Bahçe içinde dışı kırmızı boyalı tek katlı ahşap bir bina olan Çiçekçi Kahvehanesi, devasa bir at kestanesinin altında müdavimlerini karşılıyordu. At kestanesi yapraklarını aylar öncesinden döktüğü için, bir yandan kuru dalları ile kar tanelerini karşılıyor, bir yandan da içeride neler oluyor diye merak ediyordu. Yaz olsaydı sabah kahvesine gelenlerle bahçede oturur, onların sohbetlerini dinlerdi. Kahvehane sahibi Hacı Ahmet ara sıra dışarı çıkıp davudi sesi ile konuşmasa kendini hepten yalnız hissedecekti.
Hacı Ahmet Efendi müşterilerin çoğalmaya başladığı saatlerde çay ocağındaki ateşin közlendiğini görünce ocağa biraz kömür atarak ateşi maşayla karıştırdı. Dışarıda kar atıştırıyordu, denizden esen rüzgârla hava bir kat daha soğuyordu. Çay ocağından çıkan buhar, tavanı basık olan mekânı iyice ısıtıyordu.
Gürültüyle açılan kapıdan içeri Ressam Ali Rıza Hoca girdi. Kahvede oturanlar doğrularak onu saygı ile selamladı. Hoca, yaşından beklenmeyen bir çeviklikle birkaç basamak yukarı çıkarak her zamanki yerine oturdu. Önce paltosunu, daha sonra çantasından kalem ve kırkambar dediği defterini çıkardı. Kahveci yanına gelmiş, içinden dumanlar çıkan çay fincanını uzatıyordu: “Ah! Ahmet Efendi bir gün de şu fincanımı başka bir fincanla karıştırsan, evimde görmem bu ihtimamı. Bugün genç bir misafirim gelecek.” diyerek çayını içmeye koyuldu.
Ali Rıza Hoca’nın beklediği genç talebe Ahmet Süheyl Ünver, Üsküdar’dan Tıbbiye Caddesi’ne giden yolda, Karacaahmet Mezarlığı’nın önünden Harem’e inen yola saptı. Çiçekçi Kahvehanesi yağan karın altında bir görünüp bir kayboluyordu. Heyecanını bastırmak için bahçe içinde birkaç tur attı. Kolay mıydı? Ressam Ali Rıza Hoca ile tanışacaktı. Uzaktan gelen keman sesi onu biraz rahatlattı. Kan donduran soğuk iliklerine kadar işleyince, dolaşmaktan vazgeçip kahvehanenin kapısından içeri girdi. Sol tarafta bir ayna ve berber koltuğu, duvarlarda ise pirinç leğenler asılı olduğunu gördü. Kahvede oturanların bakışlarını hissedince utanarak başını öne eğdi. Kahveci: “Oğlum, üşümüşsün otur da bir çay iç kendine gel.” deyince bir sandalyeye ilişti. Buraya ilk kez geldiği için hemen fark edilmişti. Kahveci, ocağının yanındaki duvarda asılı olan fincanlardan biri ile üzerinde duman tüten çayını getirmişti. “Çayını iç! Biraz soluklandıktan sonra Ali Rıza Hoca’yı görürsün. Seni bekliyor.” Ali Rıza Hoca başı öne eğik elinde kara kalem çalışma yapıyordu. Oturduğu yer kahveden birkaç basamak yukarıda çepeçevre peykelerle çevrilmiş, bir masa ve iki sandalyeden oluşmuş yüksek bir mahfildi. Karşısında Hattat İsmail Hakkı Bey oturuyordu. Anlaşılan bu kısım daha çok münevver tabakaya ait diye düşündü Süheyl Ünver, Hoca ile göz göze gelince bütün heyecanı yok olup gitti. Biraz hâl hatır sorduktan sonra Ali Rıza Hoca: “Benim sulu boya ve yağlı boya resimlerim evde, bir gün misafirim olursun, çalışmalarımı gösteririm. Sabahları erkenden kalkar eşeğime binerek Üsküdar’ın bütün sokaklarını, kahvehanelerini dolaşırım. Burada gördüğüm yerlere daha sonra karakalem, suluboya çalışmalarında yer veririm. Şimdi şurada, yoldan gelip dinlemeye çalışan şu genç adamı görüyor musun? Ocağa yakın bir yere ilişmiş ısınmak için, o kadar yorgun, sandalye üzerinde uyuyakalmış. Onu resmederken her haliyle canlandırmak isterim. Yorgunluğunu, evine ekmek parası götürdüğü için huzur içinde uyumasını resmime yansıtmak isterim.
