, değirmenci hanımları kraliçeler gibi güzellerdir, hava zifiri karanlık oluncaya kadar farandol dansı yapılır. sf 23
Yine değirmenim’den mektuplar’da avignon’un* (4) (lahzen’in ailesi geçmişte orada yaşamıştır. ) papalık döneminde neşe, hayat, canlılık ve şenlikler açısından onunla kıyaslanacak başka bir şehir olmamasından bahsedilir. “Sabahtan akşama kadar, ayin alayları, ünlü ve kutsal yerlere yapılan ziyaretler, çiçeklerle süslü, boy boy halılar asılmış sokaklar, …yukarıdan aşağıya bütün katlarda, dantel dokuma tezgâhlarının tiktakı, ayin kaftanlarının yaldızlarını işleyen mekiklerin gidiş gelişleri, ayinlerde su ve şarap konan tahta vazoları işleyenlerin küçücük çekiçlerinin tıkırtıları, çalgı imalathanelerinde göğüs tahtaları takılan çalgılar, kumaşların çözgü ipliklerini hazırlayan kızların ilahileri, üstelik çanların gürültüsü ve uzaktan, daima köprü tarafından gelen davul sesleri… Çünkü bizim orada, halk halinden memnun olduğunda mutlaka dans eder. O sıralar şehrin sokakları farandol için fazla dar olduğundan, fifre ve davul çalanlar, Ren’in serin rüzgârına karşı, Avignon köprüsü üzerine yerleşir ve halk da gece gündüz orada dans ederdi…” sf 51
Ancak farandola dansının bu yoksulluğu unutturan, bütünleştirici, erinç şölen dansı olma özelliği uğur çalışkan yüksek lisans tezin de farklı yorumlarla genişler, uğur çalışkan’a göre metinde farandola’nın ikili anlamı ortaya çıkar, ona göre burjuva devriminde şiddetin ve cinayetin hem aracı hem de örtüsü olan bir bastırma dansıdır. Lahzen’in, annesinin ve fener balat’taki cumhuriyet’in ikinci kuşağı sayılabilecek çocukların elindeki hali “erotik, narsist, mazoşist, saldırgan, edilgen, teşhirci” bir dans olarak nitelenir. sf 295
Kalan’da Farandola için bu iki özelliği görmekte mümkündür.
O hem çocukluk sevgilinizle evinizin taşlığında, akasyaların altında, annenizin gözetiminde erkek sevmeyi yeni öğrenilen günlerden birinde yapılan bir danstır … sf 48
Hem de lahzen’in aynı dansa metnin başka bir yerinde yaptığı göndermeyle, şiddet içeren bir dans. “Çocuklar hepimiz kendi huyumuza, özentilerimize, çekirdek karakterimize göre erotik, narsist, mazoşist, saldırgan, edilgen, teşhirci bir dansa dönüştürmüştük farandola’yı. “
Farandola dansı metnin birinci bölümünün sonunda tüm halkların katıldığı evrensel, ruhani müthiş bir gösteriyle göklere yükselir. sf 204
Annesi örerek salona astığı perdede, farandola figürlerinin hayaliyle kaplı çocukluk düşlerini betimlemiştir. Tırnaklarını yiyerek çocukluğunun tüm anıları canlanır gözünde ve sonra hayatın acımasızlıkları kalkar dinler bir yerden sızan ritmi huşu içinde, hafifçe rüzgârda sallanan perdede oynaşan dansçılar onu dansa çağırır. Kırmızı ayakkabılarıyla oyun ekibi olarak avignon’dan sökün edecek hısım akrabalarını aklından çıkaramadığı çocukluğunun halka dansçılarını bekler, onlarla birlikte bütün fener halkı çoluk çocuk sokaklara dökülür,,, çalgıcılar zurna, tef, dümbelek, keman, ziller ardından sanki dünyanın tüm insanları sökün eder evlerinin avlusuna, yurdun dört bir yanından yörükler, türkmenler, kara papaklar, yezidiler, zazalar, ermeni asıllı hemşinliler, laz asıllı hemşinliler, keldaniler, kürtler, purıamlar, çerkezler, kara kukuletalılar, burkalılar, kara