Yeni şiir kitabınız “Sessiz Düğüm”de anlatılan hikâyeden yola çıkarak yaşam ile şiir arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?
“Açıktı kapı, tutamadım kendimi, yoksa sevmem kulak misafirliğini.” diyor Sessiz Düğüm‘de 2. Adam. Ama ben seviyorum “kulak misafirliği”ni. Şiir de bir kulak misafirliğidir. Şair, yaşamda olup bitenleri dinlediği kadar, kendi ruhuna da dayar kulaklarını. Yaşamı ve kendisini dinler. Şiir buradan doğar. Sadece kendi sesini dinleyen şair, hamamda yalnız başına şarkı söyleyen birine benzer. Sesi ona güzel gelir. Dinleyene de sormak gerek. Oysa iyi şair, hamamda değil, değirmende türkü söyleyen köyün delisidir. Sesini duyan olmasa da o, o türküyü değirmendekiler için söylediğini bilir. O değirmen, yaşamdır. Şair, yaşamdan aldığını yaşama vermelidir. O yaşamın içinde kendisi de vardır. “Sessiz Düğüm”deki hikâye de böyle bir hikâyeydi. Bir meyhanede yan masaya kulak misafiri oldum, bir kadınla bir erkeğin acılı hikâyesini dinledim. Biri ölü, iki adam ve bir genç kadın… Şiirde kimi zaman birinci adam, çoğunlukla da ikinci adamdım. Yaşama tanıklık etmek de denebilir bu misafirliğe. Şiir de bunun için yazılmıyor mu?
Yaşadığımız dünyanın “şeyleşmesi” ve metaların insan varlığı üzerindeki artan hakimiyetine siz şiirlerinizle nasıl bir karşılık veriyorsunuz?
Sorunuzdaki “şeyleşme” kavramını, Marx‘ın “yabancılaşma” kavramından farklı kullanmadınız sanırım. Ben de Marx‘tan el ve dil alarak sürdüreyim. Bir işçinin kullandığı makineye ya da işlediği emeğine yabancılaşması ne kadar trajikse şairin nesnelere ve onları dil için kullanılır kılan sözcüklere yabancılaşması o denli fenadır. Şair, sözcüklere yabancılaştı mı bilincine de yabancılaşmaya başlar. Bunun için dış gerçeklik, sadece şiirin olanaklarını zenginleştirmelidir. Şair, nesnelerin (para, ödül ya da başka değişim araçları) ruhunda açacağı yıkıma asla izin vermemelidir. Şairin işi ya da alış verişi, maddi gerçeklikle değil, maddenin ruhsal yapısıyla ilgili olmalıdır. Şair de bir maddedir çünkü. Kendi ruhunu şiirin yurdu yapan şairlerin maddenin baskısından uzak duracağını düşünüyorum. Bu rahatlığı ya da dinginliği bulan şair, şiirlerini de her türlü egemenlikten ve baskıda uzak tutar. Ben de şiirimle bu farklılığı ve özgüveni oluşturduğumu sanıyorum.
Şiiri bir ucu şairde bir ucu okurda olan kutsal bir ipliğe benzetmeniz ilginç geldi. Ancak iplik yumak haline geldiğinde “kaos”u da yanında taşımaz mı?
“Kaos” kötü bir şey değil ki! Ne diyor halk sözü? “Bulanmadan durulmaz.” Şiir, dipten dibe diyalektik bir çatışmadır. Şairin ruh karmaşasının adıdır şiir. Her şey süt liman olsa şiire ne lüzum! Bu yansıtmadan çıkacak şiir, çıkana kadar şairin de canını çıkarır, bırakalım çıktıktan sonra da okurun canını çıkarsın. Düzayak bir kulübe değildir şiir. Çok eski bir yer altı şehridir. Dolambaçları, sapaları boldur. Şairin çektiği çileyi, hadi sardığı diyelim, okur da sarmalıdır, çekmelidir. Böyle olmazsa şiirin düzyazıdan ne farkı olur ki? O çile, yumak dolandıkça şair de okur da şiirsel gerginliğin hazzını daha da çok yaşayacaktır. Onun için bir ucu şairde bir ucu okurdadır o ipin. Şiir, sabır ister. Okur için de şair için de böyledir bu. Yazmak ve okumak, iki ucu keskin bir bıçaktır. Köreltmemek için bu sabrı ve direnci göstermelidir okur ve şair. Yazarak ve okuyarak… Böyle olmazsa yazmak da okumak da unutulur. Öğrenilen bir şeydir çünkü ikisi de. Eğitim işidir.
