(Evvel zaman içinde Masalkent’in yakınlarında Cinderalla adında bir kız yaşarmış, çok güzel ve akıllıymış. Cinderalla’nın annesi ölünce babası başka bir kadınla evlenmiş. Evlendiği kadının da birbirinden kötü ve çirkin iki kızı varmış, zavallı Cinderalla babası da ölünce, kötü üvey annesi ve ondan daha kötü kızlarıyla beraber yaşamaya başlamış.)
Sabah olduğunu hissedince yorgun gözlerini istemeye istemeye açtı. Sert ve soğuk yatağı bir akşam daha uykusuzluğunu çekilmez hale getirmişti. Yatağında bir iki kez sağa sola döndü, üşüyen ayaklarını ısınmaları için birbirine yaklaştırdı sonra karnına çekti ama faydası yoktu. Kirpiklerinin ucundaki tatlı uykuya dalmak üzereyken yapmak zorunda olduğu işler aklına geldi, telaşla yatağından kalktı. Yatağının kenarına oturup bıkkın gözlerle tahta takunyalarını aradı, o sırada gözleri soğuktan morarmış ayaklarına ilişti, ne kadar da büyüktüler! Utanarak onları telaşla takunyalarının içine sakladı.
Kalkıp kırık aynasına baktı. Ne kadar güzeldi, bir de uyuyabilseydim diye düşündü. Gözleri aslında yemyeşildi ama uykusuzluktan solmuştu, saçlarının dalga dalga tozlu kızıllığı omuzlarından beline dökülüyordu. Kendi görüntüsü onu tam mutlu etmişti ki ablaları geldi aklına. Onlar kalkmadan kahvaltıya kahve yetiştirmesi gerekiyordu. Telaşlı ama sessiz olmaya çalışarak merdivenlerden indi, kahve yaptı. Evden çıktı, ahıra girdi. Günaydın! dedi mutlulukla. Buradaki hayvanlar, ablalarından ve üvey annesinden daha iyi davranıyorlardı ona. Her şeye rağmen güzel bir sabah diye düşündü, kahveyi ineğe içirdi, biraz bekledi. Kovasını eline aldı ve sakin sakin süt sağmaya başladı. Aslında eskiden bu saatler en sevdiği saatlerdi, sıcacık bembeyaz süt parmaklarının arasından kayar gibi akarken, kaynatmadan içmemek için kendini zor tutar, sanki ruhu onun beyazlığıyla temizlenir, yıkanırdı. Sonra bir gün ablaları karıştırdıkları dergilerde “Cafe kültürü” diye bir şey okumuşlar ve sade süt içmenin çok sıradan olduğuna karar vermişlerdi. İyi de nasıl yapacaklardı bunu? Sonra akıllarına ineğe sütünü sağmadan önce kahve içirmek geldi. Zavallı inek ilk zamanlar içmemek için kaçmış, öğürmüş böğürmüştü ama ablaları vazgeçmemişlerdi. Sonunda o da alışmıştı kahve saatine. Saati gelip de kahvesini içmeyince sinirli sinirli bakmaya başlıyor aksileşiyor, kahvesini yapana kadar Cinderellanın peşinden ayrılmıyordu. Gittikçe daha çok kahve içmeye başlamıştı, bu yüzden ilk zamanlar sütü bol caffe latte içerlerken, artık cappucino alabiliyorlardı ondan. O kadar çok içiyorlardı ki kova kova içseler yetmiyordu artık. Parmaklarının arasından akan köpüklü kahverengi sıvıyı yadırgayarak baktı. Tam işi bitmek üzereyken, yan evde oturan komşularının bahçe yolundan telaşla evlerine girdiğini gördü. Bir şey olmalıydı, bu saatte niye gelmişti? Uykudan yeni uyanmış ablalarına telaşlı telaşlı bir şeyler anlatıyordu. Birden bir çığlık koptu. Sağa sola koşturmaya başladılar. Ne oluyordu? Kahve kovasını almaya çalışırken kova elinden kaydı, yere dökülmeye başladı, eyvah! Dedi korkuyla. Evdeki bağrışmaları duyan, yere düşen kovanın sesinden korkan hayvanlar hep bir ağızdan bağırmaya başladılar. Sabahki sessizliğin yerini çılgın bir gürültü almıştı. Kendini ahırdan dışarıya attı.
