“On çocuk da doğursan sonunda boşattıracağım seni, hiç uğraşma”
Bıkmıştım bu sözleri duymaktan. Kayınvalidemle görümcemin ağzından bu laf hiç düşmüyordu. Takmışlardı bir kere bana. Ne evlendiğimi, ne de çocuk doğurduğumu bilemedim ben. Hep bir kaçak göçek yaşadım evlilik hayatımı. İstemediler beni. Neymiş efendim onlar İstanbul’un köklü ailelerindenmiş, kasaba kızı onların ailesine yakışmazmış. Oğullarına layık değilmişim. Gecekondu güzeli diye çağırıp duruyorlar beni. Bense sus pus, o çok övdükleri oğullarının narına ses çıkarmıyorum her türlü hakaretlerine. Ödüm kopuyor beni boşattıracaklar diye. İçim içimi yiyor yemesine de bir türlü cevap veremiyorum işte. Ne olmuş yani İstanbullu değilsem. Aldırmayacağım aldırmasına da ah o sevdam yok mu o sevdam, her şeye amenna diyor, sabrediyorum işte.
Şeytan diyor çık karşılarına korkusuzca bağır: Siz İstanbullusunuz da biz piç miyiz? Ben de ana baba kuzusuyum, sahipsiz değilim ben! ama ağzımı bile açamıyorum, çünkü ne ana kuzusuyum, ne de sahipli. Annem çok sert, otoriter bir kadındı, onun istediği havacı subay yerine kendi bulduğum biriyle evlendiğim için sildi beni gönlünden, beni hep yok saydı. Allah var okumamı çok istedi, okumak derken koluma altın bilezik takacakmış. Oysa ben havacı olmak istiyordum, ondan gizli subay sınavlarına girip kazanmıştım da, annem deliye döndü ve paramparça etti belgelerimi.. Etmeseydi şimdi Havacı Albay emeklisiydim. Gözlerimin içine dimdik bakarak; sen terzi olacaksın demiş, sonra da beni İstanbul’a götürüp Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü’ne yazdırmıştı.
Bakmayın benim kasabadan geldiğime, kasaba kızları hırslı olur. Spor dalında birinciliklerim, devlet büyüklerinden aldığım madalyalarım vardı benim. Müzikse vazgeçilmezimdi. İstanbul’a gelir gelmez, ünlü bir spor kulübünde voleybol oynamaya başlamış, kaldığım yurdun sahibinin oğlundan dans dersleri almıştım. O zamanlar çay partileri olurdu, bütün gençler bir araya gelir eğlenirdik. Ben de o partilerde dans edip, Türkçe ve İngilizce şarkılar söylerdim. İşte o partilerden birinde hiç kimseye yüz vermeyen güzel bir kız gelmiş diye bahsedince arkadaşları, benim beyzadem de meraklanmış, sonrası tanışma derken tutulma ve arkası unutulmaz bir aşk hikâyesi.
Yakışıklı mı yakışıklı, romantik mi derseniz romantik biriydi önceleri. Her telefon açısında o derin ses tonuyla şiir okumalar, saz çalmalar, bazen akordeonla nağmeler, danslar derken çalmıştı kalbimi çapkın. Ama gel gör ki ailesi duyunca olanlar olmuştu. Epey bir uğraşmışlar vazgeçirmek için oğullarını ama bizimki inatla vazgeçmeyince, iyi bari gidip isteyelim deyip gelmişlerdi kasabamıza. Ah ah bir görecektiniz gelişlerini. Küçük yer tabii ki, daha onlar gemiden inmeden haberleri gelmişti bile evimize. Olay olmuştuk kasabada.
