Yirminci yüzyılın en etkili şiirleri arasında değerlendirilen Amerikalı-İngiliz şair T. S. Eliot’un (1888-1965) Çorak Ülke adlı şiiri ilk olarak 1922 yılında yayımlandı. 100 yaşına giren Çorak ülke, Modernizmi anlamamızı sağlayan temel metinler arasında yer alır. Şiir beş bölüme ayrılır: Ölülerin Gömülüşü, Bir Satranç Partisi, Ateş Vaazı, Suda Ölüm ve Gök Gürültüsünün Söyledikleri.
Çorak Ülke, I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından yayımlandığından (1922), yoğun biçimde savaşın izlerini taşımaktadır. Bu özelliği nedeni ile de okuyucuyu derinden etkilemekte ve dönemin ruh halini duyumsatmaktadır. Şiirin bir I. Dünya Savaşı belleği özelliği taşıyor olması da bu nedendendir. Bu anlamda Çorak Ülke, geçmişteki büyük bir “felaketi” hatırlatan ve bunun yeniden yaşanmaması için insanı arayışlara iten bir “tarihsel bellek” destanı özelliği taşıyor. Bu destan, Eliot’ın edebiyat eleştirisi kuramı ile birlikte savaşın sosyoloji, tarih, felsefe gibi farklı disiplinlerce incelenmesinin ve insanın kendisi ve tarihle yüzleşmesinin sorumluluğunu üstlenmesinin gerekliliğini ve baskısını hissettiren ve buna bağlı olarak da sanata sorumluluk yükleyen bir destan aynı zamanda. (Hayriye Erbaş)
Çorak Ülke; I. Dünya Savaşı’nın ardından gelen hayal kırıklığı, hayatın gerçekleriyle yüzleşme ve bıkkınlık duygularını ifade eder. Kutsal kâse arayışı efsanesiyle uzaktan da olsa bağlantılı bir dizi kısa öykü aracılığıyla, insanoğlunun kurtuluş vaatlerinin gerçekleşmesini beklediği, panik duygusu ve yavan arzulardan, kötülüklerden arınmış bir dünyayı tasvir eder. Şairin son derece karmaşık, imalı ve ustaca kullanılmış bir dili vardır. Eser, içerisindeki pek çok ima ve alıntıyı açıklayan dipnot ve referanslar barındırır. Bu bilimsel katkı, edebi referanstan ziyade birçok okuyucu ve eleştirmenin dikkatini şiirin gerçek özgünlüğünü anlamak yerine, insanın kurtuluşu arzulayan evrensel insani çıkmazını ortaya koymasına ve dilin manipülasyonuna yöneltir. Eliot önceki eserlerinde şiirsel ifadenin ustası olduğunu göstermişti. “Çorak Ülke” onun, yüce bir söyleyişten günlük konuşma diline şaşırtıcı geçişler yapabilen bir ölçü ustası olduğunu ortaya koyar. (https://www.britannica.com/biography/T-S-Eliot)
Orijinal müsveddesi Ezra Pound’ un önerisiyle 800 mısradan 433 mısraya düşürülen şiir, Eliot’un en ünlü ve en iyi eserlerinden biridir.
Cevat Çapan’ın çevirisi ve dip notlarıyla Çorak Ülke şiiri:
ÇORAK ÜLKE
‘Nam Sibyllam quidem Cumis ego ipse oculis meis vidi in ampulla pendere, et cum illi pueri dicerent Sibulla ti thelis; respondebat illa: apothaneirı thelo. 1
Ezra Pound’a il miglior fabbro2
I. Ölülerin Gömülmesi
Ayların en zalimidir nisan, leylaklar
Açtırır ölü topraktan, yoğurup
Bellekle isteği, diriltir
Ölgün kökleri bahar yağmurlarıyla.
Kış sıcak tuttu bizi, örterek
Toprağı unutkan karla, bir parça
Can katıp kuru köklerle.
Yaz şaşırttı bizi, bir sağanakla gelerek
Starnberger Gölüne, sığındık sütunların altına.
Sonra güneşe çıktık, uzandık Hofgarten’e,
Kahve içip konuştuk bir saat kadar.
