Bilal koşu için çıktığı parkta bir bank üzerinde duran kitabı görünce durdu. Kitaptan çok üzerindeki not ilgisini çekmişti.
“Beni al, oku ve sonra uygun bir yere bırak.” Önce şaşırdı sonra sevindi böyle bir şeyle karşılaştığı için. Kitabı alıp evine yollandı.
-Bakalım nasıl birisi bu Bilal. Bu kaçıncı kişi oldu sayamıyorum artık.
Kendi kendine konuşan, Bilal’in getirdiği son kitaptı. Her seferinde farklı birilerinin eline geçmeye başlayınca hem seviniyor hem de kaygılanıyordu. Kimi evler buz gibi kimileri sıcacıktı. Sıcak evlerde olunca kendini daha mutlu hissediyordu. Soğuk evler ona biraz güvensiz geliyordu. Bazılarının tehlikeli olduğunu arkadaşlarından duymuştu. Soğuk evin birinde geçirdiği günleri anımsadı, yeniden ter bastı. Yanındaki arkadaşı dikkatini çekmişti.
-Senin sayfaların nerede. Ne oldu? Ne kadar incelmişsin?
-Sorma kardeş ya.
Kesik kesik konuşabiliyordu incelmiş olan kitap. Hatta bazı cümleler arasında bağlantı kurmakta zorlanıyordu zavallı. Ne de olsa sayfaları eksikti.
-Ne oldu? Anlatsana!
“Ya belli ki bunlar için hayat zor.” İçinde bulunduğu ev sahiplerinden söz ediyordu.
-Kış gelince soba yakarak ısınabiliyorlar ancak. O da her zaman değil ha. Soğuğa dayanıyorum aslında. Diğer arkadaşlarımla iyice yanaşıp birbirimizi ısıtıyoruz.
“Ee sorunu anlamadım.” “ Dinle dinle. Tabi sayfaların tam olunca hemen sonuca gelmek istiyorsun.”
“Özür dilerim.” Yeni gelen kitap, arkadaşının üzüldüğünü görünce yaptığından utanmıştı.
“Neyse aldırma. Sobaya koydukları tahtaları tutuşturmak için kağıda ihtiyaç duyulunca olan bana oluyor tabi. Her seferinde bir sayfamı yırtıp yakıyorlar.” “Vah, vah! Çok üzüldüm ya!” Ona mı üzülmüştü, yoksa kendisinin de aynı sonla karşılaşabileceğine mi bilemedi.
-Beni en çok üzen de sırayla gitmiyor oluşları. Sayfa numarasını atlamadan yırtsalar hadi neyse. Hiç olmazsa kesilen cümleler olmaz, biraz daha birbirimizle sohbet ederdik. Ama nerdee. Herhangi bir sayfayı alıp atıyorlar sobaya. Birbirinden kopmak istemeyen sözcüklerin, cümlelerin çığlıkları yüreğimden parçalar koparıyor inan.
Üzerinde bırakılan nota güvenen kitap soru yağmurunu sürdürdü. “Hep burada mıydın?”
-Yok değildim. Sayfalarım koparılmaya başlayana kadar çeşitli evler gezdim. Neyse ki bazı yerlerde çok rahattım. Bazen sıcak çayın yanında, bazen şöminenin karşısında şarap ile olmak beni nasıl mutlu etmişti. Keşke hep orada kalsam diye söylendim ama nafile. Dönüp dolaşıp burada aldım soluğu sonunda. Kahretsin. Oysa ben onların içini ısıtıyordum daha çok.
“Nasıl yani?” “Şömine başı sohbetlerini hiç unutamıyorum. Benimle ilgili konuşurlardı çoğunlukla. Nasıl mutluydum. Hele her sohbet sonrası, şey, nasıl desem?” “Ne oluyordu. Niye kıkırdıyorsun?”