Şok, şok, şok… İstanbullu züppeler kızımızı istemeye gelmişler…
İki kokoş kadın, üstlerinde astragan kürkler, topuklu ayakkabılar, yılan derisi çantalar, sarı saçlar, etraflarında uzaylı görmüş gibi bakan çocuk sürüsüyle sonunda geldiler gelmesine de, bir burun kıvırmalar, ay burası mı diye içeriye boka bakar gibi bakmalar… Annemin mine oyalı yemenili, çiçek desenli elbiseli, nur yüzlü ahretliklerinin yanında boya küplü Hollywood artistleri gibi kurum kurum oturmalar. Bizim oğlumuz nelere layık ama mecburen bu gecekondu güzelini alacağız artık diye çemkirmeler. Ama güngörmüş geçirmiş Anadolu kadını, üstelik de ahretlik olunca ezdirir mi ahretliğinin kızını. Sinirden ayağa fırlayıp da –boyu da minnacık bir görseniz– iki elini beline koyup hanım hanım, haddini bil! Senin oğlun tembelin teki, daha okulunu bile bitirememiş. Bizim kız sporcu, madalyalı, üstelik üniversiteyi de bitiriyor. Esas bizim kızımıza layık değil oğlunuz. Kızdırmayın beni, haddinizi bilin. diye patlamasıyla içimin bir yandan oh etmesi bir yandan da bozulacak şimdi diye ödümün kopması… Neyse ki bu çıkışla ortalık durulmuş ve yüzüklerimiz takılmıştı.

Sonunda muradıma ermiştim ermesine de ne muratmış be anam. O günden sonra tam bir buçuk sene göremedim bir daha yüzünü benimkinin. Sorsan soramazsın, arasan arayamazsın O zamanlar ne telefon var, ne başka bir şey. Postaneden haber gelecek, gidip söylenen saatte bekleyip bağlanabilirse konuşacaksın. Tabii ki kim araya, kim öle. Yok oğlu yok, kayıp oldu benimki. Kaçıp kaçıp postaneden aramaya çalışıyorum, açan yok arayan yok delireceğim. Anneme de gün doğdu elbette. Yüzüğü zorla çıkarıp istediği çocukla söz kesti bana. Resmen başımı bağladı, harıl harıl çeyizler hazırlanıyor, benim içim içimi yiyor, derken bohça almaya İstanbul’a gitme durumu çıktı ortaya. Gitmeden önce bir arkadaşına ulaşıp haber verdim gidiş dönüş tarihimi, meğer ailesi çok uzak bir şehre tanıdıkları birinin yanına çalışmaya göndermiş. Benden uzak durursa unuturmuş. Bakmışlar ki olmuyor, askere göndermeye karar vermişler.
Trene bindiğimizde içim kan ağlıyordu, artık dönüyorduk ve benim kurtuluş şansım yok olmuştu. Ne yapacağımı kara kara düşünürken kompartımanın camından onun gülümseyen yüzünü görmeyeyim mi? Ailesini kandırıp onlar askere uğurluyoruz diye el sallarken, o bizim trene kaçmış meğerse. Bir yanım mutluluktan coşmuşken, bir yanım annemin korkusundan üç buçuk atmıştı. Biz eve girdikten bir müddet sonra gelmiş, kapıya dayanmıştı. Annemin eve sokmamasına, babamın kızımızı seviyor diye sahip çıkmasına, hiçbirimizde para pul olmamasına rağmen, canım babamın üç kuruşuyla yıldırım nikâhıyla evlenivermiştik bile. Asker kaçağı olmasın diye alınan bir raporun ardından da ver elini Anadoluya. İki günümüz vardı kalacak bir yer bulabilmemiz için, bulmuştuk da, sonrasında o birliğine teslim olmuş, bense bilmediğim bir yaşama adım atmıştım…