Bin gar keine Russin, stam m’ aus Litauen, echt deutch.’3
Ve çocukluğumuzda, kuzenim arşidüklerde kalırken,
Çıkarır kızakla gezdirirdi beni,
Ben de korkardım. Oysa, Marie, derdi,
Sıkı tutun, Marie.
Ve kayardık yamaçtan aşağı,
Dağlarda, özgür hissedersin orada kendini.
Çoğu zaman okuyorum geceleri, kışın da güneye gidiyorum.
Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür
Bu taş yığınında? Ey insanoğlu,
Bilemez, kestiremezsin, çünkü bildiğin ancak
Bir kırık suretler yığınıdır güneşin kavurduğu
Ne ölü ağacın gölge, ne cırcırböceğinin huzur
Ne de kuru taşın su sesi verdiği. Yalnız
Bu kızıl kayanın altı gölgelik,
(Gel, sığın gölgesine bu kızıl kayanın),
Ve ben sana öyle bir şey göstereceğim ki,
Ne seni sabahları izleyen gölgendir bu,
Ne de seni karşılamaya kalkan akşamki gölgen;
Sana korkuyu göstereceğim bir avuç tozda.
Frisch weht der Wind
Der Heimat zu
Mein Irisch Kind,
Wo weilest du?4
‘Bana ilk bir yıl önce sümbüller vermiştin;
Sümbül kız demişlerdi bana.’
– Oysa geç vakit döndüğümüzde Sümbül bahçesinden,
Kollarım dolu, saçlarım ıslak, konuşamamıştım,
Gözlerim iyi göremiyordu, sanki ne diriydim,
Ne ölü, ne de bildiğim bir şey vardı, Bakarken ışığın yüreğine, sessizliğe.
O ed’ und leer das Meer.5
Madam Sasostris, ünlü falcı,
Fena halde üşütmüş, gene de
En akıllı kadın diye bilinir Avrupa’da,
Elinde bir deste uğursuz iskambil. İşte, diyor,
Bu senin kâğıdın, boğulan Fenikeli Denizci,
(Bunlar inciler eskiden gözleri olan. Bak!)
Bu Belladonna, Kayaların Ecesi, Durunları bildiren,
Bu üç asalı adam, bu da Çarkıfelek,
Bu tek gözlü tüccar, bu boş kâğıt da
Sırtında taşıdığı bir şey,
Ona bakmama izin yok. Asılan Adamı
Göremiyorum. Denizde ölmekten sakın.
Büyük bir kalabalık görüyorum, halka olmuş dönüyorlar.
Teşekkürler. Sevgili Mrs. Equitone’u görürseniz,
Zayiçeyi benim getireceğimi söyleyin:
İnsan dikkatli olmalı böyle günlerde.
Düşsel Şehir
Bir kış şafağının kahverengi sisi altında,
Bir kalabalık akıyordu Londra Köprüsünden, sayısız insan,
Bilmezdim hiç ölümün bunca insanı perişan ettiğini,
Kısa, kesik kesik iç çekişler duyuluyordu,
Herkes ayaklarının uçlarına dikmişti gözlerini.
Yürüyüp yokuş yukarı, sonra King William Caddesinden aşağı,
Saint Mary Woolnoth Kilisesinin önüne geldiler
Çan kulesinin ölü bir sesle saat dokuzu vurduğu.
Bir tanıdığa rastladım orda, ‘Stetson!’ diye seslenerek
durdurdum,
‘Hani beraberdik seninle, Mylai’de gemilerde!
‘Geçen yıl bahçene diktiğin o ceset
‘Filiz verdi mi? Çiçek açar mı bu yıl?
‘Yoksa o beklenmedik don bozdu mu yatağını?
