Muhteşem seslerin peşinden giden ve bulduğunda iki sevgilinin marşına dönüştürdüğü, Proust’un Vinteuil’in Sonatı’nın cümlecikleri gibi Erbil’in de cümleleri…

Proust’un olağanüstü betimlemeleri, okuru o sonatın cümlecikleri olduğuna inandırdı, o düşsel besteciyi bulmaya yöneltti. Erbil ise, Rosa’nın ikiye bölünen kaleminin ‘çat’ sesiyle, Lefkotea Teyze’nin Hala’ya attığı ‘tokat’la yerle bir edilen kültür, din, dil, milliyet kavramlarının çatırdayışının iç sesini işitmeye yöneltiyor okuru. Erbil’in okuru bulmaya yönelttiği iç sesi, bizim toplumsal gerçeğimiz, belleğimiz. Tutun ucundan “sökün” diyor. Sökün ki yeniden örebilesiniz insana yakışır bir tarihi. Lahzen, Rosa, Sultan, Lefkotea ile birlikte.

Şiirsel, kallavi bir küfür savuruyor ulusaldan evrensele. travmalı, yaralı, bereli. Geçiyor mu, değiyor mu?

Bilmiyoruz…

Toplumsal belleğimizi çıkarıp önümüze seren Erbil’in romandaki kadın karakteri Lahzen’in gösterdiklerine, yansıttıklarına bakıyoruz, anlamaya çalışıyoruz sadece.

“Çat” sesi hep kulaklarda

Klasik bir edebi metinde gördüğümüz tek bir olay örgüsünü görmüyoruz. Postmodern metinlerde sıkça karşılaştığımız bir teknikle; “Bilinç Akışı Akımı” tekniğiyle yazılmış bir metin Kalan. Tek bir tekniğin içine de sığmıyor aslında Erbil’in bu metni. Kendi deyimiyle, “Bilinç; kızgın bir kumda çıplak ayaklarıyla zıplıyor geçmişe”.Acımasızca basıyor o ayaklar kızgın kuma, belleğini deşiyor, yarıyor içine giriyor, acıtıyor, kanırtıyor, kanıyor. Kanadıkça çığlığı basıyor, kallavi bir politik şiirsel küfür savuruyor. Evrensel olandan, toplumsal olana, politik olandan felsefi olana, dinli olandan dinsiz olana.

“Hayatta olmak, yaşamak, soluk almak nedir?” diye soruyor. Hakikati arıyor, bütün olup bitenler onun hakikati mi? Hakikatin özü tözü nedir? “Çat” sesini bir tek Lahzen mi duydu? Farandola dansı artık neden Müslümanıyla, Ermenisiyle, Rumuyla, Yahudisiyle vd. yapılmıyor, neden dans halkların dansı olmaktan çıktı? Neden Lahzen bizi, ta bin yıl imparatorluğunu sürdürmüş olan “Bizans’a götürüyor, çocukluğunun Fener’ine götürüyor? Hakikatin özünü, tözünü, gözünü göstermek için mi? “Benmi öz, töz, köz; yoksa öz, töz, köz mü “ben”? Gerçeği sorgulama bağlamında, daha çok, S. Kierkegaard’ın ve biraz da J. P. Sartre’in felsefi etkilerini de taşıyan metinde Leyla Erbil, Lahzen’le travma dolu toplumsal gerçekliğin içinden geçerken, ahlaki bir sorumlulukla bireysel varoluşun deliliğe ne denli yakın durduğunu, kimi zaman da okuru muhatap alarak söylüyor. Diğer yandan avuç avuç yuttuğu ilaçların zihni bölüp çatlatıp- akıttığı kırık kırık sözcüklerle dahi olsa gerçeği aramaktan asla vazgeçmiyor.

Zihni “bölüp-çatlatıp” akıtıyor kırık kırık sözcükleri

Fener’de çocukluğuna doldurulmuş toplumsal tarih, kanlı, kalın bir urganla bağlanmış. Katliamlı-sürgünlü, tanıklı-sanıklı, imanlı-inançlı kızgın çıplak bir zihin Lahzen’inki. Lime lime edip, o bağı bulup çıkarıp “gerçeği” gözler önüne seriyor.

