Gar binasının peronlara açılan ana giriş kapısında göründü, etrafına şöyle bir bakındı, sonra büfenin olduğu tarafa yöneldi. Yüksek ökçelerinin mermer zeminle buluşma sesi, valizinin tekerlek tıkırtısının ara nağmesiydi sanki. Bir avuç alacalı bilye gibi etrafa saçılan Doğu Ekspresi yolcuları arasından baharatlı parfüm kokusunu yayarak yürüdü. Büfenin önüne geldiğinde sesini duyurmak için tonunu yükselterek ünledi, “Ankara simidi lütfen, gevrek olsun ama.” Büfeci başını kaldırdı, sesin geldiği yöne baktı, kadını gördü, parmağıyla işaretlediği simidi aldı, sararken hiç telaş etmedi, burası Ankara’nın en işlek büfelerinden biri değilmiş gibi ağırdan aldı. Kadın kırklarında var gibiydi, girdiği her yerde uzun boyu ve güzelce yüzü sayesinde hemen fark edilirdi. Albeniliydi, kocaman ela gözleriyle, kibirli olduğu kadar çocuksu bir sevimlilikle bakardı, samimi, bir o kadar da ulaşılmaz görünen insanlardandı. İş görüşmelerinde seviyeyi korumayı da bilirdi alttan almayı, nabza göre şerbet vermeyi de. Canım cicim tatlım güzelim derdi bazen, bazen de hanfendi, beyfendi, kıymetli misafirler, zatı muhteremleri, bendeniz diye başlardı sözlerine. Büfeci onu eski filmlerde oynayan yabancı oyunculardan birine benzetmişti, dilinin ucundaydı oyuncunun adı, kimdi kimdi, hay Allah! Bir türlü gelmiyordu aklına. Kadının nar çiçeği kırmızısı parlak boyalı dudaklarından gözlerini kaçırırken simidi uzattı. “Ankara Simidi vurgusu yapmanıza gerek yok, bizdekilerin hepsi Ankaralı”

Simidi hemen götürmedi ağzına, bekledi. Ya özlemini duyduğum o eski tadı alamazsam diye düşündü. Bu şehirde yaşarken yediği, yüzlercesi belki de binlercesi gibi salt açlığını bastırmasın, kokusuyla tadıyla gevrekliğiyle onu Ankara günlerine götürsün istiyordu, bu yüzden ilk ısırık için acele etmemişti, nihayet yemeye başladığında, beklediği çıtırtılı sesler gelmedi, ağzında kolayca ezilip parçalanmadı. Kayış gibiydi simit, geveledikçe büyüdü, sakız gibi diline damağına yapıştı, boğazını aldı, yumruk oldu orada kaldı, inmiyordu bir türlü aşağıya, pet şişedeki suyun yardımıyla güçlükle yutabildi. Bulamamıştı simitte aradığını, kandırılmıştı hatta boğulayazmıştı. Kime gücendiğini bilmiyordu ama gücenmişti işte, belki büfeciye, belki azığını ondan esirgeyen, şimdi de mermer zeminin serinliğinde kıvrılıp uyuklayan Doğu Ekspresi yolcularına, belki de Ankara’yaydı gücenikliği. Kandırılmaların sonu gelmeyecek anlaşılan diye düşündü. Bir türlü yutamadığı simit, son zamanlarda sıkça yaşadığı hayal kırıklıklarını, ikinci kez gittiği restoranlarda aynı tadı bulamadığı menüleri, aynı keyfi alamadığı arkadaş sohbetlerini hatırlattı ona. Sonra da dün buraya gelirken trende taradığı Resmi Gazete’yi getirdi aklına. ”Biz canımızı dişimize takalım, bir gün bile aksatmadan, son kuruşuna dek vergimizi ödeyelim, af gelsin sonra, olacak iş mi bu!” Özel ulak gibiydi simit, canını sıkan, onu bunaltıp kaygılandıran ne varsa hatırlatıyordu. Bu sabah otelde kahvaltı yaparken, gazetede göz gezdirdiği satırlar, cezaevindekiler için çıkacağı söylenen af kanunundan söz ediyordu, canını asıl sıkan bu haber olmuştu.

Anons yapılıyordu bunları düşünürken, kulak kabarttı. Enerji sisteminde arıza vardı, üç saatten önce hareket edemeyecekti tren. Üç saatte İstanbul’da olurdum ben diye düşündü, kızıyordu kendine, uçakla ya da arabayla gelmemekle ne büyük aptallık yapmıştı. Gözlerini kapadı, sakinleşmeye çalıştı, çocukluğunda gençliğinde bu bekleme salonda az oturmamıştı. O zamanki yolculukları geldi aklına, trenlerin olur olmaz yerde arızalanması, saatlerce tehir yapması, uyuyup uyanıp hâlâ aynı yerde olduğunu görmenin o tarifsiz iç sıkıntısı.