“Sessiz Düğüm” için hikâyesi olan hatta kurmaca şiir-metin diyebiliriz. İçinde anlatıcı ve koro yanında; Kadın, 1. Adam, 2. Adam gibi anlatıcı karakterleri barındırıyor. Bu önceden tasarladığınız bir biçim miydi?
“Kurmaca.” Güzel sözcük! Şiir terazisinin bir kefesinde “gerçek” duruyorsa öte kefesinde “kurmaca” vardır. Birbiriyle bağdaşmayacak iki sözcük bile şiirde yan yana getiriliyorsa kurmacadır bu örgü. “Sessiz Düğüm”de de böyle oldu. Hani bazı filmlerin künyesinde “Bu filmde izleyeceğiniz olaylar gerçek hayattan alınmıştır.” diye bir cümle geçer ya, kitaptaki olay da bütün bütüne gerçek bir olaydan alındı. Kurgusuysa ardından geldi. Hikâyede üç kişi vardı. Bu yüzden onların konuşmaları, ancak bir oyun düzeni içinde verilebilirdi. Biri ölü, üç “anlatıcı ben”, kendilerini didikliyorlar kitap boyunca. Kendilerini temize çekerken yaşamı da sorguluyorlar aslında. Şair, tanrısal bir bakışla dahil olmuyor bu hikâyeye. Ama kurguyu o yaptığı için üçünün yerine de düşünebiliyor ya da epizod kahramanlarının ne söyleyeceklerini biliyor. Konuşanlarsa iki adam ve bir kadın… Koroysa yalnızca bir toparlayıcı. Kahramanların söylediklerini derleyip topluyor, bir ana düşünceye bağlıyor. Koro, tragedya havası veriyor şiirlere. Bu yapı da kurmacanın bir öğesi denebilir. Tasarlamadım şiiri çünkü gerçekti anlatılanlar. O meyhanedekiler şiir dilini kullanmadılar kuşkusuz. Şiir, onların hikâyelerine yeni bir dil giydirdi. Ancak biçimi tasarladığımı söyleyebilirim. Başka türlü yazılamazdı bu kırık aşk hikâyesi.
Kitapta hikâye, Kadın‘ın 2. Adam‘ı anlatmasıyla başlıyor ve devam ediyor. Ben ise, kadının daha ziyade kendini anlatmasını bekledim. Kadın anlatıcının şiir dilini kurarken, sizi zorlayan sözcükler, imgeler, derinlikler oldu mu?
Kadın kendini anlatmıyor, derdi kendisiyle değil, ikinci adamla çünkü. Birinci sevgilisi (2. Adam), intiharla çekilip gitmiş “aşk üçlemesi”nden. Kadını diğer sevgilisiyle baş başa bırakmış. Onlar da bir meyhanede vicdan azaplarını ölü bir balık gibi yatırmışlar masaya. Orasından burasından dürtükleyip duruyorlar. Ölüm, ölümün dediğidir ancak. Fazlası değildir. Ölü sevgili de öyle yapmış. Onları vicdanlarıyla ıpıssız bırakıvermiş. Kadın da 1. Adam da uçsuz bucaksız bir çaresizliği, iç bunaltısını yaşıyorlar aslında. O gece, o meyhanede de böyle olmuştu. O iç sıkıntısıyla kadın konuştu daha çok, erkek dinledi. Yetmediği yerde ben konuşturdum1. Adam‘ı. Kadın, kitapta kendisinden de az çok söz ediyor. Çocukluğundan, annesinin duyarsızlığından, ölüm duygusuyla ilk karşılaşmasından… Kadını ve ölü sevgiliyi konuştururken çok zorlanmadım. Ölü sevgili daha çok bendim çünkü. Kadın ise birbirimizi yediğimiz sevgililerimden biri olabilirdi. Yabancı değildi bana. Ruh halini verebildiğimi sanıyorum. Sıkıntı ve vicdan azabı, kadını da erkeği de eşitler çünkü. Ayrı sözcükleri, imgeleri, gizli derinlikleri yoktur. Yalın ve dümdüzdür.