Ne Kierkegaard ne Sartre

Filozof Soren Kierkegaard, ‘Hakikat duran, bekleyen bir şey mi’ diye soruyor. ‘Hakikatin kendimizin bir parçası haline getirebildiğimiz şey’ olduğunu da söylüyor Kierkegaard. Yani mealen, Soren, insan çocukken ne ise odur, ahlaki olarak var olmak ise çocukluk aracılığı ile kendisini yapmak istediği şeydir. Olmak istediği şeyde inanç mutlaka olmalıdır insanın, diyor, Lahzen’e.

Peki, Sartre Lahzen’e ne anlatıyor? Sartre’da diyor ki; yine mealen; insan ya kendisinin temellendirdiği özgürlüğü seçer, ya da verili bütün değer ve anlamları kabul edip orada kalır. İkincisini yaptığı takdirde insan kendine yabancılaşır. Çünkü Sartre için bu ikisi birden olunamaz. Soren’in ve Sartre’in bütün bu söylediklerinin etkisine bakıyoruz metinde, Lahzen bunlar da değil. İnancı, ki ‘tehlikeli bir alan’ sorguluyor, varlığına yabancılaşmak bir yana metin boyunca kolektif- toplumsal ve bireysel bilincini kazıyor.

Aslında ana karakter, metinde Lahzen’in yanı sıra onun ‘bilinci’dir de. Bir yandan Sabit’le sohbet ederken Zeyyat’ı bekliyor, diğer yandan geleneksel olandan kopamayıp babasına helva kavuruyor yasını savuştururken. Tıpkı hiç hoşlanmadığı, hatta metin boyunca öldürme planları yaptığı Dayı’yla babasına annesinin kavurduğu helva gibi. Sabit’in küçümsediği, aşağıladığı geleneksel ritüelleri seviyor o.

Sarnıca doldurulan ölü tarihi hortlatıyor

Peki, Lahzen, Dayı’dan neden hoşlanmıyor, hatta onu öldürme planları yapıyor? Dayı’nın sadece cebinde duran ve hiç okumadığı Filozof Soren Kierkegaard’ın Korku ve Titreme Kitabı, neden onun için ulaşılmaz? Lahzen’i neden kaygılandırıyor ve korkutuyor Dayı? Korktuğu Dayı’mı, o kitap mı? O kitap neyi simgeliyor? Sarnıçtan fenerle bulup çıkarmaya çalıştığı “Ben”lerden biri o mu?

Kendi tarihinden mi, yoksa kör karanlık kuyulara atılan yaldızlı ülkesinin yaldızlarının lime lime döküleceği, hortlayan ölü bir tarihten mi korkuyor? Erbil Kalan’da o kadar çok soru sordurtuyor ki okura, bunların yanıtını ararken bambaşka sorularla doluyor zihin.

Yası, toplumun yası

Erbil’in yaygın kabul gören edebi türlerle, onların klasik formlarıyla büyük bir sorunu olduğunu, birincil olarak kullandığı noktalama işaretlerinde görüyoruz. “Kalan”, adından da anlaşılacağı gibi içinde yaşadığı öznel ve nesnel zamandan kalanları genişçe bir zaman diliminden okura yansıtıyor. Metindeki sıçramalı tarihsel akış oldukça etik. Toplumsal tarihin Lahzen’in başına getirdiklerini; derdi-acıyı-içsel çelişkiyi sorunsallaştırıyor. Kimi kaynaklar, Erbil’in bu metninin 1990’lı yıllarda, 70’lerin Vietnam sendromu etkisiyle ortaya çıkan “travma edebiyatı”na yaslandığını ifade etse de, ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Zira Lahzen’in toplumsal yası onun bireysel yasıyla iç içe.

Yas tutmak bireysel olduğu gibi toplumsaldır da ve gizli kalması her zaman mümkün değildir. Lahzen’de olduğu gibi, bazıları zihninde gömülü, bazıları zihninde kesik kesik.