Ne söyleyecekti ablalarına ne diyecekti? Bir taraftan süte bulaşmış ellerini eteğine siliyor, diğer taraftan zihni bahane bulmak için korkunç bir hızla çalışıyordu ama yoktu işte, bir bahane yoktu. Cappuccino’yu dökmüştü.
Söylenecek her şeye razı eve girdi, ama evde garip bir koşturmaca vardı. “Ne oldu?” diye sordu. Ablalarının onunla uğraşacak vakti yoktu, meraklı komşu cevaplandırdı sorusunu, “Bu akşam prens vereceği baloda eşini seçecekmiş.” Ondan sonra da kimsenin aklına ne kahvaltı geldi, ne de dökülen süt.
Ablaları çok bilmiş annelerinin talimatlarıyla bir kıyafeti giyiyor ötekini çıkarıyorlardı. Kısa bir süre sonra ortalıkta kocaman bir kıyafet yığını oluştu. Saçları arkada toplanıyor, olmadı yana alınıyor, bütün olmamışlıklardan bir güzellik yaratılmaya çalışılıyordu. Uğraştılar uğraştılar. Öğlen oldu, akşamüstü oldu. Kendilerine göre en güzel kıyafeti giyip gittiler.
Cinderella arkalarından derin bir nefes aldı, yayıntı yığını eve şöyle bir bakıp iç geçirdi, yapılacak ne çok iş vardı. Nerden başlamalıydı? Umutsuzlukla yığılıp kaldı. Prens kim bilir ne kadar yakışıklıdır, hiç olmazsa bir kez görebilseydim! İçindeki umutsuzlukla boğuldu, ağlamak istedi, ama gözünden bir damla bile yaş akmadı. “Babacığım” dedi, “keşke burada olsaydın.” Bir el yüreğine gelip dokundu sanki ve aynı hızla yok oldu. Eline tam süpürgesini almıştı ki birden ne olduğunu anlamadan süpürgenin havaya kaldırdığı tozlar yıldız olup uçuşmaya başladı. Yıldızların arasında gözleri kamaştıran bir ışık parladı. Karşısında üzerinde eşofmanları, ayağında pofuduk terlikleriyle, yarısı ıslak yarısı kuru saçlarının üzerinde bir tarak taşıyan, güzel ama bir o kadar da sinirli bir kadın belirdi. Kadın etrafa şöyle bir bakındıktan sonra gözlerini bir noktaya dikti, görünmeyen birisiyle konuşarak, “……………………………” dedi.
Cinderella şaşırmıştı, “ne söylediniz” dedi, “ben anlayamadım”. Kadın, “Zaten sana söylememiştim, perice konuşuyordum” diye karşılık verdi. “Ne var dedi peri, beni niye çağırdın!” “Ben çağırmadım” dedi Cinderella. “Bir şeyi çok istemiş olman lazım, yoksa izin saatimde gönderilmezdim, tam da saçlarımı boyuyordum.” Yuvarlak camlı gözlükleri üzerinden kendisine bakan gözlerinden ateş çıkıyordu. ”Ben” dedi utanarak, “bu akşam prensin vereceği baloda olmak istiyordum.” “Zamane kızları” dedi peri, “Ah benim kızım olacaktınız ki gösterecektim size! Aklınız fikriniz gezmede. Giyin, süslen, gez!” Cinderella, hayır ben öyle değilim diyecek oldu, perinin toz bulutu altındaki kitapları incelediğini görünce vazgeçti. ”Neyse biz işimize bakalım, önce bana bahçeden bir balkabağı getir. Hemen! Araba yapmam lazım, sekiz tane de fare.” Cinderella perinin hışmından kurtulmak için kendisini dışarıya attı. Ama bahçeye bakmasıyla hayal kırıklığına uğraması bir oldu. Hiçbir şey ekmemişlerdi ki biçebilsinler. Masalkent’te her şey vardı.O gidemiyordu ama üvey annesi her gün bir şeyler alıp getiriyordu. Ispanağın bile yıkanmışını alıyorlardı, onun da işine geliyordu doğrusu, bu soğukta kim uğraşacaktı onları yıkamakla. Sadece bir keresinde ayran aldıklarında “yoğurtla su karışımı bu, ne var bunu yapmakta” diyecek olmuştu, üvey annesi ona öfkeli bir bakış fırlatmıştı.