“Sessiz Düğüm”de yüzünün yarısı şark çıbanı, yarısı yaz sonları” gibi mevsim ve gün hallerinin olduğu çok sayıda imge dikkatimi çekti. Baudelaire‘den sonra varlık gösteren estetik modernite ruhunu şiirlerinizin de taşıdığınızı söyleyebilir misiniz?
“En iyiye, en güzele, en sevgiliye şiir oku!” diyor Baudelaire. “Sessiz Düğüm‘de sevgililerin şiir okumalarını isterdim ama böyle karışık bir ruh haliyle değil şiir okumak, birbirlerine bir iki tatlı övgüde bulunmaları bile zordu. Birbirlerine dayanma güçleri kalmamış iki insanın “muhasebeler”i üzerine kuruldu kitap. Bu muhasebeyi süslemek de bana düştü. Estetik, Batı şiirinde Baudelaire‘den önce de şiirin önemli kurucu öğelerinden biriydi ama modernitenin yaşamı daha karışık duruma getirmesi, şiiri de etkiledi. Gerçeklerle beraber, semboller de şiirde önemli olmaya başladı. Karmaşık yaşam ilişkilerini ve ruh karmaşasını estetize eden bir dil kuruldu. Önce Baudelaire, Rilke, Celan, Bachman, Lautréamont, Rimbaud gibi şairlerde görüldü bu yansıtma çoğunlukla. Modern şairlerin çoğunda da görülüyor bugün. “Sessiz Düğüm”de de bu ruhun taşındığı söylenebilir. Gösterdiğiniz dize de iyimserliğin ve kötümserliğin estetize edilmesidir diyebiliriz. Bu dizede “şark çıbanı”nın seçilmesi rastlantısal değildir. Hikâye, modern yaşamda görülebilecek bir hikâye olabilir ama kahramanları Doğulu değil mi? Bu yüzden şark çıbanı dizenin ana sembolü oldu.
“Biz ölüler, ölümü kapı kolu gibi tutarız / açmamak, kapamamak için kapıları” dizelerinden anlaşılacağı gibi ölü adamla beraber yeraltına, Hades‘in dünyasına gireriz. Kitabın sonunda ölü, tiyatro sahnesine girer ve konuşmalara katılır. Ölü‘nün dizeleri, ölüme ilişkin olarak sizi nasıl bir idrak düzeyine taşıdı?
2. Adam, yani ölü sevgili, ölümü yaşadığı için söylediklerine inandırabilir bizi. Diğer karakterlerse sadece ölümü düşünüyorlar. Sözleri fazla kitabi. 2. Adam ise başına geleni söylüyor. Kime inanacağız öyleyse? Ölü sevgiliye mi? Öyle görünüyor ama ona da inanamayız. Bizim ölümümüz değil ki inanalım. O da yaşamı anlatıyor aslında. Yaşamı özlüyor. Bize diyor ki ölüm bir kez yaşanır, akılda kalansa yaşamdır. Gözü arkadadır hâlâ. Kırgınlıkla konuşuyor. Bana ihanet ettiniz ve beni öldürdünüz, diyor. Hepimizin ölümü böyle olmayacak ki. Kimimiz öfkeden, kimimiz kederden, kimimiz yalnızlıktan öleceğiz. Böyle olunca da ölüme ve yaşama karşı kurduğumuz cümleler farklılaşacak. Ama yine de şunu söyleyebilirim: Ben de ölü sevgili gibi düşünüyorum. Ne diyordu? “Hayatsa bir kırışıklıktır örtülerimizde, kan lekesinden kırık bir iğne.” O örtüyü düzleyen, görünür kılan ölümdür.