‘Aman uzak tut, insana dost olan köpeği,
‘Yoksa tırnaklarıyla eşeleyip çıkarır gene cesedi! ‘
Sen! hypocrite lecteur! – mon semblable, – mon frère!’6
II. Bir Satranç Partisi
Oturduğu Koltuk, yaldızlı bir taht gibi,
Yansıyordu mermere, ayakları salkımlı asmalar
Ve biri yapraklar arasından gözetler gibi bakan,
(Biri de gözlerini kanadıyla gizlemiş)
Altın küpidonlarla süslü ayna
Bir kat daha çoğaltıyordu yedi kollu şamdanın alevlerini
Masanın üstüne yansıtarak,
Atlas kaplı kutulardan saçılan Mücevherlerin parıltısı alevlerin ışığına karışıyordu;
Ağızları açık fildişi ve renkli camdan şişelere sinmiş
Macun, toz ve sıvı halindeki o garip,
Sentetik esansları bunaltıp şaşırtıyor
Ve boğuyordu duyuları kokularıyla; pencereden
Esen serin havayla yükselen bu kokular
Şamdanların alevlerini besleyip büyütüyor,
Dumanlarını tahta kaplama tavana savurarak
Oyma süslemeleri dalgalandırıyordu.
Bakır kakmalı geniş kızılağaç kaplama
Yeşil ve turuncu renklerle yanıyor
Ve renkli taş çerçevenin hüzünlü ışığında
Oyulmuş bir yunus yüzüyordu.
Antik şöminenin üstündeki resim,
Ormana açılan bir pencere gibi,
O barbar kralın acımasızca zor kullanıp Philomel’i değiştirişini anlatıyordu,
Gene de bülbül kirletilmez sesiyle orda
İnletiyordu tüm çölü, ve o hâlâ ağlıyor,
Ve dünya hâlâ peşinde
‘Cik cik’ rezil kulaklara.
Ve zamanın daha başka soluk artıkları
Anlatılıyordu duvarlarda; bakıp duran biçimler
Dışarı sarkmış, sarkarak sessizleştiriyordu kapalı odayı.
Ayak sesleri duyuldu merdivende. Ocağın ışığında, fırçanın altında, saçları
Ateşli oklar gibi dağılıp
Konuşmasını ışıtırken dehşetle susacaktı.
‘Sinirlerim bozuk bu gece. Evet, bozuk. Yanımda kal.
Bir şey söyle. Neden konuşmuyorsun hiç. Konuş.
‘Ne düşünüyorsun? Nedir düşündüğün? ne?
Hiç bilmem ki ne düşündüğünü. Düşün.’
Sanırım dönekler geçidindeyiz biz
Ölülerin kemiklerini yitirdiği.
‘Nedir bu gürültü?’
Kapının altından esen rüzgâr.
‘Peki, bu gürültü? Rüzgârın yaptığı ne?
Hiç işte, hiç.
Hiçbir
Şey bilmez misin sen? Hiçbir şey görmez misin? Hiçbir
Şey hatırlamaz mısın?
Hatırlarım
Bu inciler o adamın gözleriydi eskiden.
‘Diri misin, ölü mü? Hiçbir şey yok mu kafanda?’
Ama
Ahhhh o Shakespeare’ce caz –
Pek de ince
Pek de zeki
‘Ben ne yapayım şimdi? Acaba ne yapayım?
‘Böyle dışarı fırlayıp sokakta dolaşayım
Saçım başım darmadağın. Peki yarın ne yapalım?
Ne yapalım bundan böyle?’
Sıcak su saat onda.
Yağmur yağacak olursa, kapalı bir araba saat dörtte.
Bir parti satranç oynarız,
Kapaksız gözlerimiz kısık, kulağımız kapıda.
Kocası terhis edildiğinde, dedim ki Lil’e,
Sözümü esirgemedim hiç, yüzüne söyledim,
ACELE EDELİM LÜTFEN VAK İT TAMAM
Bak Albert dönüyor, biraz çekidüzen ver kendine.
Dişlerini yaptır diye sana verdiği parayı
Ne yaptın, bilmek ister. Verdiydi ya, yanımda hem de.
Çektir hepsini, bir güzel takım yaptır altlı üstlü,
Dediydi, inan olsun, bakamıyorum yüzüne.
Ben de bakamıyorum, dedim, zavallı Albert’i düşün,
Adam dört yıldır askerde, canı eğlenmek ister,
Sen eğlendiremezsen, dedim, eğlendirecekler çıkar.