”Önemli olan yapmak değil almak, trend bu!”
Ayağının altında çatırdayan kuru dal parçaları üzerinde yürürken, bir taraftan da taze bir sürgün görme umuduyla gözleri bahçede dolaşıyor ama dakikalar geçtikçe kahverengi ve siyahtan başka hiçbir rengin var olmadığı bu ölmüş dünyanın içinde yeşil bir şey bulma ümidi tükeniyordu. Dolaştı dolaştı… Sonra birden yeşil iki yaprak fark etti, uzandı, çekip aldı. Ne yani, yer elması mıydı? Bulabildiği tek şey buydu. Neyse ki fareleri bulmak zor olmadı, zaten bakımsız bahçenin her tarafı fare kaynıyordu. Koşarak eve girdi, elindekini periye uzattı. “Yer elması mı” dedi peri, “Siz beni ne zannediyorsunuz? Bir balkabağından muhteşem bir araba yaratmamı bekliyorsunuz ama balkabağınız bile yok!” Elinde sallayacak bir şey bulamayınca kafasından tarağını çıkardı yer elmasının üzerine tutup anlaşılmaz şeyler söyledi. Fareler de aynı işlemden geçip güzel atlara dönüştüler.
Bu kez tarak Cinderella’nın üzerinde sallandı; üzerindeki parça, parça olmuş giysiler, birden tekrar dokunurcasına ilmik ilmik üremeye başladılar. Gittikçe kabarıyor kabarıyorlar, bir taraftan da görülmeyen eller saçlarının bir kısmını yukarıda toplarken, kızıl lülelerini omuzlarından aşağıya bırakıyordu. Elbisenin her bir katı bitince, üzerinde yeni bir kat daha üremeye başlıyor, yerlere sürünen eteklerine danteller ekleniyor, saniyeler geçtikçe muhteşem bir güzelliğe sahip oluyor, nereye bakacağını şaşırıyordu. Tamam dedi peri, “Bu kadar yeter.” Büyü yaparken o kadar yorulmuştu ki alnında bir sürü ter birikmişti. Teri avucuyla sildi, elindeki ter damlası bir avuç pırıltı olmuştu. “Alınteri en güzel ışıltıdır” diyerek hepsini Cinderella’nın üzerine üfledi. Cinderella şimdi ışıl ışıl parlıyordu. Gece saat 24’ten önce evde olman lazım dedi peri, “Yoksa büyü bozulur, eski haline dönersin.” Sonra ekledi; “Bir daha çok istediğin bir şeyi hak etmek için hiçbir şey yapmadan beni asla çağırma!” Tam gidiyordu ki ayakkabılar geldi aklına, “az kalsın unutuyordum” dedi, tarağını bir iki kere daha salladı ve yok oldu. Şimdi yerde bir çift camdan ayakkabı duruyordu ve sanki biraz küçüktü. Cinderella nasıl yani dedi, bu kocaman ayaklarımı camdan ve küçük ayakkabıların içine mi sokmaya çalışacağım? Ama prensi görmek için değmez miydi ayaklarının ağrımasına? Evden çıkarak yer elmasından arabasına doğru yürüdü.
