Thomas Mann, Büyülü Dağ (Der Zauberberg), Can Yayınları, 2016, İstanbul, Çeviri: İris Kantemir,
Almanca ilk basım: Kasım 1924
Beklenmedik bir menüsküs yırtığı sonucu reçeteme on gün ev istirahati yazılmasaydı uzun süredir bakıştığımız Thomas Mann (1875-1955)’ın iki ciltlik ‘Büyülü Dağ’ı bir süre daha kitaplıktan inemeyecekti sanırım. Yazarın, eşi Katia ile 1912 yılında İsviçre’nin Davos şehrinde kaldığı sanatoryumdan esinlenerek yazdığı söylenen “Büyülü Dağ” romanının başlangıcında uzun uzun anlatılan sanatoryum hayatının, dinlenme/yürüyüş kürlerinin, öğlen uykularının, besleyici yemeklerin, doktor muayenelerinin, röntgenlerin kendi tedavimle paralel gittiği bazı anlarda “sanat mı hayatı, hayat mı sanatı taklit eder?” bağlamında ürperdiğimi de itiraf etmeliyim.

1929 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Thomas Mann, ‘Buddenbrooklar’ romanında anlattığı aristokrat Mann ailesinin yazar fertlerinden bir tanesi, belki de en ünlüsü. (1) 1933’te Almanya’da Hitler’in başa gelmesiyle birlikte Almanya ve Avusturya’dan kaçan yazarların arasına Mann da katılmış ve İsviçre’ye gitmiş. 1939’da İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla birlikte ABD’ne giden yazar 1952’ye kadar Los Angeles’da yaşamış. Thomas Mann, “Exilliteratur” denilen akımın önemli temsilcilerinden kabul ediliyor. Nazi Almanyasından kaçan Alman ve Avusturyalı yazarların Avrupa başkentlerinde ve Amerika kıtasının New York, Los Angeles, Mexico City gibi şehirlerinde sürgünde yaşarken verdikleri eserleri kapsayan “Exilliteratur” akımı içerisinde Remarque, Adorno, Brecht, Hesse, Musil vbg… önemli isimler yer alıyor. (2 Aktif bir Nazi karşıtı olan Mann, Amerika’da 1950’lerde Amerika’da yükselen McCarthycilik akımında da komünist olduğu şüphesiyle baskılara maruz kalmış, nihayet Kongre Kütüphanesi’ndeki Alman Edebiyatı Danışmanlığı görevinden de ayrılmak zorunda kalınca 1952’de İsviçre’ye dönmüştür. Mann, 1955 yılında Zürih’de bu dünyadan ayrılmıştır.
Muhteşem bir yolculuk tasviri ile açılıyor Büyülü Dağ; düzlükten dağa, gençlikten yetişkinliğe, düzenden büyüye, bilinenden bilinmeyene, evden yabana, ana kucağından başı dumanlı yaşama… Mann’ın iki cilt boyunca “sıradan bir genç” olarak nitelendirdiği kahramanı genç mühendis Hans Castrop, Alplerdeki bir sanatoryumda tedavi görmekte olan kuzeni Joachim Ziemssen’i üç haftalığına ziyaret etmek üzere kendi tanımlamasıyla “yukarıya” çıkmaktadır. Oysa “yukarıda” tanışacağı ve orada kaldığı süre boyunca -çünkü evdeki hesap “yukarıya” hiç uymayacak, üç haftalık süre oldukça uzayacaktır.- en yakınındaki insanlardan biri olacak İtalyan edebiyatçı Settembrini buranın “yeraltındaki gölgeler ülkesi” olduğunu söyleyiverecek, iki cilt boyunca okuyucunun şahit olacağı fikir tartışmalarının ilki akıl/ruh çerçevesinde başlayacaktır.