Yaa, öyle mi, dedi. Öyle ya, ne sandın, dedim
Bunu kime borçlu olacağımı bileceğim öyleyse dedi, dik dik bak
yüzüme
ACELE EDELİM LÜTFEN VAKİT TAMAM
O işten hoşlanmasan bile, katlanmasını bil, dedim.
Yoksa yemeyenin malını yerler.
Ama Albert çekip giderse, söylemediler deme.
Ayıp ayıp, dedim, utan böyle yaşlı görünmekten.
(Üstelik daha otuz birinde.)
Elimde değil, dedi, suratını asıp,
Çocuk düşürmek için aldığım haplardan, dedi.
(Zaten beş çocuğu var, nerdeyse ölecekti George’u doğururken)
Eczacı bir şey olmaz dedi, ama bir türlü düzelmedim.
Kız sen bayağı kaçıksın, dedim.
Eh, Albert rahat bırakmazsa seni, o zaman yapacak bir şey yok,
dedim,
Madem çocuk istemiyordun, öyleyse niye evlendin?
ACELE EDELİM LÜTFEN VAKİT TAMAM
Neyse, o pazar Albert döndü, sıcak bir domuz budu yediler,
Beni de çağırdılar, sıcak sıcak tadını çıkarayım diye –
ACELE EDELİM LÜTFEN VAKİT TAMAM
ACELE EDELİM LÜTFEN VAKİT TAMAM
İy’ geceler Bili. İy’ geceler Lou. İy’ gecelere May. İy’ geceler.
Güle güle. İy’ geceler. İy’ geceler. İyi geceler, hanımlar, iyi geceler, güzel hanımlar, iyi geceler, iyi geceler.
III. Ateş Vaazı
Nehrin tentesi çökmüş: son yapraklar da parmak parmak
Kavrayıp gömülüyorlar ıslak kıyıda. Rüzgâr, duyulmadan,
Esiyor kahverengi toprağın üzerinden. Su perileri gitmişler,
Tatlı Thames, yavaş ak, şarkımı bitireyim.
Nehirde ne boş şişelerle sandviç kâğıtları,
Ne ipek mendiller, mukavva kutular, sigara izmaritleri,
Ne de başka tanıkları yaz gecelerinin. Su perileri gitmişler.
Arkadaşları, şehir bankerlerinin aylak mirasçıları da;
Gitmişler, adres bile bırakmadan.
Lemal Gölünün kıyısında oturup ağladım…
Tatlı Thames, yavaş ak, şarkımı bitireyim,
Tatlı Thames, yavaş ak, çünkü bağırmadan, uzatmadan
konuşacağım.
Ama duyuyorum arkamda birden çıkan rüzgârda
Takırdayan kemiklerle kulaktan kulağa yayılan kikirdemeleri
Bir sıçan süzüldü, otların arasından
Yapışkan karnını sürterek kıyıya
Durgun kanalda avlanıyordum
Bir kış akşamı gazhane arkasında
Aklımda kral kardeşimin denizde uğradığı kaza
Ve kral babamın ondan önceki ölümü.
Beyaz çıplak gövdeler aşağıda toprağa uzanmış
Ve basık, kuru bir tavan arasına atılmış kemikler,
Yıldan yıla yalnız sıçanların ayaklarıyla ses veren.
Ama zaman zaman duyuyorum arkamda
Korna ve motor seslerini, Sweeney’yi
Baharda Mrs. Porter’a getirecek.
Ah ay nasıl da pırıl pırıl vurmuş
Mr. Porter’la kızına
Sodalı suyla yıkarlar onlar ayaklarını
Et O ces voix d’enfants, chantant dans la coupole!7
Tüit tüit tüit
Cik cik cik cik cik cik
Nasıl da zor kullanmış.
Tereu
Düşsel şehir
Bir kış öğlesinin kahverengi sisi altında
İzmirli tüccar Mösyö Eugenidis
Tıraşı uzamış, bir cebi kuşüzümü dolu
Sif Londra : belgeler ödeme yapılınca,
Canon Street Otelinde öğle yemeğine çağırdı beni
Bozuk bir Fransızcayla Sonra da hafta sonunu geçirmeye Metropole’de.