çarşaflılar, mavi sarıklı adamlar, lenin kasketli, haki montlu, postallı gençadamlar, İsa yontusu taşıyan genç adamlar, azize heykelleri taşıyanlar ve azizeler; … iki kanatlı, dört kanatlı, altı kanatlı, oğlan melekler, kız melekler, kızoğlankız melekler hermafroditler doluşur içeriye,,, alman çeşmesi, tüm kaideler, saraylar, hipodrom taşlığın ortasından geçen spina üzerine yerleşir …sarnıcın kilitli kapağını açar dayı,,, işte o vakit egoların tümü sarnıçtan fırlayıp dağılır aralarına,,,
“… gözle görünmese de biz mahallenin bütün çocukları egolar egolar diye bağrıştık bir ağızdan,,, …dayı sarnıca sarkıttı kovayı, kovanın suya çarpışının sesi işitildi, ipi sarkıttığı yivden çıkarmadan çekti koyverdi, çekti koyverdi kovanın dolduğunu sezince ipi yukarı çekti. kırmızıydı şarap,,, maşrapalarla dağıttı,,, bize, çocuklara da verdi,,, biz de başladık içmeye,,, sarnıç kapağını yerine koydu,,,…”kızılcık kırmızısı kloş eteği, homerosrengi bluzu, kırmızı pabuçları, kırmızı dudakları, kırmızı tırnakları, kırmızı saçları, kırmızı bacaklarıyla insandan insana geçerek döne döne ateşten bir mil oldu annem maskeli kadınlar, kızlar, erkekler, herkes herkes çevresini aldı el ele tutuşup farandola dönüyorlardı oynadıkça oynadıkça taşlıktan ayakları kesiliyor yükseliyorlardı yerden,,, onlar yükseldikçe tavan açılıyor mavi gök içeri doluyordu,,, annemin eteklerine sarıldı ablam ben de ablama sarıldım ne olur gitme anneciğim diye bağırarak bir süre havada öylece döndük durduk,,,” sf 204
Uğur çalışkan tezinde olayı şöyle değerlendirir; Bu paragraftan bir öncekinde sarnıcın kapağı “ölü bir tarihin kapağı” olarak tarif edilmişken burada, “ölü suyun içinde soluduğu sarnıç” olarak tarif edilir. “Ölü suyu”nun anlamı ise hemen ilerleyen satırlardaki şarap simgesinde anlamını kazanır; sarnıçtan çıkan “ölü suyu” İsa’nın kanıdır. Dayı, şarabı çocuklar dahil herkese dağıtarak Mesihliği, taşlıkta toplanmış bütün bu ezilenler topluluğuna bölüştürür; böylece Mesihçi kurtuluş bir kuşak olarakda şarap aracılığıyla paylaşılmış olur. Bununla birlikte, ezilenler şarabı içerek “ölütarihin” ortaya çıkmasıyla mesihçi gücü, eyleme kudretini, egolarını yeniden kazanırlar. Travmatik olaylarla dünyadaki varlıkları yok edilen Ben’ler ile travmatik olayların etkisiyle silikleşmiş veya abartılmış Ben kurulumları geliştiren bütün bu topluluğun, tek tek tarihsel birer özne olma, Ben’lerinin travmayla bağlı olmaktan kurtulma anıdır bu aynı zamanda.
Erbil sadece bir edebiyat üretmez; bu edebiyatın dışına, dünyanın bedenine inşa ettiği kuramsal devrimci anlayışın mekânsallaştırma jestiyle davet eder. Bu anlamda pratik bir devrimci önerisi de vardır. Bu öneri karikatürize edilerek şu cümlelere indirgenebilir: İdeolojinizin ve birer ideoloji olarak kimliklerinizin keyfinden kaçın! Semptomlarınızdan keyif almayı bırakın; semptomunuzun ve keyfinizin katliamlar dolu tarihleri var! Kurtuluş için tarihselleştirin! Tarihi, yıkmak için yapın!” Çünkü tarih yazılımı galiplerin öyküsüdür ve şimdiki zamanın talepleriyle yüklenir. “Onu kendinizde değil, mekânda arayın!”. Dünyanın bedenini unutmayın ki trajik bir bilince, yeni bir simgesel düzeni kurma kudretine, mesih’i çağırma gücüne sahip olasınız!
