“Yine geldiler,” diyen babaannemin sesiyle bahçeye fırlardım. Ben çıkana kadar ağaçların altına brandalar yayılmış, pat pat diye dallara vurulmaya başlanmış olurdu. Ardından pıtırtılarla parmağım kadar beyazlıklar toplu halde düşerdi. Haftada iki kez gelen dutçular, ağaçları meyvelerinden ayırmaktan büyük bir zevk alırlardı. Tartma işlemi başladığında bizim tarafa düşenleri götürür, ağırlığa katkıda bulunduğum için sevinirdim. Ardından içimi bir burukluk kaplardı. Bahçemize sarkan dallarından düşen dutları bir kenarda duran torbaya gün boyu atarak akşama doğru komşumuza verme görevi benimdi. Dutlar at arabalarına yüklenip giderken arkalarından bir hışımla bahçemize yönelir, annemin “Onlar komşuya ait, ben sana pazardan alırım,” deyip ama hiçbir zaman almadığı dutların yerine tüm hıncımla ne kadar meyve ağacı varsa tırmanmak isterdim. Altmış yıllık çam ağacımızın fıstıklarını kırıp yemek bile oyalayamazdı beni. Pazardan meyve almamız pek mümkün değildi. Ucuz olduğundan salkımından dökülmüş üzüm alırdık daha çok.

Komşumuz, dut parasını evde eski gazetelerden kese kâğıdı yaparak kazandıklarına katıp yaşamlarını sürdürmeye çalışırdı. Bahçelerindeki sebzeler, tavuklar, kâgir evin ilk bakışta fark edilen çok sıkı tamirat istediğini unutturuyordu.

Annem, “Yemek veremiyoruz, bari bunları verelim,” diyerek ne zaman benimle ablamın küçülmüş giysilerini komşuya götürmeye kalksa babam, “Hanım ben bir oğlan daha istiyorum, oğlanınkileri verme,” derdi. Babam beni sevmiyor, yoksa başka çocuk ister mi diye geceleri ağlayarak geçirirdim. Sonra annemin “Bir çocuğa daha nasıl bakarız bey?” demesi aklıma gelir, uykuya dalardım ama babaannem gündüzleri durmadan konuşurdu. “Oğlum haklı, bak komşuya beş çocuğu var, Üstelik sigortası bile yok. Allah rızkını veriyor. Doğur kızım bir tane daha oğlan, soğutma kendinden adamı,” sözleriyle yine üzülmeye başlardım.

Beş kardeştiler, üçü okula gidiyordu. Okuldan eve gelir gelmez un su karışımından kullanarak eski gazetelerden kese kâğıdı yaparlardı. İnşaattan düştüğü için bacakları tutmayan babaları adeta makine gibi çalışırdı. Kapılarına gittiğimde, sofanın ortasında beyaz ve siyahın ellerini yüzlerini ele geçirdiği büyük, küçük insanlar görmek her zaman bana ilgi çekici gelir, annem almamamı tembih etse de her seferinde Reyhan Teyze’nin elime bir yumurta sıkıştırmasına merak dolu bakışlarımın arasında engel olamazdım. Bir gün, “Gel biraz otur,” denince kendimi içeri attım. Sonra da bir hevesle “Ben de yapayım mı?” dedim. “Olmaz, sen yapamazsın,” sözleriyle neşem kaçtı. Oysa tüm malzeme, gazeteyle su katılmış undan başka bir şey değildi. Sür katla, sür katla. Yılmadım. Her gittiğimde içeri giriyor yalvaran gözlerle aynı soruyu soruyordum. Bir seferinde Tahsin Amca, “Tamam gel lan kerata, al yap bakalım,” diye hepsini önüme sürdü. Kalbim çarpmaya başladı. Heyecanla atladım ama öylece kalıverdim. Oraya kıvırdım olmadı, buraya kıvırdım olmadı. Aşağıya sürdüm olmadı, yukarı sürdüm olmadı. Kese kâğıdından başka her şeye benzeyen ucube bir şey çıktı ortaya. Tüm aile gülmekten katıldı. “Allah da seni güldürsün e mi Teoman,” diyen Reyhan Teyze’nin gülünce iyice küçülen gözlerini hâlâ anımsarım.

Dutları götürdüğüm bir gün, Gel bak, burada ne var,” dediler. Bir kutunun içindeki ince dut dallarını, yapraklarını görünce şaşırarak “Bunları niye koparıp buraya koydunuz?” diye sordum. “İyi bak bakalım,” dediklerinde aralarında beyaz tırtıllar gördüm. Okulda arkadaşları vermiş Ayten’e. Öyle tatlıydılar ki. İpek böceğiymiş adları. İştahlı ağızlarıyla kıvrım kıvrım kıvrım kıvrılarak damarlı yeşillere ay gibi oyuklar aça aça ilerleyip iki yanı siyah noktalı bombelerini şişiyorlardı. “Sen de ister misin?” dediklerinde sevinçle aldım iki tanesini. İşte nihayet hayvanım olmuştu. Hep bir köpeğim olmasını istemiş ama annemin de babaannemin de “Bir itimiz eksik, kendi karnımızı doyurmaktan aciziz,” söyleriyle susmuştum. Artık bir şey diyemezlerdi. Yiyeceği hazır hayvan bulmuştum işte. Birkaç dut yaprağı ile doyarlardı. Annem görünce söylendi. Holde dursunlar, odaya sokma sakın diye de tembihledi.

İpek böceklerini komşumuza benzetirdim, onlar gibi tüm gün didinip dururlardı. Bir kutuya dut yapraklarını serince gerisi çabalamalarına bağlıydı. Yaprakları oya gibi işleyerek yemelerini seyrederdim. Bazen birini bulamazdım, bir de bakardım ki gitmiş başka bir yaprakta arıyor rızkını. “Holde üşürler, kışın ne olacak?” sorumu annem alaycı bir gülümsemeyle yanıtladı. Neler olacağını, kendi etraflarına birer ağ yapmaya başladıklarında anlattı. Daha sonra kendilerini o ağdan kozaya dönüşen odacığa hapsettiler. Kelebek, ipek ne kadar birbirine yakın sözcüklerdi.

Kış geldiğinde yaşamın bir acı yönü daha ortaya çıkıyordu. Daha çok eski gazete bulmak ve daha hızlı çalışmak. Tabii ki bu konuda en ağır yük, yine okula giden çocukların omuzlarındaydı

Hepsi art arda geldi. Ev sahibinin bizi evden çıkarması, babamın, annemin memleketine tayinini istemesi. Aklım, uzun yıllar o İpek Böceği Ailesi’nin kozasından uçacak beş kelebeğinde kaldı.

Ayaklarım, aklıma direnemediğinden olacak bugün beni oraya sürükledi. O evin yerinde şimdi bir site var. Site güvenliği “Kime geldiniz?” diye sordu. İpek Böceği Ailesi’ne deyiverdim. Tabii siteye giremedim ama bahçe yerine uzun ince beton yollar gördüm. Ağaç diye bir şey yok. Bazı köşelerdeki yapay çimler, burnumda hâlâ unlu yapışkan kokusu varken dökülen dutların izlerini örtmek için uğraşsalar da beni kandıramazlar.

Site sakinleri, akşama hazırlık için elleri poşetlerle dolu gelirken, ben de üzeri logolu kese kâğıdından bir tane dut alıp ağzıma atıyorum.

Ceyda Sevgi Ünal