İnsanoğlunun yeryüzündeki varlığını idrak etmeye başladığından bu yana en mutlu anlarının avcı-toplayıcı zamanları olduğunu düşünebilir miyiz? Erkekler ava çıkıyor, kadınlar bitkileri topluyor, ortaklaşa çocuklara bakıyor, mağaralarında mutlu mesut yaşıyorlardı. Doğanın içindeki bütün canlılarla uyum içindeydiler, muhtemelen bitkileri devamlı ürün versinler diye kökten koparmamayı öğrenmişlerdi; hayvanların ise kendilerini doyuracak kadar avlanması yetiyordu. Bir insanın kendisini doyurabilmesi için haftada 8 -yazıyla sekiz- saat çalışması yetiyordu. Kalan vakitte neler yaptıklarını bilmiyoruz ama oldukça keyifli geçirebilecek boş zamanları olduğu kesindi. Yaşamlarına henüz artı değer, üretim, pazarlama, mal, malları bırakacakları aile kavramları girmemişti.

Derken olan oldu, neolitik çağ geliverdi. Yerleşik düzene geçildi, tarım başladı, hayvanlar evcilleştirildi, evler yapıldı. Modern anlamda çağ atlanmış gibi görünse de insanın medeniyetle gelen ilk kafeslenmesiydi ve doğal olarak acı veren bir süreçti. Bazı haylazlar bu kafeslenmeyi reddettiler, zaten hayvanları dışarda otlatacak birileri de gerekti, içerdekiler onlara “tamam git, dışarda dur, hayvanlara da bak” dediler. Ayrıca, yerleşik yaşama geçenler kendilerini koruma yetisini de kaybediyorlardı; bundan dolayı toplumlarına bir saldırı olduğunda bu haylazların yardıma çağrılması gerekiyordu. Böylece binlerce yıl sürecek tapınak- kral, cami- kışla, kilise-devlet, şaman-kağan karşıtlığının da temeli atılmış oldu. İnsanın ilk kafeslenmesi her ne kadar acı veren bir süreç olsa da toprakla ve doğayla olan bağını kesmedi. Toprağa bağlanarak özgürlüğünü kısmen feda eden insanoğlu onunla bütünleşerek, karşılıklı alışverişini karşılıklı fayda esasına göre sürdürürken onunla ilgili bilgeliği de edindi.*

Derken modern çağlar geldi, şehirleşme ile başlayan süreçte kafeslenme sancısı iyice arttı. Ancak hala daha evlerinin bahçeleri vardı, ayakları topraktan kesilmemişti, tarım önemliydi, ekip biçme devam ediyordu.

Bizim yaşadığımız topraklara gelince; yüzlerce kavime ev sahipliği yapmış olan Anadolu tarımın ilk yapıldığı kadim topraklardandı. Üzerinde yaşayan insanlar binlerce yıldır kendilerini besleyen toprakla ilgili bilgileri aktarma usulü almışlar, sahiplenmişler, geliştirmişler, bilgeleştirmişlerdi. Yirminci yüzyılın başında bitmez tükenmez savaşlarla sarsılan Anadolu, savaşlarda kaybettiği yetişmiş insan gücünün eksikliğiyle sefaletle, yokluklarla derinden sarsılırken, genç cumhuriyet yetişmiş, perişan bir ülkede bilimle bilgeliğin birleşmesi için o günün dar olanaklarında elinden geleni yapmıştı.

Cumhuriyetle beraber edebiyatçılarımız da boş durmamıştı, köy romanları adı altında bir ekol bize toprak bilgelerini, daha çok da kadınlardan oluşan toprak bilgelerini anlattı. Özellikle köy enstitülerinden çıkan yazarlar köyleri şehirlerin önüne serdiler.

Altmışlara gelindiğinde ülkenin dörtte üçü hala köylerde yaşıyor, tarımla uğraşıyordu. Şehirlerde yaşasalar da çocuklar hala çamurdan köfte yapıyor, anneler uzaktaki köylerinin özlemiyle saksılarda bin bir çeşit çiçeği kendileri yetiştiriyorlardı. Sonra olanlar oldu. İster tarım politikaları deyin, ister bölünen toprakların artık insanları doyuramaması, ister terör ya da şimdi aklıma gelmeyen diğer sosyolojik, ekonomik vesaire nedenler, köyler kentlere akıverdi. Elli yıl içinde, ülke çapında köyde yaşayanların oranı yüzde altı, yedilere düşüverdi. Maddi, manevi pek çok şeyi kaybettik, kaybetmekteyiz; içlerinden en önemlilerinden biri toprakla olan bağımızın getirdiği bilgelikti. Toprak yalnızca para getiren bir metaya dönüşmüştü, kısa vadeli nedenlerle onu zehirleyip ürünü olabildiğince yüksek tutara satmak amaçlanıyordu artık. Atalardan aktarılan bilgiyi de ekleyerek, bir anneannenin bir metrekare yer bulunca sevgiyle ektiği karalahanalar, bugün şehirde gündelikçi olan bir kadının toprağı hissederek devşirdiği sebzeler, bir dedenin adeta ağacı okşarcasına topladığı meyveler yavaş yavaş yerlerini terk ettiler. Köfteler sanallaşırken, evdeki çiçekler çiçekçilerden satın alınır hale geldi.