Ya da kökenini benjamin’in mesihçi kurtuluş yorumundan alan ve mesihçi kurtuluş beklentisinde önceki kuşakların beklentilerinin temsil edildiği anlayışını imleyen “ölü tarihin kapağına dokunulması”nı ancak tokadı katliam iradesinin suratına atacak sorumluluğu sahiplenerek ” atabiliriz.
Taş
Lahzen için taşlar tarihsel belleğin izleğidir, ancak bu belleğin anıtlarının günümüzde düştükleri zavallılıkları, anlamsızlıklarını, değer bilmezlikleri hazmedemez; çöplükteki III. selim’in, hurdacı deposundaki fatih menzil taşları* (5) ona tarihe tanıklık eden taşları sorgulattırır, Kleopatra tarafından dikildiği de söylenen theodosius sütunu’na, taşın kendi üstüne yazdığı yazıtla* (6) yenilerek artık ulu efendileri firavunlara itaat edeceğini söylemesi belki onun bu tarihsel bellek yapıtlarına duyduğu saygıya saldırıdır. O taşların su sızdırmaz yapışmalarına, öpüşmelerine, gergef işlercesine o taşları işleyen süryanilerin, ermenilerin ve kürtlerin taş ustalarına, yaşamı benliğinde biriktiren taşlara hayrandır. Güç ereği taşlara duyduğu saygıyla onlar için akan kanları sorgular.
…içinden kan gölleri akmış colosseum’a,,, coemeterium’a,,, zeus tapınağı’nın inşasında kullanılan taşları taşocaklarından çıkaran yarı ölü kartacalı esirlere de aldırdığın yok sf 183
Heykelleri var o toplumların
unutturmayan geçmişi
sanat eserleri
toprağın altından üstünden fışkıran heykelleri sf 171
Mozaik
Lahzen’lerin evlerinin ön ve arka kapısına giden yollar çiçek desenli mozaiklerle döşenmiştir çocukken bu mozaikler onda hem hayranlık uyandırır hem de içindeki şeyleri merak ederek parçalama merakı… Yıllar sonra safrakesesi ameliyatı olduğunda ironik bir dille doktorundan çıkan taşı kendisine göstermesini ister, az tozunu yutmamıştım mozaiklerin diye ekler ancak içinden çıkan şey ibik rengi, ufalanan, yumuşak bir şeydir.
Uğur çalışkan’ın tezinde kalan’da karakterlerin bedenlerinden taş çıkardığı anlardan bahsedilir. ona göre bu erbil’in kendi yaratısı üzerine düşündüğü, kendi anlatıcılarının mesih olma çabasını deşifre ettiği ve bununla mesafelendiği yerlerdir. Ona göre bütün bir dünyanın, varoluşun, ezilenler tarihinin semptomunu, artı-keyfini, travmalarını kendi ürettiği metinlerde ifşa etme çabası yazarın gözüne de haddinden büyük bir peygamberlik, tanrıçalık iddiası olarak görünür. Bu noktalarda anlatıcı kendi artı-keyiflerini sökmeye başlarlar. Bu taşlar, benjamin’in bütün uygarlık belgelerinin aynı zamanda birer barbarlık belgesi olduğu yolundaki uyarısına uygun bir biçimde gibi “alçaklık taşları” ve aynı zamanda “tanrının taşları” olarak isimlendirilir. Lahzen’in kendisinin de itiraf ettiği tanrıçalaşma eğilimi ve “alçaklık taşları”nı yutmak, onlara bulaşmaktan başka bir sonuç doğurmamıştır.
Yosun
Belki gerçeklik ve hayal arasındaki sis… Gerçeği sarıp sarmalayan onu yumuşatan; yumuşak, esnek, doğal deniz kokulu büyülü derinlik. Mahalelinin binip dolaştığı yosundan faytonlar, babasının gür kara saçları, yosunlu gözleri belki de metnin sert gerçeklik duygusunun yumuşadığı yerlerdir.