Günün moraran saatinde, gözlerle sırtın
Masadan doğrulduğu ve insan makinesinin
Motoru çalışan bir taksi gibi beklediği,
Ben Tiresias, kör, ama iki hayat arasında çırpman,
Pörsük kadın memeli ihtiyar, görüyorum
Günün moraran saatinde, akşamın yuvaya yönelen
Ve gemiciyi denizden limana getiren saatinde,
Daktilo kız çay vakti evine dönmüş, masasını topluyor,
Sobasını yakıyor, yemeğini çıkarıyor konservelerden.
Pencerenin dışında korkusuzca asılmış,
Güneşin son ışınlarının vurduğu kuruyan iç çamaşırları,
(Geceleri yatak olan) divanın üstüne yığılmış
Çoraplar, terlikler, kombinezonlar, korseler.
Ben Tiresias, pörsük memeli ihtiyar,
Gördüm bu sahneyi ve olacakları söyledim –
Gelecek konuğu ben de bekledim.
Adam, suratı sivilceli bir genç, gelir
Küçük bir emlakçının kâtibi, arsız bakışlı,
Aşağılık bir herif, kendine güveni sırıtır
Bradford’lu bir milyonerin ipek şapkası gibi.
Düşündüğü gibi, zaman en uygun zamandır,
Yemek yenmiş, kadın bıkkın ve yorgun,
Okşayışlarla onunla oynaşmaya kalkışır,
İstemese bile, karşı koymaz kadın.
Adam heyecanlı ve kararlı, hemen saldırıya geçer;
Hiçbir direnişle karşılaşmaz yoklayan eller;
Bir karşılık da beklemez ondaki boş gurur,
Kayıtsızlığı da hoşgörür.
(Ve ben Tiresias, bütün bunları daha önce yaşadım
Bu oyunu aynı yatak ya da divanda oynadım;
Ben ki Thebai surlarının dibinde oturmuş
En aşağılık ölüler arasında dolaşmışım.) –
Adam son bir öpücük lütfeder kadına
Ve el yordamıyla ışıksız merdivenden iner…
Kadın dönüp şöyle bir aynaya bakar,
Âşığının gittiğini bile fark etmemiştir;
Belirsiz bir düşünce geçer aklından :
‘Eh, bu iş de b itti: iyi ki bitti.’
Güzel kadın çılgınlığı göze alır da,
Yeniden yapayalnız odasında dolaştığında,
Saçlarını eliyle şöyle bir düzeltir Ve bir plak koyar gramofona.
‘Bu müziği duyar gibi olmuştum sularda’
Ve Queen Victoria Caddesinde Strand boyunca.
Ey şehir şehir, zaman zaman duyuyorum
Lower Thames Caddesindeki meyhaneden
Tatlı sızlanışını bir mandolinin
Ve içerden gelen gürültülerle öğle saatleri
Aylak aylak oturan balıkçıların gevezeliklerini
Magnus Martyr Kilisesinin duvarlarında
İyon beyazı ve altın renginin yarattığı o anlatılmaz
görkemi
Yağ ve katran
Terliyor nehir
Gelgitin alçalan sularında
Sürükleniyor mavnalar
Kırmızı yelkenler
Rüzgârla Şişmiş, çarpıyor koca serene,
Yüzen kütükleri
Yalıyor mavnalar
Köpekler adasını geçip
Greenwich’in ağzını dönünce.
Weialale leia
Wallala leialala
Elizabeth’le Laicester
Suya vuran kürekler
Yaldızlı bir deniz kabuğundan
Teknenin kıçı
Kıpkızıl ve altın
Art arda dalgacıklar
Kıyıları yaladı.
Lodos, akıntıyla birlikte,
Aşağı sürükledi
Beyaz kulelerin
Çan seslerini
Weialala leia
Wallala leialala
‘Tramvaylarla tozlu ağaçlar.
