“İblisin, Cehennem Bahçesi’nde ilk dölü Açgözlülük olmuş. Meşhur elma hikayesi var ya; işte elmadan ilk ısırığı Açgözlülük almış, lakin suç bizim Adem’in üstüne kalmış. İnancı puslu Şeytan’ın kurduğu Cehennem Bahçesi, Cennet Bahçesi’ne rakipmiş de kimse bu durumu bilememiş. Öyle anlatıyor Zebaniler. Hemen itiraz etmeyin! Cennet’in bahçesi oluyor da Cehennem’in bahçesi neden olmasın? Hatta mazileri de eşmiş. Henüz, İnsan ve Cennet Bahçesi yaratılmamışken; Tanrı’nın boyunduruğuna girmek istemeyen İblis, bir nevi üretim hatasıymış. Kan damarlarında sadece ateş akıyormuş. Aslında zapt edilemeyen itaatsizliği de bundan ötürüymüş. Bir türlü ehlileştirilememiş. Hiçbir erdem, damarlarında akanı, kanla değiştirememiş. Basınçsız, zamansız, boşlukla cezalandırılmış. Savruldukça büyüyen ateşi tüm varlığını kaplamış. Korlaştıkça ağırlaşan ateşini tek başına taşıyamaz olduğunda durmuş. Çivilendiği yerde kızıl aleviyle Cehennem’i yaratmış. Eş zamanlı yaratılan Cennet Bahçesi ve İnsan’dan hiç haberi olmamış. Ta ki anti-munis ifritler Tanrı’ya ifşa edilene kadar. İblis’in Cehennemi’nden haberi olan Tanrı, onları yanına sürmüş. Cehennem’e yaklaştıkça biçimleri değişmiş. İblis isimlerini “Zebani” koymuş. Onlar da İblis’in mekanına Cehennem Bahçesi diye seslenir olmuş. Zebaniler, çıngıraklı kahkahalarıyla uzun bir süre İblis’in yoldaşı olmuş.’’
Cehennem’i devasa fırın sananlar yanılıyordu. Aslında tıpkı Milton’ın tarifi gibiydi: “Alevleri aydınlatmayan ama karanlığı daha görünür kılan büyük bir ocak.” Katran karasının kızıl fenerleri öfkeli, çılgın, azap dolu ve gürültülüydü. Lav nehirlerinde yüzen, şakalaşan, oynaşan zebaniler ve ateş tahtında onlarla oyalanan İblis.
İblis, huzurdan kovulunca onursuzluk sarmalına dolandı. Cennet Bahçesi ve İnsan’a olan merakına karışmış rekabetinin sağır gürültüsü feryattaydı. Oraya girebilmenin, İnsan’ı kandırmanın yollarını sonsuzluğun zamansızlığında aradı durdu. Düşüncelerinin dibini sıyırdı. Bünyesinde barındırdığı bir takım özelliklerin, ondan bağımsız ama ona canla başla bağlı hilkat garibeleri olmasını tasarladı. Kötülüğün kudretiyle yaratmak tutkuya dönüştü. Küçük şerler varolsun, ortalıkta gezinsin, beslensin, büyüsün. Düşündü, çalıştı, yoruldu… Kontrolü eline aldı. Cehennem’in çoraklığında tek malzemesi ateşti. Bedeninden çekip kopardığı bir avuç kor ateşe ulumayla karışık fısıldadı: “İhtiras, ihtiras, ihtiras…” Ateş, başlangıç sürecinin parçası olarak kontrolsüzce büyüdü. Öyle oldu ki İblis’in bir an olsun susmasına izin vermedi. Sustuğunda şekillenmesi durdu. Büyüdüğü gibi küçülür oldu. İblis’in nefesi zamanla yorgun düştü. Dili damağı şişti. Fısıldama işini zebanilere verdi. Her biri fısıldadıkça çelimsizleşti, halden düştü. Ateş, daha çok fısıltı istedi. Zamanın olmadığı cehennemde omurgasız ucubeye dönüşen ateş topuna, İblis, Açgözlülük adını verdi. Olgunlaştığında onu tatmin etmek neredeyse imkansızlaştı. Bulunan çareler çözüm olmadı. Açgözlülük, cehennem bahçesi ve sakinleri için tam bir baş belasına dönüştü. Ateş kayalarıyla oyalanması dışında, hep ihtirası duymak istedi. Kayaları yerinden oynattıkça, daha büyüğünü söküp atmak istedi. Açtığı dehlizlerle birlikte cehennem karıncalarının varlığı ortaya çıktı. Tırpan benzeri çeneleri ve boynuz benzeri uzantılarıyla, fısıldama sırası onlara geldi. Açgözlülük ihtirasla serpildi.
İblis, eseriyle gurur da duysa, onun bir an önce insanla kavuşmasının hayaliyle yanıp tutuşsa da, işi aceleye getirmemeye kararlıydı. Bedeninden yeni bir ateş topu kopardı. Tereddüt etmeden fısıldamaya başladı. Açgözlülük yanına sokuldu:
“Ne fısıldıyorsun?”
“Riya diyorum.”
“Neden?”
“Sana yol arkadaşı olacak bir şer lazım.”