Hattat İsmail Hoca karşı masadan söze girer: “Hocanın hayat felsefesi, insanlardan uzak tabiata yakın olmaktır. İstanbul’un her köşesini resmeder. En çok da Üsküdar’ı…” diyerek gazetelerini okumaya döndü. Ali Rıza Hoca arkadaşına gülümseyerek baktı, sonra Süheyl Ünver’e dönerek “Her şey hızla değişmeye başladı. Çocukluğumda olan binalar artık yok, ahşap evler yangınlarda yanıp kül oldu. Hatta bizim Üsküdarlı Şair Talât’ın evi de yandı, ev ile birlikte şiirleri, kitapları da yok oldu. Sadece ezberinde olanları toparlamaya çalışıyor.” Bir yandan kahve fincanlarını getiren kahveci, Şair Talât’ın beyitini okumaya başladı:
“Rahat yüzü görmedim ve göremem
Bir lahza bu gam sera evinde
Varken bu kadar güzide beytim
Kaldım yine ben kira evinde”
Ali Rıza Hoca: “Gördüğün gibi bizim kahvecimiz sanattan da anlar, şiirden resimden de” deyince, Hacı Ahmet, “Öyle kolay kahveci olunmaz!” deyip gülerek uzaklaştı.
Köşedeki masanın üzerinde Vatan ve Vakit gazeteleri açılmış bir şekilde duruyordu. Hattat İsmail Hakkı Bey, Vatan gazetesinin köşe yazısında Kurban Bayramı ile yapılacak hayırların münasip bir şekilde camilere ve hayır kurumlarına dağıtılmasından söz ediyordu. “Kurban Bayramı’nda doğduğumdan adımı İsmail koymuş babam, İbrahim Peygamber’in İshak’tan önce olan büyük oğlunun adı. Yahudiler, kurban edilen oğulun İshak olduğunu söylese de, elbette ben Müslüman olduğum için İsmail olduğuna inanırım” diye düşüncelere daldığı sırada, Kahveci lokum tabağını, yanındaki de kahvesini masanın üzerine bıraktı. “Vallahi şu bana verdiğiniz duvarda asılı olan hat yazısı, hem beni hem de gelen müşterileri ziyadesi ile sevindirdi.” derken bakışlarını gazetenin üzerine çeviren Hacı Ahmet, aceleyle İsmail Hakkı Bey’in yanından ayrıldı.
Kahvehanenin içinde bir kaynaşmadır gidiyordu. Mehmet Akif, Üsküdarlı Şair Talat ile birlikte Şair Ziya’yı kollarından tutmuş, iskemleye oturtmaya çalışıyorlardı. Şair Ziya çok sarhoştu. Onlar da içmişti. Belli etmemeye çalışıyorlardı. Kahveci köpüklü kahve yaparak bir an önce ayılmalarına yardım etti. Ali Rıza Hoca ve Hattat İsmail Hoca’ya saygılarından yukarı çıkmadılar. Onlar da olanları görmemezlikten geldi. Çiçekçi Kahvesi’nde bir gün daha sonlanıyordu. Ali Rıza Hoca ve Hattat İsmail Hakkı Bey gitmek için kapıya yönelmişti. Kahveci Süheyl Ünver’e sen biraz daha kal diyerek gidenleri uğurladı.
Kahveci, Süheyl Ünver’i karşına almış: “Evladım biz burada zengini, fakiri, münevveri, esnafı, sarhoşu, kabadayısı hep birlikte toplanırız. Fakirlere yardım eder, taşkınlık yapanları da hizaya getiririz” dedi.
Ressam Ali Rıza Hoca, Şair Talât ve Hattat İsmail Hakkı Bey kahvehaneden erken ayrıldılar, sohbet ede ede uzaklaştılar. At kestanesi onları uzaktan seyretti. Karacaahmet Mezarlığı’nda gözden uzaklaşıp görünmez oldular.
Çiçekçi Kahvehanesi müdavimlerini bir bir yolcu edince onun da yüzüne kimse bakmaz oldu. Zalim bir el en sonunda onu yok ederek önüne kocaman bir bina dikti. At kestanesi arkada kalmış gittikçe yaşlanıyordu.
Sıcaktan çok bunalmıştı. Önüne dikilen şu koskoca yapı nefes almasını engelliyordu. Ne padişahlar gördüm, Fatih İstanbul’u aldığında genç bir fidandım. Ne güzel kadınlar geçti bu sokaklardan… Ne yiğit delikanlılar… Hepsini bir bir uğurladım. Yaşlandıkça daha çok hatırlıyorum, daha çok özlüyorum Çiçekçi Kahvesi’ne gelenleri… Yapraklarımın altında sabah kahvesinde serinleyen müdavimlerini, yapılan sohbetleri çok özlüyorum. Biliyorum yakında zalim biri yok edecek kuruyan gövdemi. Kimse hatırlamayacak, burada, at kestanesinin yapraklarının altında serinleyen Çiçekçi Kahvehanesi’ni.
Özel Atay