Aşkın gözünün kör olması böyle olsa gerek. Aşk diyorum demesine de, aşk acaba evlenene kadar mı sürüyor bilemedim ben. Benden yana sorun yok da, bizim o modern İstanbul çocuğu gitmiş, yabanın domuzu gelmiş oturmuştu kalbimin orta yerine. Beni pardösülere sokmalar, başörtüsü taktırmalar, eldiven giydirmeler. Zaten zemin katında oturuyoruz be adam, kimseciklerin gördüğü yok, yok pencerenin perdesini çivilemeler, yok kimselerle konuşturtmamalar… Kapıda bir emir eri ama konuşmam bile yasak. Daha ne olduğunu bile anlayamadan bir de hamile kalmaz mıyım? Çalarlar diye bir de bana evde doğum yapacaksın demez mi? Kimsecikler yoktu yanımda, ev sahibim ebe çağırmasa ne yapardım bilmiyorum. Ölü doğdu kızım, hayata zor döndürmüştü onu ebe kadın. Hastanede doğsaymış atarlarmış öldü diye, bir sıcak su, bir soğuk su leğenine bata çıkara canlandırmıştı yavrumu bana. Babasıysa doğura doğura kız mı doğurdun bana? diye höykürüp başını bahçe duvarlarına vurmuşmuş. Ev sahibimiz bakmış susmuyor, yetti be şımarıklığın, ne ekersen o! diye basıvermiş kalayı. Sonradan az anlatmadılar bizim kıza bu olayı. Neymiş efendim, Erkek adamın erkek oğlu olurmuş. Bak sen öküze. Şimdi beni tiye alacaklar, rezil ettin beni cümle âleme! diye gözler pörtlemiş, surat kıpkırmızı tepinip duruyormuş bahçede. O beni görmek için her hafta sonu gemiyle gelen, sinemaya götüren beyzade gitmiş, yerine yeni doğum yapmış karısını yarım gün bile yatırmayıp Kalk yemek yap misafir çağırdım! diyen bir yabancı gelmişti. Çağırdığı da komşu kızı, o zamanlar bilmiyordum elbet niye çağırdığını, anlamamıştım, meğerse gözüne kestirmiş, ne hayal kırıklığı ama…
Daha bebeğim ‘ıngaaa‘ diye ağlayamadan, ikinciye de kalmadım mı gebe. Bizimki gevrek gevrek gülerek Sen de amma Holştayn cinsi çıktın be mübarek deyip kasım kasım kasılıyor etrafta. O da ne ya hu? deyince de İnek, inek! Sen var ya sen, üstüne ceketimi atsam hamile kalacak cinstensin sen! demez mi bir de üstüne… Ay pek bi böbürlendim, gerim gerim gerindim. Doğurgan bir kadınım ya, erkeğimin soyu yürüyecek benimle, yok benden daha iyisi diye salak salak seviniyordum işte. N’olucak gün görmemiş, gözü açılmamış saftirik bir genç kız aniden anne olursa, işte böyle sevindirik olur işte, şimdi şimdi anlıyorum yaptığı hakareti. Ne salakmışım meğer, yüzüme tükürmüş de ‘amenna, şükür ya Rabbi’ demişim. Ah be anam, sözde okumuşsun, İstanbul görmüşsün ama… Bunlarla bir ilgisi yok galiba.
Sensin inek demiştim ama içimden tabii ki. Ne ineği öküz, öküz, hatta öküzün önde gideni ama serde nezaket var, sevgi var, saygı var, diyememiştim tabii ki, zaten söylesem de üstüne alınmazdı herhalde, ona sorasanız o bir boğa ne de olsa. Neyse böyle sevginin içine edeyim ama o zamanlar nerde bende o akıl. Neyse, kızımın yılı dolar dolmaz, oğlan gelmez mi dünyaya. Oh dedim, bu oğlan, bu defa kızmaz bana, yüzü güler. Oğlan ya, önemli, soyu yürüyecek beyzadenin. Ama hiç umurunda olmamış, bakmamıştı bile yüzüne. Ben anlamadım gitti bu adamı o gün bu gündür.
Tabii haberi alan bizim İstanbul asilzadesi kayınvalideciğimle görümceciğimde şalterler atmış vaziyette. Bir tanecik oğulcuklarını elin gecekondu güzeline kaptırdıkları yetmiyormuş gibi, karı bir de doğurdukça doğuruyor! Nasıl kudurmasınlar? Sonunda allem etmişler, kallem etmişler, bizimkinin askerde temelli kalmasını engellemişler. Böylece döndük mü İstanbul’a. Allahtan bir kaç yıl bizimki uzak durmuştu onlardan, beni düşünüyor zannediyordum, kendini düşündüğündenmiş. Daha ilk hamileliğimde gözü dışarı kaymış meğer, kondurmuyordum, yok sayıyordum ama sanki evlenince bir büyü bozulmuş, evlenir evlenmez hamile kalışımdan mı, genç yaşta sorumluluk almaktan mı, çocuk sahibi olmaktan mı bilmiyorum ama bana olan ilgisi yok olmuştu çoktan.