Ama insanoğlu bu, haylazları hep olacaktı.

Geçen haftalar içinde Neyya olarak Bilecik’in Gölpazarı ilçesine bağlı Kurşunlu köyündeydik. Kurşunlu ve çevre köylerindeki haylaz toprak bilgeleri ile karşılaştık. Köyü eko turizme açan Bedriye Engin Berber’i artık tanımayan kalmadı gibi. İnstagram profilinde “doğal ürünler üretip satan, sıra dışı okur, global girişimci, yerli tohum savaşçısı, kırsal eko turizm organizatörü” yazıyor. Müthiş bir kadın, yaptıkları ile ödüller almış, bir yığın televizyon programlarına, gezilere, toplantılara katılmış, hakkında bir kitap bile yazılmış.

Benim içinse o kaybolmakta olan toprak bilgelerinden. Kendini bildiğinden beri toprakla haşır neşir, onun dilini çok iyi anlıyor, karşılıklı sevgileri sonsuz, atalarından gelenle okuduklarını birleştirerek köycek üretiyorlar da üretiyorlar. Şimdi sözü ona bırakıyorum.

“Ben en iyi toprağın dilinden anlarım, elime aldığım zaman toprağın benden ne istediğini ne istemediğini bilirim. Bu uzun yıllardır toprakla haşır neşir olduğumdandır, yoksa çok zeki olduğum anlamında değil, tohumumu daha çiçekte ayırt edebilirim, patateste, domateste çiçekte ayırt edebilirim. Gerçekte o öyle güzel ışıldar ki ‘ben tohumum’ der. O benim tohumumdur ve o çiçekte meyveye dönüşmesini beklerim.”

“Ocak ayı adı üzerinde ‘ocakları hazırlayın’ demek, yani kışın yağmurları, bahar yağmurlarını,  yeteri kadar alsın diye ocaklar hazırlanır, toprak sürülür, gübrelenir ve kapatılır ocaklar. Bir sıra pulluk çekilir, üzerine gübre atarız, ev gübresi, yanmış hayvan gübresi, ondan sonra onu tekrar pullukla kapatırız, içinde gübre yumuşacık olur. Bu ocak hazırlığıdır, patates, fasulye, domates ne ekersen ek ocak hazırdır. Ocak ayında daha yapılır bu işlemler, kar suyunu emer, sonra bahar geldiği zaman, toprak yumuşadığı zaman bir daha hiç çapa kullanmadan içinde gübre olan yumuşak hazırlanmış ocağa istediğini ekebilirsin ama onun nemini ayağın çok güzel bulur. Çıplak ayakla ekersin, bizim burada birçok yerde kadınlar bu işi çıplak ayakla yapar. Fasulyeyi, kavun, karpuz, salatalık, kabak, bunlar hep aynı sistemle en güzel sonuçları verir. “

“ ‘Ben en iyi toprağın dilinden anlarım’ dedim ya, ‘Doğaca’dan en iyi anlarım, doğanın dilinden en iyi anlarım, mesela mantar toplayacağım, hangi mevsimde, nerede, ne bulacağımı çok iyi bilirim. Dağ elması toplayacağım, sirke yapmak için veya reçel yapmak için veya ahlat toplayacağım, dağın neresinde veya ovanın neresinde hangi zamanda olduğunu elimle koymuş gibi her şeyi bilirim, bulurum; dağları adım adım, her yeri, hangi mantarı ne  köşede ne zaman bulacağımı da bilirim, yani Doğaca’yı da çok iyi bilirim. Doğanın dilinden çok iyi anlarım. Hayvanların dilinden çok iyi anlarım. Kendimi bildim bilesi hep hayvan bakarım. Baba evinde, 48-50 hayvanlı uzun besihanelerimiz vardı babamın. Evlendim gene aynı hayvanlarla, bir de arılar ilave oldu. Arı da çok zeki bir hayvandır yani, müdahale edemezsin arıya yani, çok zeki hayvandır. Bu yüzden köylerde zaten zeki insanlar arıcılık yapabilir. Onun da çok bilinmesi gereken çok pratikleri vardır. O yüzden ben böyle çiftçiliğin, hayvancılığın sonradan öğrenilebilecek bir şey olduğuna inanmıyorum. Çok istek olması lazım bunu sonradan öğrenebilmek için, ya da bizim gibi böyle doğuştan içinde olmak gerekir, diyorum.”

Yoksa siz soğuk kış aylarında ısıtan ocaktan dolayı bu aya ocak dendiğini mi zannetmiştiniz?

Bütün haylaz toprak bilgelerine sonsuz sevgi ve saygıyla,

Asil Şenol Topçu

Kasım 2021

*Yazının ilk iki paragrafı oluşturulurken, İskender Savaşır’ın (1955-2018) Gergedan Kitabevi’nde verdiği derslerin notlarından faydalanılmıştır.