Highbury bana destek oldu. Richmond’la Kew
Mahvetti. Richmond’dan geçerken daracık bir sandalda
Sırtüstü yatıp dizlerimi kaldırdım.’
‘Ayaklarım Moorgate’te, kalbim
Ayaklarımın altında. Olanlardan sonra
Ağladı. Söz verdi “yeniden başlamaya”
Bir şey demedim. Ne diye güceneyim?”
‘Margate Kumsalında.
Bağ kuramıyorum bir türlü
Hiçbir şey arasında.
Kırık tırnakları kirli ellerin.
Sıradan kişiler bizimkiler hiçbir şey
Beklemeyen.’
la la
Sonra Kartaca’ya geldim
Yanarak yanarak yanarak
Tanrım çekip kurtarıyorsun beni
Tanrım çekip kurtarıyorsun
yanarken
III. Suda Ölüm
Fenikeli Phlebas, on beş gün önce ölen,
Unuttu martıların sesini, denizin dipten yükselişini,
Kârını, zararını.
Derinden bir akıntı fısıl fısıl
Sıyırdı etini kemiklerinden. Yükselip alçaldıkça
Yaşadı yaşlılık ve gençlik çağlarını
Kapılmadan burgaca.
İster putperest ol, ister Yahudi,
Sen ey dümende durup rüzgârı kollayan kişi
Unutma ki Phlebas da eskiden senin gibi yakışıklı, boylu biriydi.
IV. Gök Gürültüsünün Söyledikleri
Terli yüzlere vuran meşale kızıllığından sonra
Bahçelerdeki buzlu sessizlikten sonra
Taşlı topraktaki can çekişmeden sonra
Bağırmalar ve ağlamalar
Zindan ve saray ve yankılanması
Gök gürültüsünün baharda uzak dağlarda
Yaşayan o adam artık öldü
Yaşayan bizler artık ölmekteyiz
Nerdeyse tükenmekte sabrımız
Burada su yok kaya var yalnız
Kaya. Susuzluk ve kumlu yol
Döne döne dağlara ulaşan yol
Kayalık, susuz dağlara
Durup su içerdik su olsa
İnsan duramaz, düşünemez kayalar arasında
Ter kurumuş, ayaklar kuma gömülü
Hiç değilse bu olsaydı kayalar arasında
Bu ölü dağın tüküremeyen çürük dişli ağzında
İnsan ayakta duramaz burda, yatamaz, oturamaz
Sessizlik bile yok bu dağlarda
Kuru, kısır gök gürültüsü var yalnız, yağmursuz
Yalnızlık bile yok bu dağlarda
Kırmızı asık yüzler sırıtan ve hırlayan
Sıvaları çatlamış evlerin kapılarından
Su olsaydı da
Kaya olmasaydı
Kaya olsaydı
Ama su da olsaydı
Su da
Bir pınar
Bir havuz kayalar arasında
Hiç değilse su sesi olsaydı
Ağustosböceği değil
Ne de türkü söyleyen kuru otlar
Yalnız su sesi bir kayadan
Çamlarında ardıçkuşunun öttüğü
Şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp
Ama su yok
Kimdir o hep yanında yürüyen üçüncü kişi?
Saydığımda, bir sen varsın, bir de ben,
Ama uzayıp giden beyaz yola baktığımda,
Hep biri daha var yanında yürüyen
Kahverengi peleriniyle kayar gibi, kukuletalı
Bilmiyorum kadın mı erkek mi
– Ama kimdir o öbür yanında yürüyen?
Nedir bu havaya yükselen ses
Ağlayan anaların iniltisi
Nedir şu kaynaşan kukuletalı kalabalık
Uzayıp giden ovada, çatlak toprakta tökezleyen
Basık ufuk çizgisiyle çevrili
Hangi şehirdir o dağların üzerindeki
Çatlayıp düzelen ve patlayan moraran gökte
Yıkılan kuleler
Kudüs Atina İskenderiye
Viyana Londra
Düşsel
Bir kadın gererek uzun siyah saçlarını
O tellerle fısıldayan bir ezgiye ses verdi
Ve bebek yüzlü yarasalar moraran ışıkta
Islık çalıp kanat çırptılar
Ve kararmış bir duvardan başaşağı sürünerek indiler
Ve havada başaşağı dönmüştü kuleler
Bildik çan sesleriyle saatleri bildiren
Ve boş sarnıçlarla kör kuyulardan türküleri duyulan sesler
Dağlar arasındaki bir köhne çukurda
Soluk ay ışığında, türkü söylüyor otlar
Çökmüş mezarlar üstünde, kilise çevresinde,
O boş kilise, yalnızca rüzgârın barınağı.