Göz hakkını abartan, fırsatçı yağmacı yolcular için trenin durduğu yer önemliydi. Hasat zamanı, pamuk, mısır tarlası, üzüm bağları, şeftali elma nar bahçeleri gibi mevkilerde olmuşsa arıza, yolcular trenin kapılarını açar, yerden yüksekliğine aldırmadan basamaklarından atlar, dalarlardı tarlaya bağa bahçeye.

Sabahı bulacak İstanbul’a varmam diye düşündü. Sonra da dinlenmeden, morarmış gözaltlarıyla şirkete gideceğim. İşler yoğun, yetişemiyorum diye ziyaretleri ayda bire indirmişti. Kocası surat etmiş, gönül koymuştu. İşlerin yoğun olduğu doğruydu ama istese haftada bir gelemez miydi, hatta ziyaretler için bütün bir gününü ayıramaz mıydı? Onunla aynı odada bütün bir gün. İstemiyordu.

Ani bir kararla oturduğu banktan kalktı. Bavulunu bekleme salonunun yan koridorundaki emanet dolabına bırakıp Sıhhiye istikametine doğru yürümeye başladı. Peronun gri damarlı Afyon mermeri kaplamalarını geride bırakmıştı, caddeye doğru ilerledi. Topukluları çıkarıp spor pabuçlarını ayağına geçirmeyi akıl edebildiğine seviniyordu. On beş dakika sonra Gençlik Parkı’nın Gar İşletme Binası’na bakan kapısının önündeydi. Tanrım ne fantastik ne harikulade bir yerdi burası diye geçirdi içinden. Öyle gelirdi o zamanlar ona.

Sıhhiye eskiden medeniyet sınırıydı diye duymuştu bir yerlerden. Ayağında kara lastiği, kolunda pazar çantasıyla, tarladaki işini, ağıldaki hayvanını bırakıp yola düşen köylü için Ankara, Ulus, Samanpazarı, Atpazarı demekti. Sıhhiye’nin öte yanına geçen olmazdı pek. Kızılay Çankaya Kavaklıdere’deki, tayyörlü şık hanımlar, fötr şapkalı, jilet gibi ütülü, takım elbiseli şehirli bürokrat beylerle aralarında görünmez bir duvar vardı sanki.

Suna’lar da o küçükken Balâ’nın bir köyünden şehre göçmüş, Keçiören’e yerleşmişlerdi. Ağızlarını açıp iki çift laf etmeseler de köylü olduklarının yüzlerinden okunacağını düşünür, utanırdı onlardan. Hafta sonları, annesi patates köfte kızartır, bakkaldan meşrubat alırlar, minibüsle ya da otobüsle Gençlik Parkına gelirler, yaygıyı çimlere serip otururlardı. Lunaparka götürmezlerdi çocuklarını, kayığa binmelerine de müsaade yoktu. Ne o ne de kardeşleri ağlayıp yaygara koparırdı ama içten içe çok isterlerdi gitmeyi. Babasının inadı bir gün bile kırılmamıştı, gerçekte ise asıl gönülsüz olan annesiydi, bilirlerdi. Ne gerek var canım şimdi masraf yapmaya, hem serseri, it kopuk kaynıyor orası der, ince ince işlerdi kocasını, o da bir dediğini iki etmez, sözünden çıkmazdı karısının.

Ankara’nın göbeğindeydi Gençlik Parkı, parkın göbeğinde de devasa bir havuz vardı. Havuzun içindeki kayıklar ahşap diye kalmıştı aklında. Suyun seviyesi düşüktü, insan boyunu geçmiyordu. O zamanlar yüzme bilenlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı, belki de bu yüzden sığdı havuz. Düşenler oluyor, kirli yeşil sudan üç beş çırpınma, debelenmeyle çıkıyorlardı kayığa yeniden.

Suna on üç yaşındayken parkta geçirdiği o günü, ışıklı lastik top gibi zıp zıp zıplayan, ele avuca sığmayan o coşkuyu özledi birden.

Havuzun kıyısındaki çay bahçesinde oturmaya karar verdi. Kenar masalardan birini seçmişti, üzerinde acemice çizilmiş karanfil sümbül lale desenleri ve numaralar olan mavi beyaz boyalı plastik kayıkları rahatça izleyebilirdi buradan. Plastikti o zaman da kayıklar dedi içinden, yanlış hatırlamışım, hiç değişmemişler. Kızlı erkekli yeni yetme çocuklarla doluydu içleri. Sarı okul gömlekleri gri pantolonlarından fırlamıştı, kimisi de gömleğini sırt çantasına tepmiş, tişörtüyle kalmıştı. Ayakla çevrilen pedallara canhıraş asılıyorlardı. O günkü gibi aylardan hazirandı ve ne de olsa hava güneşliydi, gürültülü, sulu şakalar yapabilirlerdi doyasıya.