İbik
Lahzen’in dayı dediği ancak annesinin sevgilisi tarafından kümesteki horoz ishak’ın kesilmesinde tevrat’taki ishak paygamberin babası tarafından kurban edilme sahnesine gönderme vardır. Lahzen tanık olduğu bu olay ve din adına kurban olan, ya da katil olanlarla ilgili sorgulamasından hayatı boyunca kurtulamaz ve metnin bir yerinde şöyle der,
“metin zaten daha çok soren’in savunduğu ibrahim peygamber’le oğlu ishak’a adanmış sayılır.” sf 94
Tevrat’ta İshak peygamberle ilgili anlatılan ikinci olay onun kurban edilmek istenmesiyle ilgilidir. Tevrat’a göre kurban edilmek istenen İshak’tır. Onun bu esnada kaç yaşında olduğu belli değilse de kurban takdimesinde nelerin gerekli olduğunu bildiğine ve yakılan kurban takdimesi için odun taşıyabildiğine göre (Tekvîn, 22/6) delikanlılık çağında bulunmalıdır. Yahudi tarihçi Josephus’un dediğine göre İshak yirmi beş, rabbilerin hesabına göre de otuz yedi yaşına geldiğinde (EJd., II, 482) Allah, İbrâhim’i denemek için sevdiği biricik oğlu İshak’ı Moriya diyarına götürüp bir dağ üzerinde yakılan kurban olarak takdim etmesini emreder (Tekvîn, 22/1-2). İbrâhim bu emir üzerine İshak’la beraber iki uşağını da yanına alarak Moriya diyarına gider. Yolda İshak babasına kurban edilecek kuzuyu sorar. Babası kuzuyu Allah’ın tedarik edeceğini söyler. Belirtilen yere vardıklarında ve İbrâhim İshak’ı kesmeye teşebbüs ettiğinde Rabb’in meleği müdahale eder, imtihanı başardığını bildirerek İshak’ın yerine kurban edilmek üzere bir koç verir. İbrâhim bu imtihanda başarılı olduğu için mübarek kılınır, zürriyetinin çoğaltılacağı müjdelenir (Tekvîn, 22/1-19)* (7)
Lahzen’in çocuk merakıyla izlemek istediği dayı tarafından ishak’ın kesilme sahnesi, ibiğiyle gagasıyla kesik başın, kütüğün öbür yanında yalvaran gözlerle kendilerine bakarken başsız bedeninde son kalan canla çırpına çırpına, kanlı halkalarıyla döne döne yere serilmesidir. O gün ishak’ın kanlı kolyesini boyunlarına takarlar.sf 85
Annelerinin beraber olmayı seçtiği kişi dayı; artık bir katildir, bir katil!
İçimde kanlı bir ibik dönüp durdu yıllarca,,, sf 140
Ah! nedense her fırsatta içimden hiç eksik olmayan ürkü, üzüntü, ve titreme!..
sanki ibrahim’in “tanrıya yakacağı” yavrusu benmişçesine … sf 186
Sarnıç– egolar
Geçmişte yaşamış benlerin yaşadığı, bir gün varolucakları günü bekledikleri ve ancak tüm halkların özgürce bütün olacakları gün, yer üstünün yer altının benlerini kabul edecekleri ve sarnıçın kapağı bilinçli olarak açıldığı zaman kuyudan çıkma cesaretini gösterecekleri bitimsiz yer.
Sarnıcın kilitli kapağını açtı dayı,,, işte o vakit egoların tümü sarnıçtan fırladı dağıldı aramıza,,,gözle görünmese de biz mahallenin bütün çocukları egolar egolar diye bağrıştık bir ağızdan,,, sf 204
KALAN’DA karakterlerin dili
ANNE
eski krallar düşünürmüşler bir gün başlarına gelecekleri; kopsi kefalit he?! kopsi kefali! .. eskiden krallar kendilerini korusun diye önce korurmuşlar halklarını!..”
ABLA
Bana bak yırtarım ağzını işitirsem bir daha
böyle konuştuğunu
son ve en yüce din bizimki salak
bizim kitabımızı indiren indirdi onlarınkini de
saklıyor önceki iki kitabı da kendi içinde
onlardan mı aşırmışlar yani?