Savaşlar, soykırımlar, kayıplar…

Egemen sistemin tarih anlayışını deşifre ediyor

Postmodern anlatıda tarihi olayların verildiği gibi Erbil’de, ela, ela, ela şarkısıyla sarılıp sarmalandığı, Rum Hacı Murat ustanın yaptığı üç katlı ahşap evlerinin içi ve dışında yaşamda kalmaya çalışan sıradan insanların, sıradan günlük hayatlarını nesnel bir zamanda gösteriyor bize. Erbil, oradan yansıttıklarıyla geçmişi düşündürtüyor, sorgulatıyor. Tarihin çeşitliliğini, çokluğunu söylüyor bize. Arka planda Marksist bir bakış açısıyla egemen sistemin tarih anlayışını ve yaptıklarını deşifre ediyor. Türkiye’de eskiden yaşanan ve toplumsal belleği bugün bile arındırılmamış, hatta eklenerek devam eden, kişisel ve toplumsal tarihin akışını bozan, çürüten, kirleten, yaralayan, sakatlayan olayları hatırlatıyor.

Lahzen’in bilinç akışı bizi, öznenin hakikatinde belirleyici olan sistemin zulmüyle yüzleştiriyor.

Örnekse; 6-7 Eylül olayları, Ermeni meselesi, Dersim, TKP tutuklamaları, varlık vergisi, Kanlı Pazar,

1 Mayıs 1977, 12 Mart, 12 Eylül, Bahçelievler katliamı, Cumartesi Anneleri, Hizbullah cinayetleri, sokak ortasında öldürülenler, kaybedilenler, sürgünler, işkenceler…

“…Çoğu Kürt binlerce genç adamın hayaleti dolaşıyor yaşayanların arasında,,, cesetler bulunamıyor…”

diyor. S.151

Nazi Almanya’sının Rosa Luxemburg için vahşice uyguladığı acımasız yönteminden söz ediyor. Luxemburg’un parçalanmış, başsız, ayaksız, elsiz cesedi, faşizme karşı öfkesini biliyor, kendisiyle hesaplaşması derinleşiyor, katmerleniyor.

Bastıkça kızgın kumlara çıplak ayaklarıyla, şiirsel bir küfür savuruyor.

“Bazıları sanıyor ki sadece

şu şimdiki zamanı yaşamaktayız”

S:53

Çok şey…

Lahzen

Ahlaki sorumlulukla hayata tutunan, estetikten de ayrılmayan, her türden toplumsal normu reddeden, inançsız, sosyalist- devrimci bir karakter. Toplumun öteki olanı, öteki oldukça da yaralanan bir karakter Lahzen. Annesi, dayı ve ablasıyla geçirdiği çocukluğunu kazıyor. İlaçlarla uyutulmak istenen bilinci, bizi Fener’e, bir Rum ustanın elinden çıkma üç katlı ahşap eve götürüyor. Sonra da mahallenin çok kültürlü, çok kimlikli, çok dilli, barış içinde mutlu yaşadıkları, farondola dansı yaptıkları, ilk aşklarını yaşadıkları sokaklarına…

“…neşeli sesler işitti; bütün fener halkı çoluk çocuk sokaklara

dökülmüştü,,, geliyordu çalgıcılar zurna,

tef, dümbelek, keman, zillerle aralarında sırtında telli

bir çalgı taşıyan çok genç bir çocuk vardı,,, o çocuk

munis, sevinçli gözlerle önden yürüyerek yaklaşıyordu

bizim kapıya doğru,,, yaklaştı,,, eftim’di yanında elinde

zillerle petrus amca içeri girdi,,, ardından mahallenin

bütün çocukları doldu onların da ardından sanki

dünyanın tüm insanları sökün etti…” S.214

Sabit ve Zeyyat arasında sıkışıp kalmışlığını, sosyalist oluşunu, yazar oluşunu, kadın yazar oluşunu, özgürleşemeyişini… Sabit’in telkininde, ilaç dolu avuç çizgilerinde şimdi hakikati. “İç” diyor, Sabit, “iç”. O ise avucunda ilaçlar, hâlâ hakikat arayışında…

Helva gibi kavruluyor bilinci

Zeyyat’ı soruyor arada Sabit’e. Sırtı sızı içinde. Ölmüş kuşakların geleneği bütün şiddetiyle üzerine çöküyor. Annesinin yasındadır bu kez. İrmik helvasıdır onun yaptığı. Sabit’ten yardım beklerken, Sabit, piposunu içip gazetesini okuyor. Bilinci kavruluyor geleneksel ritüelle kavruldukça un. Sıcak, kızgın kumlara çıplak ayakla basmanın nasıl bir şey olacağını akıtıyoruz bilincimizde ağır ağır…

İrmik, fıstıkların kokusuyla başkalaştıkça, kızarmış helvanın kokusu “Kalan”(ına) siniyor hayatın.