Bir film seyretmiştim sonraları, neydi adı, hah tamam ‘Bazıları Çabuk Bıkar’, seyrederken hem gülmüş hem düşünmüştüm. O filme göre ben ‘eski inek’tim. Adam doğruyu söylüyormuş ‘inek’ derken meğer. Boğa’ların çitleşme tercihleri üzerinden yaşadığı ilişkiyi anlamaya çalışan bir kızcağız vardı filmde. Tabi benimki boğa, ben de inek oluyorum bu durumda. Yapılan deneye göre, ilk gün boğanın karşısına bir inek çıkarılmış, çiftleşmişler. İkinci gün boğanın karşısına yine aynı inek çıkarılmış ama boğa bu defa inekle ilgilenmemiş, istediği yeni bir inekmiş. Kandırmak için eski ineğe yeni inek kokusu sürseler de kanmamış boğa, ilişmemiş bir daha eski ineğe. Yani ister hayvan, ister insan olsun erkek cinsi eski’yi cazip bulmuyor, bir kere elde ettikten sonra. Ben de sıramı savmıştım işte, tapulu malıyım artık kocamın. Canı istediğinde oynayacağı, istemediğinde fırlatıp atacağı bir oyuncak.
Sağdan soldan duyuyordum yeni inekleri ama yine de kondurmuyordum. Sen esas kadınsın, onlar gelip geçici diyordu sorduğumda da. Yüzsüz, reddetmiyordu bile. Sonra bir gün ellerimle yakaladım, hayatımın kırılma noktası oldu bu benim için. Göz görmeyince insan katlanıyor ama kör gözüne gözüne bir gün gördü işte bu gözler… İntiharlara kalktım. Sen misin kalkan, hayat daha da acı bir şamar vurdu bu defa. Artık saklanması gerekmediğinden, ailesinin yanına taşıdı bizi. Yaşanılan her gün bir azaptı benim için. Ağlamadığım gün yoktu. Ailesinin ise çocuk doğuracağım diye ödleri patlıyordu. Kayınvalidem, akşamları ben bulaşıkları toplarken bir bakıyordum oğlunun yanında yatıyor, sabahları tuvalete kalkıp da yatağa döndüğümde yine onu yatakta buluyordum. Oğullarınınsa gözü zaten dışardaydı, eve geldi mi de benden uzak tutmaya çalışıyorlardı. Ama ne yaparlarsa yapsınlar hamile kalmamı engelleyemiyorlardı. Adamın dediği de doğruydu galiba. Maşallah bayağı iyi cins bir inektim ben.
Kaç kez hamile kaldım bilmiyorum, 12’den sonrasını saymadım zaten. Sorarsanız dört çocuğum var. Yaşasalardı… Ama yaşatmadılar. Hamile olduğumu nasıl da anlıyorlardı bilmiyorum, yüzüme bir ışıltı geliyormuş! Hemen yaka paça merdiven altı ebelere götürüp parçalattırıyorlardı içimi. Katıla katıla gözyaşlarımı içime akıtırken, acımı kalbime gömüp eve dönüyordum. Yüzümde maske bir gülümsemeyle hizmet ederken, üstelik dinlenmeden, benim adamın hamile kaldığımdan bile haberi olmuyordu. Kaç kez gittim, kaç kez içim parçalandı bilmiyorum. Kaç kez öldüm, kaç kez ruhum kayboldu bilmiyorum.
Üçüncüye gelince gizli saklı yaptık o işi, tatilde kalmışım hamile, akıllanmıştım da sakladım bu defa, ancak doğuma yakın açıklayınca suratlarını görecektiniz o ikisinin. İlk çocuğumun ölü doğduğunu bile bile yine evde doğum yapmam için hepsi el birliği yaptılar, yemişim yalanlarını. Sanki çok meraklılar da çocuklarıma, sırf bana eziyet olsun, bir de para vermesinler yeter, bildiğiniz zulüm. Sen misin kız çocuğunu istemeyen, üçüncü de kız olmaz mı? Ben yatakta, millet ayakta, yüzüne bir mendil örtüp korka korka verdiler kucağına adamın. Allahtan mendili kaldırınca bizim kız ona gülmüşmüş de, bu defa laf söylemedi eskisi gibi… Üstelik göz bebeği oldu yıllarca.