çarparım haa dedi sf 18
LAHZEN
“şıllıklar” da dedim içimden onlara “derin şıllıklar”
(bu şıllık sözcüğü de halamızdan yadigardı bize,) sf 22
ANDON EFENDİ
“sayın hanumefendicuğum, göksu deresi burnumda tüter, oranın taşına toprağına, mezar taşlarına bilem kurban olanı. altına oturduğumuz o kestane ağacu aklıma gelince burnumun direği sızılar. oraya gelmeye neler vermem hanumcum. bize gavur deyip de ayıranların tanrı belasını verecek ve ben ölmeden evvel oraya dönüp senin yanına geleceğim. bizi neden kovdular, burada din kardeşlerimiz de bizi sevmiyor. bize ‘türk tohumu’ diyorlar hiçbir şey iyi gitmedi burada hanumcum, bir canımız emniyette. capcanlı dipdiri balığımı elleriyle kıskıvrak yakalayan hanumumun ellerinden öperim. hacı andon.” korkuyla mektubu mendile sarıp yerine koydu ablam. sf 186
DAYI
-vay keraneci! ne bileyim babası olacak p .. t öyle söyledi. kandırdı bizi itoğlu it! çocuğa yaklaştı iyice. şimdiye kadar neden hiç sesin çıkmadı ulan hırbo dedi.
şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemeden bakındı bir süre,,, çocuk geldiği andaki yüzle sırıtıyordu gene … sf 198
TEYZE
halayı köşede kurum kurum kurulurken görünce, durmuş bir an yüzü kızarmış, gitmiş yanına sen mi geldin vre, diye bir tokat indirmiş suratına, çağırmadın bir gün bile talikana be mendebur karı demiş halaya, sf 200
LAHZEN -SABİT
al canım nejkafeni,,,
gene j’leri kullanıyorsun seni üzdüm mü yoksa,,,
yok canım j’li mi konuştum,,, hem j neden kızgınlık olsun,,, sf 215
Anlatıda anlamın kaybolması- unwording
Annem ona “dayı” dermiş, “dayı” da anneme “dayı” dermiş; konuşurlamış aralarında anlayamadığımız bir dille dayı-dayı-dayı-dayı … damladığında kulağımıza kimi sözcükleri tek tük-tük tek-tük küt-küt tek; o onun ablası mı kardeşi mi çocuğu mu bebesi mi; o onun ağbisi mi babası mı oğlu mu? sf 73
Biz bu masalı çok dinlemiştik halamın takma dişleri arasından kat kut tuk ara nağmeleriyle çocukluğun evreni kavramaya uğraştığı o zor günlerde sf 92
“şüphe yok ki allah (c.c.) -tak tak tak,,, tuk taka tak-,,,her şeyi bilendir,,, dilediğine mağfiret eder, dilediğine azap,,, -kat kut kat- herhalde hepimizin tanrısı bir tanrı; başka tanrı yok, ancak o! o rahman-ı rahim,,, allah her şeye kadir,,, alim ve hakim … ” sf 93
Kadın dili
Kadın dilinde anlatım açısından kalan’a baktığımızda aslında Lahzen ve annesini kullanılan dil üzerinden tanımlayabiliriz. Lahzen’in hayatının tüm dönemlerine sirayet eden erkekler, kadının bireyselliği, varoluşu, cinselliği üzerine dili gayet nettir. Halasının erkeklere çükün karşı cinse bir ceza olarak takıldığını söylemesine rağmen tersine allah tarafından kadına da zevk verme görevi olduğunu öğrenecektir ablasından ve epeyi deneyim sahibi olduktan sonra da erkeklerine sünnetin kadının alacağı zevki eksilttiğini söylecek ve en entellektüellerinden bile hiddet görecektir. Kendi çözemediği labirentine erkeklerin girmeye çalışmasını anlayamayacaktır. Aşık olduğu erkekle birlikte olmayı “yedi katından ötesine göklerin, mızrabın usulca titreyişi her bir hücrende” diyerek tanımlayacaktır, asıl ayrılık ise dalavereci zeus’un tanıklığında ida dağları’ndadır. Bazen acımasızca eleştirecektir “eril taassubun uysal tiryakileri kadınları”, “romantik ve sömürgen bir hayal gücünü kutsallaştırıp tapan eril taassubun şehvetlileri” diyerek.
Bazı anlatılarda istanbul dev bir kadın vücuduna dönüşür, haliç’in buzul çağının sonunda suyun toprağa bir hançer gibi saplanması ve toprağın yarılıp uysalca suyu içeri almasını vajinaya benzetir. Cumhuriyet de doğu dedikleri imparatorluğun vajinasından forsepsle çıkarılmıştır, bu yüzden bunca yıl belini doğrutamaz.