– benden de tanrıya inanmıyor diye ayrılma da!

– böyle bir şey seni korkutur mu pek merak ederim

– iyi öyleyse merakta kal söylemeyeceğim

– öteki çatlağın biriydi Soren gibi!

“…ben burada kaşık sallayayım sırtım sızı içinde

sen de balkona kurulmuş pipo keyfi yap,,, …”

Bir elinde ayna…

Şehnaz; Anne

Farandola seven bir kadın Şehnaz. Lahzen’in tersine sorgulamayan, sessiz edilgen bir karakter. Ama kendi. “…annem farandolaseven bir kadın sadece,,,

belki de benden çok kendidir,,

Verili olanın ideal olarak aktarımının sağlandığı- sağlanacağı bir kadın karakter, Sistemin “rol model” kadını. Objeleştirilmiş imge. Dayı’nın yeniden üreticisi. Gog-Mogog o. Sistemin devamını sağlayan, evrensel ve toplumsal düzlemdeki gerçeği aktarımında iletişimsizliği temsil ediyor. Dayı gibi Şehnaz’ın da, başucundan eksik etmediği bir kitabı var; ‘Değirmenimden Mektuplar’. Kitap; Fransız Yazar Alphonse Daudet tarfından yazıldı ve ilk baskısı 1869 yılında yayımlandı. MEB, kitabı okullarda okutulmak üzere 100 temel eserden biri olarak kabul etti. Mektuplar şehrin kalabalığından ve insanlardan kaçan, huzuru doğada arayan mektuplar. Şehnaz 1920’lerde Amerika’da yayımlanan ve çok satan bir aile dergisi Readers Digest’i de okuyor. Bir dönem aynı formatta Türkiye’de de yayımlanan derginin içeriği ise bizim 3. sayfa haberlerinin genişletilmiş, suya sabuna dokunmayan hali.

“…ayağında kırmızı süet farandola ayakkabıları

ikinci ayak tempo tutarak bodruma döşeli maltataşlarına,,,

bulaşık tası tezgahın üstünde yıkayıp duruladıklarını

uzatıyor bize,,, kurulayıp diziyoruz rafa ablamla

. . . mırıldanarak üst kata çıkıyor şen şakrak

uzakları özleyen bir martı gibi kaçtın

gönlümün sahilinden gözlerimin ufkundan . . .

hadi bir acı kahve yapın bana da içeyim bir de cıgara

tüttüreyim diyor, o sıra karşı evlerden birinden ayna

tutuluyor odaya annemin yüzünü buluyor ışığın katmeri,,,

annem, “aa ayna tutuyorlar; ayna tutmak çok

ayıp bir şeydir yavrularım, dayı duymasın” diyor ve

pencerenin savaş perdesi gündüz de kapalı tutuluyor

uzun bir süre . . .” S.127

Ah o “Çat” sesi

Rosa…

Metnin hakikati Rosa…

Metnin bütününde çok belirleyici bir karakter. Belki de her şey, küçük, küçücükken onun kaleminin yarısını kırıp Lahzen’e vermesiyle başlıyor. Sırtını Haliç’e vermiş, Fener’in binlerce yıllık tarihi mirasında yer bile tutmuyor Rosa. Zerre-i miskal kadar bir değeri yok belki de.

Peki neden Erbil, Rosa’yı hakikat arayışında Soren’in döngüsünde merkezine koyuyor? Çünkü, insanlık tarihinin ortak hakikatidir aradığı, hakikattir Rosa. Rosa, kendisidir de; ötekidir, sürgündür, yaralı hasta, yastadır ikisi de. “Çat” sesi, halkların ortak sesidir, bir çığlıktır. Aşk, sevgi, dostluk, isyan, haykırış, yaşamda kalmak için direnmenin sesidir, yarısıdır her şeyin, bütüne erişene dek. Kalan(lardır).