Bu sırada prens gece için hazırlanıyordu ama dalgındı, tüm neşesi kaçmıştı, bu akşamki baloda evleneceği kızı seçecekti. İlkten bu fikir çok eğlenceli gelmişti ona, ama artık her şey karmakarışık olmuştu. Annesi becerikli saygılı bir gelin istiyordu, babası gelin adı altında kızı yerine koyabileceği bir çocuk. Ama en zoru dedesinin istediğiydi. Dedesi çok bilge bir adamdı, gelecekte neler olacağını hep önceden bilirdi. Bir keresinde dedesine geleceği nasıl gördüğünü sormuştu, o da “Ben sadece geçmişi iyi bilirim” demişti… Ve geçmiş kendisini her zaman gelecekte tekrar eder.”
Dün dedesi onu yanına çağırıp, bak demişti. “Sen bir masal kahramanısın, çok büyük sorumlulukların var. Sen ne yaparsan, yüzyıllar boyunca nesilden, nesile anlatılacak, ufacık çocukların masalı olacaksın, sonra onların çocuklarının… Onlara vereceğin mesaj çok önemli. Onların minik beyinleri senin yaptıklarınla şekillenecek, onların hayatları boyunca arayacakları ya da aramayacakları şeyleri sen belirleyeceksin.” İşte bu sorumluluk şimdi bütün ağırlığıyla omuzlarında duruyordu sanki.
Dedesi “Mesela, olmaz ama” demişti, “sen olur da evleneceğin kadının ayakkabılarını beğenirsen, yüzyıllarca sürecek bitmeyen bir ayakkabı çılgınlığı başlatacaksın. Binlerce fabrika bu işle uğraşacak, evde yiyecek ekmeği olmayan kadınlar, son model, sanki giyebileceklermiş gibi yüksek topuklu, sağlıksız ayakkabıları görünce iç geçirecek, bu yüzden birçok evlilik yıkılacak belki, güzel ayakları olmayan kadınlar bunun için sağlıklarını hiçe sayıp ameliyat bile olacaklar.” Sonra “Yok canım demişti, abarttım bu kadar da olmaz!”
İşte şimdi gece yaklaştıkça endişesi artıyor yüzyıllar boyu vereceği mesajın ne olacağına karar veremiyordu. Offf!… Prens olmak ne zordu. Binlerce insan onu bekliyor olmalıydı. Sarayın penceresinden, durmak bilmeden saraya akan araba seline baktı. İçlerinden birbirinden süslü kadınlar ve erkekler iniyordu, sıkıntıyla omuz silkti, ne yapmacık bir dünyaydı, gözlerdeki gerçek bir ışıltıyı hiçbir şeye değişmezdi. Bu sırada babası içeriye girdi, “Hadi gidelim.” Dedi. “Vakit geldi.”
Sarayın döne dolaşa balo salonuna inen merdivenlerinden aşağıya doğru indiler. Ne kadar kalabalıktı. Prens yapmacık bir gülümsemeyle halkı selamladı. Allahım! Dedi İçlerinde bir tane bile güzel bir genç kız yok! Hepsinin kıyafetleri de ayrı bir çirkinlik örneğiydi. Güzel olmak adına bütün renkleri, bütün kumaşları birbirine karıştırmışlardı, saçları ayrı bir felaketti. Gencecik kızlar erken gelen yaşlılığı kabullenmiş gibi beyaz ya da beyaza yakın gri peruklar, yaşlılarsa tam tersi erken giden gençliklerini asla bırakmak istemezmiş gibi yaşlarıyla alakası olmayan renk ve şekillerde peruklar takmışlardı. Prens bıkkınlıkla, Hiçbirisinin minimalizmden haberi yok diye düşündü. Geçip yerine oturdu ve bu zevksiz ve yapmacık tiyatro sahnesini seyre daldı.