“Büyüdüğünde adı ne olacak?”
“Yalan”
“Gücü ne olacak.”
“Kendine bir dil buldu mu, senden sonra en iyi hizmetkarım olacak.”
“Dil ne demek?”
“Devinimli bir et parçası’’
“Nasıl yani?”
“Görünce anlarsın.”
“Biraz da ben fısıldaya bilir miyim?”
“Gel bakalım.”
“Riya, riya, riya…”
“İkiniz var oldukça benim mücadelem de hep var olacak!”
Adı Yalan olacak kor ateş, Açgözlülük’ten aldığı güçlü nefeslerle ikiye yarıldı. Birbirinden ayrılmadan, tek taraftan yapışık, her yöne bakabilen tarifsiz iki hilkat garibesi kıvamına geldi. Cehennem onlarla birlikte şenlendikçe şenlendi. Dokundukları her yerde daha çok ateş oldu, ısı giderek yükseldi. Çok iyi anlaşıyor olmaları, birbirlerini büyütmeleri İblis için ayrı bir mutluluktu. Girmesi yasaklanmış Cennet’te, Adem’le Havva’ya nasıl ulaşacağını iyi biliyordu. Zebanilerine, Cehennem’in kapısını sonuna kadar açık bıraktırdı. Kendisi ve zebanileri öbek öbek ateş çukurları oldular. Derinleştikçe derinleştiler; Cehennem’in dibine kadar indiler.
Açgözlülük ve Yalan, Cehennem Karıncaları’nın eşliğinde dehlizlerde sürekli oyunlar oynadı. Oyunlarına kandırmaca ve doyumsuzluk adını verdiler. Şeytan’ın tahtına geri döndüklerinde ortada ne Şeytan ne de Zebaniler vardı. Ateşle erimeyen, buzdan yapılmış açık kapı, merak açıcıydı. Sessizce yanaştılar, eşiği geçtiler. Kapının ardı; zamansız, sisli. İlerisi, berisi görülmeyen bir hiçlikti. Gizemli ve çekici. Sorgulamadan harekete geçtiler. Arkalarında gittikçe azalan ateş izleri bırakarak ilerlediler. Geçtikleri yerleri yakıp kül ettiler. Şer’in sefahat içinde akıp gitmesi gibi ölçüsüz uzaklara yöneldiler. Nereye gittiklerini bilmeden, gördüklerini tanımlayamadan devam ettiler. Bilmedikleri, kusursuz bir gücün mükemmeliğini ortaya çıkaracak bir parıltıydı belki de aradıkları. Kusurun parıltısı. Eşsiz uyumun varoluşu için bir iz, bir işaret…
Onlara Cennet’ten ya da İnsan’dan bahsetmeyen İblis, yeteneklerini habersizce sınavdan geçiriyordu. Gerçek güçlerini görmek istediği bir sınav. İblis, çukurdan aldığı bir top kaya ateşini yuvarladı. Kapıya doğru fırlattı. Buz kapıdan geçen kaya, soğudu. Boşlukta ilerlerken, düşen ısıyla söndü, parçalandı, toprağa dönüştü. Şeytan üfledi. Öyle bir üfledi ki kapıdan geçen nefesiyle devasa bir kum fırtınasını Açgözlülük’le, Yalan’a doğru fırlattı. Kum fırtınası büyüdü. Azalan alevlerinin üzerine Azrail gibi çöktü. Ateşsiz ve omurgasızlardı. Geri dönmeyi denediler, izleri silinmişti.
Takatsizlikti bu hissettikleri. Güçsüzlük. Hiç sevmediler. Sislerin arasında, tahminsiz bir uzaklıkta, Cehennemlerine benzemeyen bir yer fark ettiler. Yavaşça sürünerek yaklaşırken, önce garip bir aidiyet sonra da garip bir hidayet hissettiler. Güçbela son cümlelerini kurdular.
“İçimde tarifsiz bir şey var. Oraya gitmeliyiz!”
“Benim de öyle. Yaklaştıkça küçülüyoruz sanki!”
“Fısılda! Fısılda!”
“Riya, riya, riya”
“İhtiras, ihtiras, ihtiras…”
Artık fısıltıları işe yaramıyordu.
Merhamet ve adaletle donatılmış Cennet Bahçesi ahalisi, kendileri dışında hiçbir şeyi yargılamayan, uyum ve barışçıl mevcudiyetleriyle, mistik düğünlerini her gün yenilemekle meşguldü.
İblis, duruma çok hakimdi. Cehennem karıncalarını arkalarından çoktan göndermişti. Sonsuzlukla bütünleşmeden Açgözlülük ve Yalan’ı Cennet Bahçesi’nin; kırmızı yakuttan, yeşil zebercetten, sarı mercandan, beyaz gümüşten, kırmızı altından, sarı misketten, el değmemiş inciden yapılma kapısına kadar taşıdılar. Fısıldamaya başladılar. Riya, ihtiras, riya, ihtiras… Uğultuları cennet bahçesinin sekiz kapısından da geçip bizim Adem’le Havva’ya kadar ulaştı. Bundan sonrası artık çok kolaydı. Sekiz kapıyı birden ilk açan merhamet oldu.
Özlem Budak