Toplumsal davranışsal kadın kodları izleğinde, Lahzen’in annesi
Lahzen’in annesi (Şehnaz) , küçük bir kızın kabarık ipekli elbisesini kocaman kurdelesini başına takan gencecik annesini, babasının onu öperken yüzüne takılan posbıyıklarını, farandola figürlerinin hayaletiyle kaplı mutlu çocukluğunu -ören bayan marka iplik ve 70 numara tığla- elleriyle ördüğü oturma odasının perdelerinde yaşayan bir kadındır. Lahzen tarafından hep kırmızı renklerle, kadınlıkla özleştirilmiştir; migren ağrıları ve yediği tırnaklarıyla hayata dayanamadığı anlarda anılarına, müziğe, dansa sarılan…
Annesi bol köpüklü nefis kokulu “puro” sabunuyla yıkanmış yüzünü tuvalet aynasının çeşitli açılarında döndüre döndüre inceleyen, ufukta kaybolan kuş topaklarını andıran ponponunu bandırmış tokalon pudrasına hafifçe üfleyerek ponponla yüzünü ölü beyazlığına bürüyen, fox marka fes rengi rujuyla dudaklarını fiyonklamış, rastık çekmiş, kömür maşasıyla buğday renkli buklelerini tazelemiş, her zaman giydiği kırmızı farbalalı eteğinin üstüne, memelerini sutyen gibi sıkan, dekoltesi düşük, homeros rengi yakasız bluzunu geçiren, (kızlarının) aşığı olduğu yüzüne baktıra baktıra, “her kadın venüs kadar güzel olabilir bunu unutmayın” diyen bir kadındır. sf 145-146
Ne vakit aynalı pasajı düşünsem
aklıma annemin tuvalet masası
aynadaki annesine durmadan uzanan
kavuşamayan bir bebek gelir sf 165
Annenin küçük kızlarını yanına alarak pera’da yaptığı alışverişler onlar için ilerde bir kadın olarak yaşamaları gereken hayatların toplumsal izlekleridir aslında. Beyoğlunun yaşam kokusu fener’e göre daha yüksektir, şık apartmanları, şatafatlı vitrinleriyle. Annesi oraya giderken kendini tavusun pırıltılı, şeritli, püsküllü kuyruğuna dönüştürür.
Annelerinin kumaşcıda beğendiği kumaşlara sarılıp büyük boy duvar aynasında kendini, döne döne süzmesi; tezgahtar adamın çok yakıştı size bayancığım,,, ama bir de şuna bakın,,, demesi; “iyi bir fiyata kestirir iki metre seksen santim, emprime paketini! sanki elindeki yere düşürmekten korktuğu kırmızı figürlü bir attike kasesiymişçesine özenle tutarak çıkar mağazadan büsbütün güzelleşmiş yüzüyle,,,” .sf 151
Her ilkbahar bir emprime elbise diktirir havva teyze’ye; “emprime, kadın tenidir” der bize; “çiçekli, tomurcuklu, misk kokulu emprimesiz kadın kadın değildir! ” sf 149
Erkeklerin zamparalığından dem vurur, kızlarının ne kadar çabuk iftiraya uğrayabileceğinden, kızlar bu işlere çok dikkat ederek yaşamalıdır, çünkü düşmanları çoktur.
Belki de o hiç dilinden düşürmediği vedet şantöz sofi vembo’dur içindeki, ama şimdi küçüğüz küçücüğüz sığmıyor aklımızın içine annemiz… sf 154
Dayı dediği annesinin sevgilisini babasını silerek sömürü savaşlarından arta kalmış tek başına kalmış biri gibi acıyıp sevmesini affedemez. sf 174
Daha küçükken annesinin varlığından kurtularak kendi varoluşlarını ilk defa farandola’yı bedenleriyle yorumlarken gerçekleştirdiklerini söyler.