Cinderella yer elmasından arabasında çok rahatsız bir yolculuk geçirmişti. Otursa ayaklarını koymaya yer bulamıyor, ayaklarına yer bulsa bu sefer başına yer kalmıyordu, ama dedi ben hak ettim bunu! Masalkent’in büyüsüne kapılıp bahçesine bir şey ekmemişti. Yolculuk sırasında neredeyse yer elmasının şeklini almıştı ama, nasıl olduysa, yıllar kadar uzun gelen dakikalar içinde derin bir uykuya dalmış ve o kadar dinlenmişti ki şimdi yeşil gözleri çakmak çakmak yanıyor, uykunun pembe öpücüğü yanaklarında duruyordu.
Saraya geldiklerinde arabadan indi. Sağa sola pilates hareketleri yaparak vücudunu esnetti. Of! Her tarafı tutulmuştu. Ayakkabıları da şimdiden ayağını sıkmaya başlamıştı. Sarayın kapısından, bu saray gezisi hayırlara vesile olur inşallah diyerek sağ ayağıyla girdi.
Allahım bu ne ihtişam, nasıl muhteşem bir dünyaydı! Biraz önce Masalkent’le ilgili verdiği bütün kararları unutmuştu. Şaşkınlıkla etrafı inceleyen gözleri, prensin bıkkınlıkla etrafına bakan gözleriyle karşılaştı. Bir anda meraklı bakışlar etrafını sardı. Kıyafeti göz alıcıydı, üstündeki renkler ince, ince renk tonlarıyla ve üzerindeki dantellerle birbirine karışmış, nerde başlayıp nerde bittiği belli olmayan muhteşem bir renk uyumu biranın köpükleri gibi elbisesinden yere akmıştı sanki. Etrafındaki fazla işlem görmekten artık naylon görünümüne bürünmüş saçlara inat, kızıl saçları nehirlerdeki güneş ışıklarının aksi gibi omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Vücudundaki ışıltılar onu görünmeyen ikinci bir beden gibi sarmıştı.
Yenilgiye teslim olan rakiplerinin bilinçsizce adımlarını bir adım geriye atmalarıyla Cinderella ve Prens karşı karşıya kalmışlardı. Prens Cinderella’nın elinden tutmak için kalktı ve ona yaklaşınca zümrüt yeşili, içinden yeşilin bin bir tonu geçen gözlerini gördü, ondan sonra da gece boyunca başka bir şey görmek istemedi zaten.
Cinderelle için rüya gibi bir geceydi, herkesin hayran bakışları ve prensin kolları arasında baş döndürücü müziğin nağmeleriyle dönüyor dönüyor dönüyordu… Bir mucize olsa da dedi içinden, Prensle evlensem bile bir daha bu anı yaşamam. Ama o ayaklarının acısı yok muydu? Hatta artık ayaklarında hissettiği koyu sıvı sıcaklıktan kanamaya başladıklarını anlamıştı. O kadar canı yanıyordu ki, Birden aklına perinin pofuduk terlikleri geldi, şu anda o terlikler için her şeyimi verebilirim diye düşündü. Hatta isteseler prensi bile!
Birden saatin sesiyle irkildi. GONK! GONK! GONK! … 21, 22, 23. Lütfen dedi, lütfen 24 olmasın! Saat 23 kere çalıp durdu, rahat bir nefes aldı, hemen gitmeliydi, yoksa eve varamadan atları fareye dönüşecek ve evine asla ablalarından önce varamayacaktı.
Prensin kollarından sıyrılıp koşmaya başladı, Prens arkasından geliyordu ama koşamıyordu ki şu kahrolası ayakkabılar yüzünden, kapıya geldi merdivenlerden inerken ayakkabıları alıp hırsla yere çarptı camdan ayakkabılar kırılmıştı, nihayet dedi Kurtuldum sizden! Ve koşarak uzaklaştı.