“Ya anlarsın ya işte. Nasıl anlatayım şimdi.” “Hep böyle olmuyordur herhalde?” Şüphesini dile getirmekten çekinmemişti yeni gelen. “Benim içimdekiler üzerine tartışmalar, kavgalar hatta ayrılıklar bile yaşanmadı diyemem. Ya bu yazarın görüşü, yapmayın, etmeyin diye avazım çıktığı kadar bağırıyordum her seferinde ama birbirlerini duyamadıkları gibi beni de duymuyorlardı.” Hüzünle söylemişti bunu. Gerçekleri dile getirmekte üstüne yoktu. Ortası hafif delinmiş olan dayanamadı. “Ya ben ne diyeyim! Yok masanın bir bacağı kısaymış, yok sandalyeyi dengede tutmalılarmış bahanesiyle habire ezdirdiler beni. Cümlelerimin, harflerimin canı çıkıyordu valla. Zedelenen yere az yüklenmedi içimde koruduklarım. Deliği açıp kaçmak istediler de zor tuttum. Kimi kendini yok etti zaten. Nasıl üzüldüm bir bilseniz? Bizim dünyalar barındırdığımızı anlarlar umarım.” Herkesi hüzünlü bir sessizlik sarmıştı şimdi.
Yüzü kızaran sayfaları eksik kitap konuyu değiştirmek istercesine karşı soruyu sordu. “Seni de banktan mı bulup getirdiler?” “Ee, evet.” Heyecanlanmıştı yeni gelen. Hep burada kalmaktan, parçalanmaktan korkmaya başlamıştı. Ama kendine güveniyordu. Ona öyle şeyler yapılamazdı. Ne dillere çevrilmişti o. Sözdaşları dünyayı geziyorlardır şimdi. Yok yok kendisine bir şey olmayacağına emindi. “Nereleri gezdin bakalım? Anlatma sırası sende.”
-Ben de senin gibi birçok yer gezdim. En çok üzüldüğüm şu sigara dumanına boğulduğum anlardı. Onlar dumanı bana doğru üfledikçe ben de bir sonraki sayfaya geçmelerine engel oluyordum. Nasıl da kızıyorlardı. Ben ise seviniyordum. Bir keresinde beni unutup uykuya dalmasın mı okuyucu. Elindeki sigaradan bir parça intikam alırcasına üzerime düştü. Nasıl canım yandı bir bilsen. Şeyleri hatırlattı bana. Ne diyorduk onlara?
“Ben de anımsamadım.” Yalan söylemişti. Aynı sıkıntılardan o da geçmişti oysa. “Devam et ne olur. Biraz sonra gelip diğer sayfalarımı da koparacaklar.” “Hadi ya kış değil ki şimdi ama!”
“Kış değil, ben de biliyorum. Bunlarda dert bitmez. Yok camı silecek, yok bardakları saracak falan. Haydi boş ver şimdi devam et sen.” Öksürük sesi üzerine ikisi de dikkat kesildi. En çok telaşlanan da yeni gelendi.” Korkma korkma bu bizim arkadaşlardan birinin sesi.” “Üşütmüş olmalı!” “Yok ya o değil. Kapladıkları için nefes almakta zorlanıyor da ondan. Neyse sen devam et!”
-Bir keresinde yalnız yaşayan birinin elindeydim. Valla yalnız mı yaşıyordu, ya da yaşatılıyor muydu anlamadım. Tek bir odadaydı sanki. Ama bana öyle iyi davrandı ki. Daracık bir odada olduğum halde oradan ayrılmak istemedim. Beni dostça sarıp sarmalıyor, bazen de öpüp kokluyordu. Oradaki arkadaşlarımızın hepsi çok mutluydular. Onunla olmak bir ayrıcalıkmış gibiydi.
“Hadi ya. Ne şanlıymışsınız.” “En güzeli de ne biliyor musun? Benim içimdeki cümleleri başka bir kağıda not alıyor, tekrar tekrar okuyordu. Bazen yüksek sesle, bazen de alçak. Yüksek sesle okuduğunda başka sesler giriyordu devreye anlamıyordum.”