Ona kalanlardır…

Andon efendi, Aris usta, bankacı Bezirgan, Benli Nahide, Deniz Gezmiş, Eftim, Kör Şerif, Lüks Nermin, Vangel, Sümeyha…

“…insanların kendi kendilerine icat ettikleri / insanlardan nefret eden tanrıların / tükenmeyen hınçları yüzünden / insanlığın çektiği çilelerden birini mutlaka çekmiştir rosa da…” s: 42

Verili mıknatıs…

Binnur: Abla

Abla, kişisel varoluşun aciz bir neferi. Egemen veriliğin bir mıknatısı. Lahzen’e sürekli düzenin bilgisini sunar. Üzerine yapıştırılanın ne olduğunu bilmeyen, sorgulamayan bir karakter. Rosa’nın Yahudi olduğu bilgisini o aktarır kardeşine ve onu uyarır. Dayı ile annenin sevişme sesleriyle kavga seslerini birbirinden ayıran ve Lahzen’e anlatan ilk odur. Hala’nın din ve ahlakla ilgili anlattıklarının doğruluğunu sürekli savunur ve onun da inanmasını ister. Ülkücü sevgilisiyle “Türk kalmaya ve devletin biricik aklına uymasını talep eder ondan. Lahzen’i de mıknatısındakilerle aynılaştırmaya çalışan, bir zamanlar sevgilisi Eftim olan Binnur. Tüm geçmişini inkar eden Binnur. Sanki Eftim’i hiç sevmemiş olan Binnur…

“…ablamın korkutucu zevkin heyecanını

halamın bize anlattığı gibi

çükün erkeklere

karşı cinse bir ceza olarak

takılmadığını

tersine

allah tarafından

kadına da zevk verme görevi olduğunu

dinledim ablamdan…”S.37

Korkutuyor, titretiyor

Dayı

Çok ilginç, tuhaf bir karakter kitapta. Lahzen karakterinin, annesinin, ablasının, en yakın arkadaşının kim olduğu nettir metinde. Ancak baba ortada yoktur. Tregedya bağlamından bakılırsa Lahzen soysuzdur. Babanın işlevini Dayı ve Hala üstlenmiştir. Ancak ben Erbil’in metnini bu bağlamdan da yola çıkarak kurduğunu düşünmüyorum. Zira onun dert etiği şey, aile kavramıyla soyun yüceliği de değildir bu metinde. “Dayı” karakterinin tuhaflığı, cebindeki kitaba ulaşmak için Lahzen’in onu öldürmek istemesiyle başlıyor. Cebindeki kitap, yukarıda da sözünü ettiğimiz Kierkegaard’ın ‘Üç ayaklı varoluşçuluk’ (estetik-etik- inanç) felsefesini temellendirdiği “korku ve titreme” kitabıdır. Kitaptaki İbrahim’le kurban oğul-İshak bağlamı, metindeki Dayı-kurban Horoz bağlamına içkindir. İnsan olarak var olmayı inanç boyutuyla derinlemesine sorgulayan Kieerkegaard ve Lahzen, İbrahim- Dayı’nın bir katil mi, yoksa insan mı olduğunun yanıtını arıyor?

Erkek egemen sistem eleştirisi belki de

Dayı-Baba, Sabit – Zeyyat…(Sevgili- Koca)

Dayı-Baba metinde annenin erkekleri (adları yok) Sabit-Zeyyat, Lahzen’in erkekleri (adlar yerli yerinde) Sadece adları değil, kimlikleri yerli yerinde solcu, devrimci, entelektüel. Ama adlı-adsız bu dört erkek karakterle metin, sanki, insan yıkıntıları tarih sembolleriyle özdeş. Sürekli ava çıkan, kurban arayan Dayı karakteri; Hala’nın evindeki duvarda asılı fotoğraftaki görkemli Baba tasviri; Sabit’in, hasta olan Lahzen’in helva kavururken yardım talebine piposunu tüttürürken dalga geçer gibi yanıt vermesi; geçmişini hatırlamaya çalıştıkça, “unut gitsin, geçmiş geçmişte kaldı” diyen Zeyyat’ın, Lahzen’in kendisiyle olan bağını zayıflatması, ‘anda’ ve ‘hasta kalmasını’ sağlaması… Erkek egemen sistemin toplumsal cinsiyet rollerinin bir tezahürü gibi. Dayı İshak’ı Kiergegaard ile kurbanlaştırırken, Sabit ve Zeyyat da Lahzen’i, avuç dolusu haplarla, Sartre ile kurbanlaştırıyordur, kim bilir?