Oysa lahzen’in annesinin sadece kadınlığıyla varolmasıyla derdi vardır. Annem “iyon mağazası”na girmiştir,,, annemin soren’i (soren kierkegaard)* (8) bilmemesi ne güzeldir,,, hiçbir şey bilmeden yaşamak ne güzeldir,,, insanın kendi olması için hiçbir şey öğrenmemesi mi gerekir,,, ücra köylerde büyüyen,,, kenti hiç tanımamış, orada doğup orada ölmek ne güzeldir kim bilir,,, denize salıverilmiş boş sandal,,, annem farandola seven bir kadın sadece,,, belki de kendinde kendidir,,, sf 150
İronik dil
Leyla erbil kurulu her düzenle çatışmıştır, aslında düzen bir sözleşmeyi gerektirir, sözleşme bir yaptırıma dayanır ve yaptırımın olduğu her yerde şiddet vardır.
Her sözleşmenin yalnızca sonucu değil, kaynağı da şiddete işaret eder. İktidar, sözleşmede şiddet yoluyla hukuka uygun biçimde devreye sokulmadığında, hukuk kuran şiddet, sözleşmede doğrudan yer almasa bile, sözleşmeyi güvence altına alan iktidar da şiddetten doğduğu için sözleşmede temsil edilir. (…) [H]er türlü açık şiddeti reddetmek bile, şiddet mantığının bir ürünüdür, çünkü uzlaşmaya yönelik çaba kendiliğinden ortaya çıkmaz, dışarıdan, karşı-akım tarafından motive edilir. Zira ne kadar hür iradeyle kabul edilmiş olursa olsun, hiçbir uzlaşma zorlayıcı niteliğinden ayrı düşünülemez. (Benjamin, 2010, s. 29-30) *(2)
İronik diliyle her şeyi aslında büsbütün karşımızda duran saçmalıklarıyla eleştirmiştir. Din bu anlamda en çok darbeyi alacaktır onun anlatımında çünkü din kisvesi altında tüm yapılanlar kutsallaştırılır. Oysa ona göre, dünyanın bütün tanrıları gaddardır. Nedir bu yapılanlar ?
Baba oğul kızlarını diri diri gömdüler,,,
gömmeyi de kargadan öğrenmişler,,,
“derken allah bir karga gönderdi; yeri deşiyordu ki ona kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstersin! eyvah! dedi; şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtemedim ha! artık pişmanlığa düşenlerden olmuştu. “
(maide suresi, 31) sf 98
“Samsun amasya’da gördüğü rüyanın etkisinde kalan bir adam iki çocuğunu pencereden attığı gerekçesiyle gözaltına alındı. ruhi bunalım geçirdiği sanılan adam, hz. muhammed’i rüyamda gördüm, bana çocuklarını aşağıya at, dedi (aa). ” sf 104
Günah çıkarmaya inanmaz, Esavların tanrıya günahlarından arınmak için yalvardıkları ağlama duvarı sadece bir duvardır.
İbrahim peygamber katilse,,, sen de,,, ah hayır bu kaygılarla uğraşma,,, hem ibrahim peygamber neden katil oluyor,,, ona “ÖLDÜR” emri tanrıdan inmedi mi? tabii ya hep şu haplar yüzünden,,, hiç aklıma gelmemişti bu,,, o efsanedeki KATiL TANRI! TANRI KATiL! KATİL TANRI! ohhh! KATİL TANRI! sf 216
Tevrat’ta geçiyor birkaç yerde,,, hangi oğulu öldürdüğü,,, önemli değil ki,,, baba evladını tanrı istedi diye kesti dedim size,,, sf133
İmanın diyalektiğiymiş! “imanın diyalektiği” tanrı mı? imansızlık mı? saçmanın inayeti mi? inayetin saçmalığı mı? sf 126
Osmanlının “hurma ve palmiye yağıyla ovulmuş sakala inci dizecek cömertliğe ulaştırdıkları devlet-i osmani’yi ayet yüzlü oğlanlara koklatıklarını söyler”, “ciğeri beş para etmez fettan cariyelerin cilvelerine kapılıp arabistan’dan viyana kapılarına dayanmalarından” bahseder, “Aziz sultasını bu kubat erkin” diye ekler, sf 14
Yüz binlerce alevi kürdü’nü ya da kızılbaş’ın doğranmasından dem vurur; sahipler, kullar, esir pazarları, cariyelerle osmanlı’nın roma’nın eşi olmasından bahseder.