“Ne diyorlardı o sesler?” Aslında biliyordu neler söylendiğini. Ama başkasından duymak onu heyecanlandırmıştı işte
-Bir daha oku, bir daha söyle gibi bağrış çağırış, alkışlar. Sorma. Sanki düğün yeri. Beni en çok duygulandıran da arada bir onu görmeye gelene seçtiği en güzel cümleleri söylemesi. O zaman işte onu daha sıkı sarmak, öpüp koklamak istiyordum. Yalnız kaldığımda, yani ortalık sessizleştiğinde Sevgilimin nasıl da özgürce gezmekte olduğunu düşünüyordum. Onun adına çok mutlu oluyordum. Bulunduğum yeri, beni saran elleri de seviyordum. Ama bazen onun için üzülüyordum. Dört duvar arasında kalmasını anlamıyordum bir türlü. Ne güzel gülüşleri, ne güzel bakışları vardı. Bendeki cümleler yüzünden mi ona kızıyorlardı diye de düşünüyordum bazen.
-Ee neden ve nasıl çıktın oradan o halde?
-Ben dışarıda daha çok işe yararmışım. Martılar gibi özgür olmalı ve içimdeki cümleleri, sözcükleri herkese bulaştırmalıymışım falan. Oysa ben onunla oradaki arkadaşlarımla olmaktan daha çok mutlu olacağımı biliyordum. Yalvardım yakardım beni gönderme diye ama dinleyen kim. Neyse. Nasıl çıktığıma gelince. Valla bir şeylerin arasına sıkıştırdılar beni. Öf o kokuları hiç unutmam. Öleceğimi sandım inan. Bir daha onu göremeyeceğime çok üzülmüştüm ama elimden bir şey gelmiyor. Buradayım işte.
Yarı uykulu gözlerle onları dinlemekte olan bir diğeri konuşmaya katılmak için can atıyordu. Dün çok yorucu bir gün geçirdiğini hepsi biliyordu. Neredeyse sabaha kadar uyanık olmak zorunda kalmıştı. Hem sayfalarının sürekli çevrilmesinden, hem de arada bir üzerinde kalem gezdirilmesinden bitap düşmüştü. Bir de üzerine sıcak çay dökülmesi canını nasıl yakmıştı zavallının. Ardından da kurutma makinasından gelen sıcak hava içini bayıltmaya yetmişti.
-Dostlar günaydın. Dün bizimkiler aralarında konuşurken duydum. Arkadaşlarımızın bazılarını pencereden atmışlar, bazılarını da meydanlarda yakmışlar.
“Uuuuuu, aaaa, eyvah, eyvah!” Bazıları da farklı dilden bağırıyordu. “Eskiye mi dönüyoruz?” Bağrış çağırışları herkesin uyanmasına neden oldu.
Tam o sırada kapı güm diye açılınca, oda görüntüyle baş başa kalmıştı. Herkes tedirgin bir bekleyiş içindeydi şimdi. Acaba sıra kimdeydi? Yoksa daha öncekine mi devam edecekti? Birbirlerine iyice yaklaştılar. Üzerlerinde gezinen bakışları kendilerinde durmasın diye türlü oyunlarla aldatmaya çalışıyorlardı. Kimi üzerindeki tozu ona doğru üflüyor, kimi kendisini işe yaramaz durumuna sokuyor, kimi de henüz okunmadığını söyleyerek tehlikeyi bertaraf etmeye çalışıyordu. Ama ne yapsalar nafile. Bir el yaprakları azalmış olana doğru uzanıyordu.
“Seni çember içine alalım! Haydi arkadaşlar etrafını sıkıca saralım. Onu vermeyelim!” Yeni gelenin sesiydi bu. Ne de olsa liderlik özelliği taşıyordu. Dört duvar arasında kaldığı sürede çok şey öğrenmişti.