Hesabı ödeyip kalkarken, parkın çeyrek asır önceki halinden çok da farklı olmadığını düşündü, hoşuna gitmişti kayıkların bile aynı kalması. Lunaparka gidiyordu şimdi, o iki kaçağın izini orada da sürmekti niyeti. Cemil’le parkta geçirdikleri o günü, cam fanus içinde saklar gibi özenle saklamıştı. Ancak ilk zamanlar tüm netliğiyle canlandırabildiği görüntüler, yıllar geçtikçe silikleşmeye, pul pul dökülüp kaybolmaya başlamıştı. Onun gülerken kıstığı siyah gözleri kalmıştı belleğinde. Oysa Cemil, ömrünün ilk dönemecinde silkeleyip atmıştı çocukluğuna dair ne varsa. Başka kimlikler geçirmişti sırtına, takım elbise değiştirir gibi değiştirmişti sürekli kendini. Evliliklerinin ilk yıllarında, Cemil’in gözlerinde lunaparktaki çocuğun bakışını yakaladığı oluyordu hâlâ Suna’nın. Sonra zaman hayatlarına yeni katmanlar ekledi, sis perdesi, buz kütlesi gibi görüntüyü değiştiren, netliği bozan katmanlardı bunlar. O zaman Suna Lunaparktaki çocuğu kaybettiğini anladı, onunla birlikte lunaparktaki kız da kayıp gidiyordu elinden. Kayıplarını kabullenmesi kolay olmadı, epeyce zaman geçmesi gerekti.

“Kayıktan indiğimizde ıslanmıştık, başımız dönüyordu ve habire gülüyorduk, dakikalarca güldük.” Yüzünü şekilden şekile sokarak aynı gülümsemeyi yakalamaya çalıştı. Lunaparkın kapısından geçtiler, Suna da arkalarından geçti. İspanyol paça pantolonların süpürdüğü, gazoz kola lekeli, idrar kokulu taşları arşınladılar. Dönme dolap, balerin kız ve çarpışan arabalar göründü. Uzayda rotasını kaybetmemeye çalışan astronotlar gibi kendi boşluklarında ilerlediler. Dönen salıncaklara bindiler ilkin. Suna, “gıcırdayarak dönmeye başladı salıncak. Ben onun önündeki koltuktaydım ama dönüp dönüp arkama, ona bakıyordum. O da bedenini ileri doğru ittirerek salıncağımı yakalamaya çalışıyordu, bir ara yakaladı da, uzun bir süre yapışık ikizler gibi birlikte döndük, sonra salıverdi beni, uçtum gittim ben de” diye geçirdi içinden.

Harçlığının tamamını o gün orada harcadığını anımsadı. Ne iyi yapmışım dedi içinden. Sihirli aynaların olduğu bölüme girmedi, kapısından bakması bile nefessiz kalmasına yetmişti. Sihirli diyorlardı aynalar için, sihir güzelleştirmek için yapılmaz mıydı, neden çirkinleştiriyordu bu aynalar? Suna o gün aynada orası burası ezilmiş, bir kolu çekmiş öbürü uzamış, kafası bedenini taşıyamayacak kadar irileşip ağırlaşmış, gözleri pörtlemiş, ayakları kocaman olmuş, bacakları kısalmış, bedeni uzamış, bir süredir saklayıp durduğu memeleri şişmiş kocaman olmuş halde görünce kendisini, gülememiş, aksine korkmuş, bir daha aynalı bölüme adımını atmamıştı. Son kez köşe başındaki at yarışı standına bakayım dedi. Minik plastik atları yarışta birinci gelmişti, numarasını hatırlamıyordu. Kocaman bir peluş ayıcık kazanmışlar, eve götüremeyecekleri için yoldan geçen küçük bir çocuğa hediye etmişlerdi.

Saate baktı, vakit epeyce ilerlemişti. “Doğu ekspresi çoktan gitmiştir, Mavi Tren perona yanaşmıştır bile.” Treni kaçırma ihtimalini düşününce kulaklarına varıncaya dek yüzünü ateş bastı, pancar gibi kızardı. Havanın iyice karardığını da o an fark etti. Evine kavuşmak, çocuklarına sarılmak, yumuşacık koltuğuna gömülüp boğazı seyrederek uyuklamak istiyordu. Ne işi vardı akşam karanlığında burada. Lunaparkın izbe sokaklarında kaybolma, korku evinde ya da aynalardan birinde hapsolup, sonsuza dek orada kalma korkusu sardı tüm bedenini, titremeye başladı.