“…evimizde dayı diye tuhaf bir adam yaşamakta

suratının kimi vakit beygir,

kimi vakit sırtlan,

kimi vakit melekleştiği

daha yüzlerce hayvan ve insan karışımıyla

yüreği iyi

yaşantısı bilinemez

toynakları güçlü

ölmek bilmeyen bu herifi…”

Lefkotea Teyze’nin tokat attığı Hala…

Hala.

Küçüksu’da oturan Baba’yla da özdeşlik kurulan bir diğer karakter Hala. Hz. İbrahim’in oğlunu İslamda da, Hıristiyanlıkta da kurban edişinin ortak bilinçaltı Hala. Sultan’ı müslümanlaştırıp, Küçüksu’da talikayla bol bol gezintiye çıkan, Hacı Andon’la sayfalar dolusu cilveleşirken, Lahzen’e ve ablasına her daim cehennemde yanacaklarını hatırlatan, öteki dünyayı, suçu ve cezayı asla unutturmayan Hala. Bütün bu olup bitenlerle Hala’nın yaraladığı, yardığı Lahzen, hakikati ararken, hakikat, anlatının çocukluk travması, 6-7 Eylül olaylarının hedefi, “Rum” olarak kalmayı başarabilen Fener’deki üç katlı evlerinin kuzey yanında, sınır duvarının arkasında kalan evin sahibi, Eftim’in annesi, Petrus Amca’nın karısı, Lefkotea Teyze’den gelir. Hala’ya atılan tokat, ikinci bir “çat” sesidir metinde.

Hiç susmaz…

“…sakın halanın önünde yumurta tokuşturmayın” demiş. o, laz böreği dedikleri, çıtır çıtır ev yufkasına sarılmış sütlü ballı,”ekler”e benzer bir pastayla boy göstermiş, içeriye konuk odasına alınıp başköşede ağırlanmış. lefkotea teyze kapak kıyıları unla sıvanmış bakır tencere elinde, ortası et ve arpacık soğanlı patates yemeğini, “psito”sunu, masanın ortasına koymuş, “aydi, to yavrimu gelin başlayın” demiş. üşüşmüşüz. bizi seyrederken mutluluğu yüzünden okunan tombul teyzemiz lefkotea, keltoş’la birlikte yuvarlana yuvarlana dolaşırmış aramızda. halayı köşede kurum kurum kurulurken görünce, durmuş bir an yüzü kızarmış, gitmiş yanına sen mi geldin vre, diye bir tokat indirmiş suratına, çağırmadın bir gün bile talikana be mendebur karı demiş halaya, hala yere düşmüş kimse onu kaldırmamış yerden yavaş

yavaş ufalıp silinmiş görünmez olmuş . . .”

Son söz

Ama hâlâ Lahzen

Çocukluğundaki “Çat” sesini imleyen Hala’ya atılan “Tokat” sesiyle Lahzen’de ölü tarihin saklandığı sarnıcın kapağını kaldırır, katliam sanıkları, Gog-Mogog’lar Lahzen’in tanıklığında okura deşifre edilir.

Söküğünün sonunda yine en iyi arkadaşı Rosa vardır. Hapların etkisiyle gelmiştir onun hakikati bu kez:

“…ve bir gün çat diye kapı vurulsa,,, içeriye şişman

mavi gözlü, kocaman kalçalı bir kadın girse,,,

ben rosa tanımadın mı beni lahzen diye ku

caklasa beni,,, ağlaşsak,,, artık buraya döndüm dese,,,
kahkahalar atarak kadeh kal

dırsak,,, lahzen ne güzel gülüyorsun dese bana

zeyyat,,, sonra rosa’ya hadi zeyyat’a farandola

öğretelim, unutmadın değil mi desem,,, hiç

unutur muyum dese o da,,, böylece sonuna

kadar üçümüz bir arada onun gelmesini bek

lesek,,,kimin dese rosa,,, devrimin desem,,,

devrim mi! ? diye şaşsa,,, hala mı dese,,,

evet hala desem,,, öyle ise bir şeyler yapma

ya başlamalıyız dese rosa,,,…” s:228

Kalan- Leyla Erbil

XII BASIM, OCAK 2020, İSTANBUL, TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

Fatoş Öcal Kara