Hep birlikte bağırmaya, arkadaşlarının etrafını sarmaya, eli uzaklaştırmaya çalıştılar ama olmadı. Aralarından biri öne çıkıp kendini feda etmek istedi -tarih kitabı mıydı neydi- ama el yönünü değiştirmemekte kararlıydı. Tam o kitaba dokunacağı anda üst raftakiler patır patır üzerine atladılar. Birden ürken el geri çekilmek zorunda kaldı. Yere düşenlerden bazıları becerikli oldukları için sorun yaşamadılar ama bazı acemiler kapak yerine sayfaların üzerine düşmüşlerdi. Sıkışan cümlelerin acı içinde kıvranmaları yüreği sızlatmaya yetmişti. Üst üste düşen bazıları bunu fırsat bilip sarılmayı ihmal etmediler. Ne de olsa hayat her türlü devam ediyordu. Eli oyalayabildikleri için mutluydular. Nasılsa aynı el onları kaldırıp düzletecek, bir iki üfleyecek, sonra yuvalarına yerleştirecekti. Uyanık olmalı, ikinci saldırıya karşı hemen toparlanmalıydılar. El şimdi yırtılan sayfalarda dökülen harfleri toparlıyordu.
“Ne olacak şimdi?” Yeni gelendi soruyu soran. “Neyse ki bu konuda duyarlılar. Sözcükleri mutlaka yan yana getiriyorlar. Doğru cümleler oluşuyor çoğunlukla. Üzerine bir de bant koyuyorlar. İşlem tamam. Bazen de yanlış birleştirme yapılıyor, o zaman işte tam bir komedi dünyasına dönüşüyor zavallı kitap.”
El, düşenleri tekrar yerlerine yerleştirdikten sonra odadan çıkmıştı. Herkes şimdilik rahat bir nefes almış, birbirlerine sarılıp zaferlerini kutlamaya başlamışlardı. Bu arada çekmecenin birinden gelen kıkırdama ve fısıltılı konuşmalar nedeniyle hepsi dikkatlerini oraya doğru yöneltti.
“Kih, kih. Nasıl da seviniyorlar. Sonlarının gelmekte olduğunun farkında değil zavallılar.”
“Kim bunlar ya? Neden göremiyorum onları” Yeni gelendi merakla soruyu soran. “Sorma kardeş. Ah şu teknoloji. Neler açtı başımıza. Şu çekmecedeki, USB midir nedir, oradan geliyor sesler. Dalga geçiyorlar bizlerle. Artık çoğu insan eline bizleri almaktansa USB de olan kitapları okuyor.” “Anladım. Evet ne yazık ki böyle bir şey var.” “Öhö, Öhö.” Kaplı olandı ses çıkaran. Nefes almakta zorlansa da konuşmaya kararlıydı. “Öhö. Bir şeyin içine sıkıştıklarını bile bile nasıl bize gülüyorlar anlamıyorum. İnce bir kap bile bizi ne hale sokuyor. Kapalı kalma hissi beni öldürürken onlar buna aldırmıyorlar.” “Üstüne üstlük beklemedikleri bir anda bile kendilerini çöp kutusunda bulabiliyorlar.” Sayfaları eksik olan arkadaşlarına moral olsun diye söylemişti bu sözleri. “Hele bir de bazen okuyucu yanlışlıkla tuşlara basınca neler yaşanıyor.” Yeni gelen de dayanamayıp bu konuyla ilgili bir şeyler söyleme ihtiyacı duyup araya girmişti. “Evet evet. Birbirinden koparılmış cümleler, hatta sözcükler ne korkunç durumlar yaratıyor. Zamanımız daralıyor sanırım.” “Üzülmeleri gerekirken bizimle dalga geçiyorlar ya onu anlamıyorum. Komik gibi gelse de aslında trajik bir durum. Ama yapacak bir şey yok gibi görünüyor.” Ortalık yeniden sessizliğe bürünmüştü.
Hamit Ergüven
Kitabın Yolculuğu