‘Büyülü Dağ’, özellikle ilk cildinde kolay bir okuma sunmuyor okuyucusuna. Ben ilk ciltteki sıkıcı havayı, bunaltıcı okumayı iki ciltlik bir romanın kaçınılmaz bir özelliği olarak kabullenmiştim. Hoş ve canlı olmakla birlikte upuzun tasvirler, her yönüyle ince ince örülen karakterler, sayfalar süren ve değişik konularda derin bilgiler içeren diyaloglar beni metinden birazcık da uzaklaştırmıştı. Ve romanın ismindeki ‘büyü’ uzun süre aklımı karıştırdı. Bu kadar gerçekçi betimlemelerin, bu kadar değişik bilginin, felsefenin, tarihin, bilimin içinde nerede olabilirdi acaba bu büyü, bu dağların büyüsü? İkinci cildin ortalarından itibaren her şey hareketlenmeye başladı ve okuma zevkim bir anda yükseldi. Çünkü işin içine aşk girdi, tutku girdi, tehlike girdi, hatta ölüm girdi, yani yaşam başladı dağda. Sanatoryumda, bir kısmı kısa bir zaman içinde ölüp gidecek insanların evinde bile yaşam kendini var etti; tüm duyguları, korkuları, mucizeleri ve rezillikleriyle. İşte yazarın sözcükleriyle yarattığı büyü!
İlk ciltte iklimi, karakterleri, tüm düzeni ve adetleriyle sanatoryumu okuyucunun gözünün önüne seren detaylı anlatım, ikinci ciltte yerini olgular, kavramlar, düşüncelerin çarpışmasına, duygular, hayaller ve rüyaların coşkusuna bırakıyor. Settembrini’nin deyimiyle “yaşamın sorunlu çocuğu” Hans Castrop’un “yukarıdaki” ilk günlerindeki hali gibi hissedebiliyor biraz da kendini okuyucu;
“…yüzüne soğuktan ve tüm bu karışık düşüncelerden ateş basmış ve … düşünmekten sersemlemiş bir halde…”
Birçok karakter, sanatoryuma giren, ayrılan hatta sonra geri dönen hastalar gibi romana ve Hans Castrop’un hayatına girip, çıkayor ve hatta sonra yine giriyor. Her biri titizlikle oluşturulmuş ve kurgunun içine yerleştirilmiş bu karakterlerden ikisi, iki entelektüel; Naptha ve Settembrini hemen hemen her konuda yaptıkları fikir tartışmaları ile Hans Castrop’un eğitimini üstleniyorlar kendilerince. Sayfalar süren bu tartışmalar aynı zamanda yazara yaşadığı çağın entelektüel alandaki resmini çizme olanağını da vermiş.
Hastalıklı bedenlerin iyileşmesi için çalışan bu sanatoryumda kahramanımızın geçirdiği asıl değişim aklında, ruhunda ve kişiliğinde oluyor. “Yukarıda”, uygarlığın bir çocuğu olarak yabancısı olduğu doğaya yakınlaşıyor. Fakat bu sevecen ve rahat bir yakınlık değildir. Bazen korkutucu, heyecanlı ve derin bir yakınlıktır. İnsanlardan uzaklaşır, yeryüzünün ilkel sessizliğini dinlemek için kimsenin olmadığı zirvelerde kayar kahramanımız. Zamanı ve mekanı yitirdiği bir kar fırtınasında donmak üzereyken gördüğü sıcak, güneşli bir Akdeniz düşü bana göre romanın zirve noktası, yazarın ruhunun lirik bir şiiridir.
‘Büyülü Dağ’ı okuyup da Settembrini’nin dediğine katılmamak mümkün değil;
“Kendini tanıma ve bunu ifade edebilme yürekliliği – bu edebiyat ve insanlık demek.”

Kırmızı Başlıklı Corona
⦁ Thomas Mann’ın ağabeyi Heinrich Mann ve altı çocuğundan üçü; Erika Mann, Klaus Mann, Golo Mann da önemli Alman yazarlarındandır.
⦁ Exilliteratur, Wikipedia, 30.10.2021, https://en.wikipedia.org/wiki/Exilliteratur, web:12.11.2021