1990 yılındaki “Ay Düşü” adlı şiir kitabınızdan bugüne 15 kitabınız yayımlanmış. Geçen 25 yıl boyunca şiir yazma ortamınız ve ereğiniz aynı kaldı mı, yoksa büyük farklılıklar oldu mu?
Şiiri yazdıran, zaman değil, anlardır. Hep aynı anları yaşamıyoruz ki şiirlerimiz hep aynı kalsın. Değişiyor elbette. Yoksa şiir de yaşam da ne kadar tatsız olurdu. Yazma ereğim değişmedi ama şiirim değişti. Her şiir, kendi dilini buldu. Bu dili, üslubu diyelim, gözlediğim olaylar, yaşadığım anlar belirledi. Bunun için destandan haikuya birbirine hiç benzemeyen türlerde yazdım. “Sessiz Düğüm”de de tragedyayı denedim. Tema, içerik bunu gerektiriyordu çünkü.
Edebiyat kuramcısı Terry Eagleton, “Oğulların babaları tarafından ezilmeleri gibi, şairler de kendilerinden önceki ‘güçlü‘ bir şairin gölgesinde yaşarlar.” diyor. Sizin şiir babanız kimdi ve onunla bir hesaplaşma içine girdiniz mi?
Bir şairin üstümde gölge olmasından çok, bir imge olmasını yeğlerim. Bir şair imgesine inandım. Böyle olunca şiirlerinden etkilendiğiniz şairlerin gölgesi altında kararıp kalmıyorsunuz. Onun imgesi, size bir ışıltı, bir ferahlık veriyor. İyi şairlerin hepsi beni etkiledi. Neruda‘nın deyişiyle, ne kadar iyi şair varsa hepsi benim ustam oldu. Neruda da ustalarımdandı. Yannis Ritsos, Nicolas Gullien, Hayyam, Bertolt Brecht, Paul Eluard…Bizim sokaktan Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Edip Cansever, Attilâ İlhan, İlhan Berk… Şiirlerimde hâlâ izleri vardır. Onlar olmasaydı şiirim olmazdı. Belki de bu saygı, onlardan edindiğim şiir görgüsü, sıkı disiplin şiirden uzaklaştıramıyor beni.
Üç dönemdir Türkiye Yazarlar Sendikası‘nın başkanlığını yürütüyorsunuz? Kurucu Başkan Aziz Nesin, yazarları yönetmenin zorluğundan yakınır bir söyleşisinde. Bugün hem üyelerin hem de duyarlı insanların sendikadan beklentileri ve zorluklar nelerdir?
Harbiye Açık Hava Tiyatrosu‘nda TYS‘nin doğum günü kutlamalarından birinde Aziz Nesin şöyle demişti: “Yazarlar, yıldızlar gibidirler. Onların birbirlerine ne kadar yakın olduklarını düşünürsünüz ama onlar birbirlerinden öyle uzaktır ki her biri ayrı, büyük bir yıldızdır.” Doğru. Onca yıldızı yaklaştırmak kolay olmuyor. Gökten yere inseler ülke ve dünya gerçeklerini daha iyi görebilecekler. O zaman duyarlıkları
bilince evrilebilecek. Gerçeklik, bunu bekliyor bizden. Sendika, yönetimlerin çalışma bürosu değildir. Yazarlar, yazınsal ve siyasal güçlerini birleştirmedikçe yönetimlerin eylem ve emekleri de bir işe yaramıyor ya da pek görünmüyor. Yazarlar, kendi birikimlerinin ve güçlerinin ayırdında olmalılar. Sendika ancak bu güç birliğiyle özgürlüklerin savunulmasında ses getirebilir. Bu güç birliği Aziz Nesin‘in ilk döneminde vardı, çünkü dönem 80 öncesinin örgütlü, cıvıltılı günleriydi. Kara Eylül‘le her şey yerle yeksan oldu. Darbeden sonra yazarlar da yalnızlığın, yabancılaşmanın ağına düştü. Toparlamaya çalışıyoruz. Önceki başkanlar da bu dağınıklığı dağıtmak için yıllarını verdi.
- Papirüs dergisinin, Eylül- Ekim 2015 tarihinde yayımlanmış 13. sayısından alınmış söyleşidir.