Solcularla da derdi vardır, cumhuriyet’le de,
sol yumruklar havada
ve fakat
o gün bugündür
neden suskun
kutsal ve yoksul kalabalığımız
dut yemiş bülbül
seyretmekte küflü gözleriyle
sehpaya gönderilenleri
Ölü ve yaralıların listesi asılı kent duvarlarına
resimli ölü otobüs tabutları
Ve katliam, çocuklara yapılan eziyetler, işkence gibi seyirlik oyunlara alışmış halkla;
kitle kültürünün
gizil ahlakımızın yöneticileri
toplum
halk
işkence adlı
seyirlik oyuna alıştırılmış
birtakım fırlamaların
nutuklarını dinliyor
ağız açık
nutuklar
sözcükler
sözcükler
tekrar tekrar sözcükler
giderek zorba ve hain yıllar
yerlerini replikalarına terk ederek
kendi cellatlarına oy veren ahmaklaştırılmış halk
o halkın evlatlarının
cezaevlerinden yükselen
sonsuz çığlıkları
sürüp gidiyor
bunca yıl
dinmeden
sürüp gidiyor
yeter diyemeden
korkuyu perdeleyen
şükür ve hamt duygusuyla
hamt sürüngenleri olarak
yaşayıp ölecek
dibinde yeni ölüler
kutsal alışveriş merkezlerinin.
korku ve titreme içinde
kierkegaard gibi
patristik dönem ruhu
depreştiriliyor bile bile
güle oynaya
göbek ataraktan
bade süzerekten
inci dizerekten sf 53
Son söz
Lahzen saçmalıklar üzerine var ettiğimiz dünyamızı ve inançlarımızı “tabletler, çiviyazıları, başı türbanlı saygın mabet fahişeleri, bir bakışla gebe kalan meryem, güneş ışığından gebe kalan, ay ışığından gebe kalan, yasak meyveden gebe kalan kutsal erkek ve kadın fahişeleri dünyanın, tanrıyla sohbete çıkan babil kulesi, yerle bir ediciler nabokadnezar …” diye eleştirir. Artık hiç felsefe kitabı okumayacağım, kendim yeni baştan kuracağım dünyayı der ama çok iyi bilmektedir ki en baştan başlamak olanaklı değildir belki de daha da korkunç olan şudur;
Yeniden başlandığında gene aynı yere gelecek insanlık,,, colosseum,,, coemeterium, piramitlere, ziggurata, rubrov’un çanına, tevrat’ı yeniden yaratacak onunla birlikte yeniden sınıflı toplum,,, oratoryolar,,, requiem’ler,,,başka bir ibrahim peygamber’le ishak,,, sf 183
Bu tekrar tekrar yaşanacak döngüsel oyun içinde hayat sadece anlamsızlıklar sorgusundaki anların dansıdır belki de.
Şaheser YILMAZ
1- Tüm olayları rumca bir şarkı sarıp sarmalar,
eho mono pono/yirise
bende acı kaldı sadece/ dön geri *
2- Travmatik Poetika: Leylâ Erbil’in Son Metinlerinde Tanıklık ve Ufukları [Traumatic Poetics: Witnessing and Its Horizons in Leylâ Erbil’s Last Texts], M.A. Thesis, Boğaziçi University, 2018.
3- Farandola dansı
4- Avignon
https://www.hurriyet.com.tr/seyahat/papalar-kenti-avignon-40226353
5- Menzil taşları, diğer bir deyişle “nişan taşları” eski Türk okçuluğunda uzun mesafe atışında rekor kıran okçunun anısına, okun düştüğü yere dikilen, üzerinde atıcının adı ve tarihi yazılı olan anıt taşıdır. Ok atan kişiye ise “kemankeş” denilmektedir. Ancak günümüzde denetimsizce yayılan şehirler ya da başka bir deyişle gelişmiş kasabalar içinde etrafını çevreleyen balkonlar, caddeler, viraneler arasında artık anlamlarını yitirerek, tarihsel tanıklığa duyulan saygıdan çok insanda anlamsızlık ve zavallılık duygusu uyandırmaktadırlar.

6- önceleri ulu efendilere itaat etmek zordu (ama)
ölmüş tiranların üstünde zafer çelengi taşıma(m) emredildi
her şey boyun eğer theodosius’a ve onun sürekli soyuna
böylece otuz iki günde yenilip
praefectus proclus’un döneminde yüksek göğe doğru kaldırıldı(m)
7- Hazreti İbrahim
8-Soren Kierkegaard