Arkasından gelen prens sadece yerdeki kan içinde parçalanmış ayakkabıları gördü ve haklıydın dede dedi, az kalsın yanlış bir mesaj verecektim.
Bundan sonraki günler ve aylar çok sakin geçti Cinderella Prensten çok etkilenmişti ama yapması gereken daha önemli işler vardı. Öncelikle ayaklarını iyileştirmek haftalarını aldı ve bir daha hiç kimse için böyle bir eziyete katlanmamaya karar verdi. Perinin söyledikleri aklından çıkmıyordu. Peri ona “Bir daha çok istediğin bir şeyi hak etmek için hiçbir şey yapmadan beni asla çağırma!” demişti. Bahçesine yeni çiçek ve meyve tohumları ekti, aylarca onlarla uğraştı. Kitapların tozunu aldı, vakit bulamasa bile her gün en azından yarım sayfa kitap okumaya başladı. Eskisinden daha fazla çalışıyordu ama yatağa yattığında o kadar yorgun oluyordu ki, o rahatsız yatak, bir pamuk yığını gibi geliyordu ona, sabaha kadar mışıl, mışıl uyuyordu. Artık gözleri ışıltılı tarlada çalıştığından, vücudu daha sağlıklıydı. Bir süre sonra tarlası kokularıyla ve renkleriyle kendisine herkesi hayran bırakan muhteşem bir bahçeye dönüştü.
Prensin de halletmesi gereken sorunları vardı. Cinderella’yı unutamıyordu ama şu vereceği mesaj nasıl bir şey olmalıydı? Bunu bulmak için kendisini odasına kapattı kitaplara daldı. Gerçeğini gördükten sonra asla sahtesiyle yetinemeyen bir ruh bilinciyle hayatındaki her şeyin sahte olduğunu anlamıştı, yedikleri, konuştukları, gördükleri… Uşağı her zaman olduğu gibi yine sabah kahvaltısını odasına getirmişti. Birden tabaktaki kırmızıya yakın domatesleri gördü, rengi kırmızı değildi, şekli de bir garipti ama mis gibi domates kokuyordu, tadı da Masalkent’ten alınanlara hiç benzemiyordu, bu gerçekti işte. Uşağını çağırıp hemen “Bunun tohumlarını bul” dedi, “Saray bahçesinde yetişmesini istiyorum!”
Uşak aradı taradı ama kime gitse hepsi de tohumların genetiğiyle oynandığı için sadece bir kerelik ürün alabildiklerini, bunun büyük ihtimalle ismi lazım değil bir ülkenin işi olduğunu bunun için tohumları aldığı bir önceki kişiye gitmesini öneriyorlardı. Uşak böyle araya, araya en sonunda Cinderelleya ulaştı. Prense gelip haberi verdi. Prens “kimmiş bu kız?” diye sordu, uşak bilmediğini söyledi, sadece dedi “Zümrüt yeşili gözleri vardı.”
Prens heyecan ve mutlulukla dedesinin yanına koştu. Dede dedi “Hazırlan, gidiyoruz!”
Cinderellayı bulmaları uzun sürmedi Bahçede çiçekleriyle uğraşan ayakları çamur içindeki Cinderella, atın sesini duyunca, yine prensin uşağı geldi zannedip dönüp bakmadı bile. Prens ve dedesini omzunun üzerinden görünce ne yapacağını şaşırdı, koşarak prense sarıldı. Dede kaygılıydı, Prense bakarak “Mesaj? dedi. “Prens göz kırparak cevap verdi: “Onlar anladılar!”
Cinderela’nın kötü kalpli annesi ve kız kardeşleri nerde miydi bunlar olurken? Onlar, olur da Prensle bir daha karşılaşırlarsa onu etkilemek için alışverişe gitmişlerdi. Masalkent’te ucuzluk vardı şu sıra, %70 sezon indirimi!
Şaheser Yılmaz
Harika bir öykü olmuş çok espirili. Emeğine sağlık.
BeğenBeğen