Dördüncü desen tekne kazıntısı, kırk iki yaşında utanmadan doğurttuydu beni yine. O da bir tatilde oldu, yoksa kayınvalidemle görümcem gene aldırırlardı bebeğimi. Çocuklarımdan izin almıştım doğurmak için inanır mısınız? İkisi de liseye gidiyor, ben utanmışken onlar utanmaz mı? Hamile olduğumu anladığımda nasıl söyleyeceğim şimdi çocuklara diye utancımdan bir ay arka odaya kapatmıştım kendimi. Sonrasında cam silerken düştüm balkonda, kolumu kırdım, dirseğim paramparça oldu. Hastaneye yatınca da çocuğu aldırmanın zamanı geçmişti. Doktora anlattığımda, Allah razı olsun ondan, genç bir doktordu, Anneciğim aldırma bu çocuğu, bu bir mucize, bu çocuk sana bakacak, yalvarırım yapma demişti geleceği bilir gibi. Sonunda çocuklarla paylaşmış ve onların fikrini sormuştum, bizim adamın haberi bile yoktu bunlar olurken. Allahtan melek gibi yavrularım, Biz bakarız anne sen doğur demişlerdi de utancımı içime atmıştım. Bu yaşta Allah korusun diyerek hastanede doğurmam için hemşire bir akrabamız benim adama bayağı baskı yapmıştı.
Gecenin bir yarısı sancılarım tuttuğunda, şehrin öbür tarafındaki hastaneye bile götürmeye kalkmamıştı, rica minnet arkadaşımın arabasına birini bulmuştuk da, o götürmüştü emanet. Giderken bak kız doğurma gene, rezil etme beni! diye harladı bana yine utanmadan. Gece saat tam dörtte dört kilo doğmuştu oğlum, babası evde yatağında horul horul uyurken. Komşum balkondan seslenmiş bizimkilere, Komşu huuu, oğlun olmuş, saat 4’de 4 kg. Maşallah. Haydi hayırlı olsun. Bizim kız heyecanla gidip uyandırmış bizimkini, vermiş haberi, uyumuş herif öbür yanına dönüp, ne gelip almış, ne de arayıp sormuştu. Komşum alıp getirmişti beni yine eve, rahmet olsun hiç unutmam yaptıklarını.
Bizim meşhur ikili bu defa çatır çatır çatlamışlardı hasetliklerinden. Oğullarına karşı gülerek tebrik ederken, tıslayan sesleriyle içimi deşmeyi sürdürmüşlerdi ama. Kıçını da yırtsan seni ayıracağız, istersen on çocuk yap, görürsün bak, son nefesimi verirken sütümü helal etmem, boşa bu kadını diye vasiyet edeceğim. Bunu her söyleyişlerinde, ben de içimden yalvarıyordum Tanrıya. Allah’ım şu kadının ağzını dilini bağla, konuşamasın, n’olur Allah’ım. Kaç kez tehdit etmişler, kaç kez dua etmiştim bilinmez ama Allah duymuştu sesimi galiba ki ölürken ağzı dili köpürmüştü kayınvalidemin, konuşamamıştı. Söyleyecek de beni eşimden ayıracak diye o kadar korkmuştum ki, konuşamadı diye sevinmiştim önceleri, sonra da utanmıştım böyle düşünmekten, Allah rahmet eylesin, duacıyım gene de.
Son söz olarak derim ki ister eski inek olun, ister yeni, önemli olan sizsiniz, boğa değil. Ve kimse sizden kıymetli değil. Yaniii…? dediğinizi duyar gibiyim, merakta bırakmayayım sizleri. Rolümü değiştirdim, ne eski ne de yeni inek olmak istemiyorum artık ben. Eski inek eskide kaldı, gelinen yolda bu kadın bilgeliğe ulaştı ve ben bir bilge kadın olarak diyorum ki; hayat benim hayatım, çocuklarımsa yanımda, boğa olsa da olur, olmasa da deyup, saldım boğa’yı çayıra, haydi mevlam kayıra.
AYŞEN CUMHUR ÖZKAYA