Sondan başlayayım; bu Steinbeck’in (1902-1968) imzası Pigasus. Pigasus, kanatlı at Pegasus’un pig (domuz) ile birleştirilmesiyle oluşturulmuş bir kelime.  “Ad Astra Per Alia Porci” ise “domuz kanatlarıyla yıldızlara…” anlamına geliyor. 2018 yılında Kaliforniya’ya gittiğimde Monterey’deki Sardalye Sokağı’na sadece bir saat uzaklıktaki Santa Cruz şehrinde bir kitapçıdan almıştım Steinbeck’in  ‘Cannery Row’unu ve o zaman öğrenmiştim yaşamı boyunca tüm mektuplarını, kendisini “yine de uçmaya çalışan hantal bir ruh” olarak sembolize eden Pigasus ile imzaladığını.

‘Sardalye Sokağı’ tam da bu uçmaya çalışan hantal ruhların hikayesi diye düşünüyorum şimdi.  Boş bir arsadaki eski depoda yaşayan Mack ve arkadaşları kendilerini zar zor geçindirirken komşuları Batı Biyoloji Laboratuvarı’nın sahibi Doc’a sürpriz bir doğum günü partisi hazırlamaya girişirler; iyi adamdır Doc, çok yardımı olmuştur onlara, güzel bir parti fena olmaz. Dora’nın evindeki kızlar partiye birer saatlik vardiyalarla gitmeye -işler çok yoğundur çünkü- ve giderken çok sade giyinmeye karar verirler, onların iş kıyafeti pırıltılı dekolte elbiseler, ağır bir makyaj, yapılı saçlardır ne de olsa. Fedai Albert, olay çıkarttığı için dışarı attığı müşterinin beli kırılınca kendisini sorgulamaya başlar; işini eskisi kadar iyi yapamıyor mudur yoksa? Sevimli yavru köpek Sevgili, sahiplerinin kendisini şımartmaktan başka bir şey yapmayacağını anlayınca kendi kendini eğitmeye karar verir, tuvaletini halıya yapmaktan vazgeçmekle başlar işe.

Batı Biyoloji Laboratuvarı ve Doc, Sardalye Sokağı insanlarının ortak noktası gibidir. Sokağın ve yaşamın mücadelesinin, keşmekeşinin içinde onların değişik bir dünyayla bağlantısıdır. Akşamları çaldığı muhteşem plaklarla, zengin kütüphanesiyle, kapısını hiç kilitlemediği eviyle -laboratuvarında yaşar Doc- tekdüze bir dinginlik, belki bazen konfor, Sardalye Sokağı’nın başka hiçbir yerinde görülmeyen bir çeşit huzuru temsil eder. Doc canlıyken topladığı çeşit çeşit hayvanı değişik yöntemlerle muhafaza edip Amerika’nın dört bir yanındaki okullara, laboratuvarlara satmaktadır. Yaşamı dondurmaktadır sanki; huzur gibi görünen belki de budur, ölümün sessizliği. Öte yandan yazar sanki yaşamın tarafını tutar, tüm karmaşasına, pisliğine rağmen.

“Bir şiirdir Kaliforniya’nın Monterey kasabasındaki Sardalye Sokağı; pis bir koku, gıcırtılı bir ses, ışığın bir hali, bir renk, bir alışkanlık, geçmişe duyulan bir özlem, bir düştür. Birikmiş, dağılmış ne varsa oradadır; teneke, demir, pas ve talaş, bozuk kaldırımlar, ot bürümüş arsalar, hurda yığınları, sardalyelerin işlendiği oluklu sacdan konserve fabrikaları, batakhaneler, lokantalar, kerhaneler, küçük, tıklım tıkış dükkanlar, laboratuvarlar ve salaş oteller.”

Steinbeck, Amerikan edebiyatının en önemli sanatçılarından biri olarak görülüyor. Kaliforniya’da doğduğu, büyüdüğü, çalıştığı yerleri eserlerine mekan olarak seçmiş. Çocukluğundan itibaren pek çok işte çalıştığı için işçi sınıfının, yoksulların, toplumun dışında kabul edilenlerin yaşamlarını bizzat deneyimlemiş. Gençliğinde özellikle yaz aylarında çiftliklerde, göçmen işçilerle birlikte şeker pancarı tarlalarında, şeker fabrikasının laboratuvarında çalışmış. Daha sonraları turist rehberliği, plastik manken üreticiliği, inşaat işçiliği, balıkçılık gibi pek çok işe el atmış para kazanabilmek için. Tüm bu deneyimler yazara insan ve yaşamın iki yüzünü de tanıtmış gibi görünüyor.

“Bu sokağın sakinleri ise, bir zamanlar birinin dediği gibi, “fahişeler, pezevenkler, kumarbazlar ve hergeleler”, yani Herkestir. Aynı kişi bu sokağa bir başka gözetleme deliğinden bakmış olsaydı, sokak sakinleri için “azizler, melekler, şehitler ve kutsanmış kimseler” de diyebilirdi pekala.”

Nitekim Steinbeck 1962’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında Akademi, ödülün gerekçesini “gerçekçi ve imgesel üslupları sempatik bir mizah ve keskin bir sosyal algı oluşturacak şekilde bir araya getirmesi” olarak açıklamıştı.

Steinbeck’in başyapıtı 1939 yılında yayımlanan ‘Gazap Üzümleri’ romanı olarak görülüyor pek çok kaynakta. Steinbeck Sardalye Sokağı’ndaki şaşırtan üslubuyla, çok önemsiz, basit olayları anlatırken derin düşüncelere daldırıyor okuru. Bir çuvala doldurulmuş kızgın kurbağalar, kavga eden iki küçük oğlan, bir türlü eş bulamayan sincap, her sabah aynı yoldan balığa giden yaşlı Çinli, Steinbeck’in etkili anlatımıyla suya atılan taşların yaydığı halkalar misali büyüyerek ulaşıyor okura.

Sonunda Doc’un doğum günü partisi veriliyor, üstelik bu sefer Doc da katılıyor partiye.

Ayşegül Ayman