Yetişmişti, treni birinci peronda görünce rahatladı, emanetten bavulunu alınca biletine baktı, dördüncü vagon tam karşısında duruyordu, hemen bindi. Koltuk numarası vagonun en arka sırasındaydı, yerini beğenmemişti, tuvalete yakındı, çocukluğunda belleğine yerleşmiş o kötü koku burun direğini sızlattı. Ortalarda boş bir yer vardı, dolmazsa o koltuk, tren hareket ettiğinde oraya geçerim hemen dedi içinden. Gözüne kestirdiği yer dolmamıştı ancak yanındaki koltuğa genç bir kız oturmuştu. Sevimli bir kıza benziyordu, iki çift laf etmek belki iç sıkıntıma iyi gelir diye düşündü. İşletme okuyormuş kız, bu yıl kısmetse mezun olacakmış.

Boynundaki kolyeye takılmıştı kızın bakışları. “Beğendin mi” dedi, çıkarıp hemen uzattı, “al senin olsun, yeterince taktım zaten”. Kız utanmış, pişman olmuştu, kabul etmedi hemen, ancak ısrarlara dayanamadı. “Al al” dedi, “benim tasarımım üstelik bu. Geçen sene çok sattık bu kolyelerden, bak ay yıldızın üzerindeki taşlar kalitelidir. Nereden mi geliyorum? Cezaevinden, kocamın yanından. Siyasi tutuklu mu? Yok canım daha neler, eskiden olsa belki. Küçüğüm sizin yaşınızda herkes biraz siyasidir, öyle değil mi? Kocam tespih ticareti yapıyordu, ancak alınma lütfen, hayatında belki de hiç görmediğin kıymette taşları olan, imamesi altından tespihler. Tespih kaçakçılığından yatıyor anlayacağın, başka suçlamalar da var ama o hiçbirini kabullenmedi.”

Simidin saatler önce ağzında bıraktığı acımsı tat hâlâ duruyordu, keskin asit midesinden yukarılara doğru tırmandı, yemek borusunu, boğazını yaktı. Öğlenki cezaevi görüşü geldi aklına. Kocası af haberlerini duyduğundan beri içerde gün sayıyordu. Saysındı.

“Çıktığında bizi bulamayacak, çoktan buraları terk etmiş olacağız” dedi, “bu ay halledeceğim ben bu işi. Şirketi elimden alıp kendi yöntemleriyle yönetmesine, kurduğum düzeni bozup mahvetmesine izin vermeyeceğim”. Yanındaki kız kulaklığını indirdi, soran gözlerle baktı.

-Hayır tatlım, sana bişey demedim, kendi kendime mırıldanıyordum.

“Salıncaktaki çocuk hikâyesini duymuş muydun?” Diye ekledi sonra. Madem kulaklığını çıkardın, anlatayım. “Aslında hikâyedeki çocuk lunaparkta çalışan gençlerden biri, ama biz hikâyeyi biraz değiştirelim. On üç yaşında bir kız çocuğu olsun salıncağımızda, o gün okulu kırıp lunaparka gelsin, akşam olunca herkes gibi çıkıp evine gitmesin, korku evinin kuytu bir köşesine ya da hiç sevmediği sihirli aynalardan birinin arkasına saklansın, el ayak çekilince çıksın ortaya. Dönen salıncağın olduğu bölüme gidip şalteri açsın, sonra zincirinden yakaladığı salıncaklardan birine atlayıversin. Bu arada, lunapark bekçisinin oğlunun, ertesi güne yetiştirmesi gereken bir proje ödevi olsun. Sıfırcı fen bilgisi hocası sene başından beri eziyet etsin çocuğa, başka çocuklara değil, sadece ona. Takar ya bazen hocalar öğrencilerinden birine, bu da öyle bir durum olsun. Diğer babalar zaten hep yapıyor olsun, çocukları dizi izlerken onların yerine proje ödevlerini. O akşam bekçi de evde kalsın, çocuğu dizi izlerken yapsın proje ödevini. Onca yıllık meslek hayatında ilk kez kaytarmış olsun, ama olacaklar da hep böyle zamanlarda olmaz mı zaten? Ertesi gün görevliler salıncakların havada savrularak, boş boş döndüğünü görsün, serserinin biri çalıştırıp gitmiştir desinler. Kızın salıncaktan sıyrılıp uçtuğuna, göğe karıştığına yemin billah etsin oradan geçen kağıt toplayıcılarından biri, kimse ona inanmasın.”

“Unutmadan, kartımı al, uğra bir ara yanıma. Okuldan kalan vaktinde şirketin tasfiyesi işinde yardım edersin. Sonra Kanada’da çocuklara yeni okul ayarlama, ev bulma, ne çok iş var yapılacak. İngilizcenin iyi olmasına sevindim, işimize yarar.”

Oya Kaya