Ne cam ne çerçeve, kapısı çarpıp duran
Kimseye zarar gelmez kuru kemiklerden
Yalnızca bir horoz tünemiş çatının direğine
Ö örö ööö, ö örö ööö
Bir şimşek çakışında. Sonra çisentili bir bora
Yağmur getiren
Ganj’ın suları azalmıştı, pörsük yapraklar
Yağmur bekliyordu. Kara bulutlar yığılırken
Uzakta, çok uzakta, Himalayalar’da.
Cengel eğilmiş, kamburlaşmıştı sessizce.
Derken gök gürültüsü konuştu
DA
Datta :8” nedir verdiğimiz?
Dostum, yüreğimi titretiyor kan
Bir anlık boyun eğişin korkunç cüreti
Bir sakınma çağının kurtaramayacağı
Bununla, yalnız bununla var olduk biz
Ki izine rastlanmaz arkamızdan yazılanlarda
Ne iyi yürekli örümceğin ördüğü anılarda
Ne de kupkuru noter kâtibinin boş odalarımızda
Açtığı o mühürlü zarflarda
DA
Dayadhvam Duydum anahtarın
Bir kez, yalnız bir kez döndüğünü kapıda
Düşünürüz anahtarı, her birimiz kendi zindanında
Düşünerek anahtarı herkes onaylar bir zindanı
Ancak akşam saatlerinde, o boş söylentiler
Bir an için kırgın bir Coriolanus canlandırır
DA
Damyata : tekne sevinçle
Karşılık verdi, yelken ve kürekte usta ellere
Deniz durgundu, kalbin de sevinçle
Karşılık verecekti, çağrıldığında, atışları uyarak
Denetleyen ellere
Oturmuş avlanıyordum
Kıyıda, o çorak ova arkamda
Topraklarımı düzene sokabilecek miyim hiç olmazsa?
Londra Köprüsü çöküyor çöküyor çöküyor
Poi s ’ascose nel foco che gli9 affına
Quando fiam uti chelidon10‘” – Ey kırlangıç kırlangıç
Le Prince d ’Aquitaine à la tour abolite11“
Bu parçaları payanda yaptım yıkıntılarıma
Öyleyse ben de uyarım isteğinize. Hieronymo çıldırdı gene.
Datta.
Dayadhvam. Damyata.
Şantih şantih şantih12
- “Çünkü bir kez kendi gözlerimle Sibyl’i Cumae’de bir kafesin içinde gördüm, çocuklar kendisine, ‘Sibyl, ne istiyorsun? Diye sorduklarında, “Ölmek istiyorum.”dedi. Petronius, Satyricon,48.
- “Daha iyi usta”
- “Ben kesinlikle Rus değilim; Litvanyalıyım, özbeöz Almanım.”
- “Serin esiyor rüzgar
Doğduğun yere
İrlandalı yavrum
Nerede kaldı?
Wagner, Tristan ile Isolde
5. “Issız ve bomboş deniz”
Tristan ile Isolde
6. “İki yüzlü okur! – benim benzerim, -kardeşim!” Baudelaire
7. “Ve Ey o çocuk sesleri, katedralde şakıyan!” Verlaine, PArsifal
8. “Datta, dayadhvam,damyata”: “Ver, anla, denetle”
9. “Şimdi yalvarıyorum sana, seni bu merdivenin başına getiren iyilik adına, acılı günlerimde beni unutma.” Dante,Purgatorio, XXVI
10. “Ben en zaman kırlangıç gibi olacağım.” Pervigilum Veneris
11. “Yıkık kuledeki Aquitaine Prensi, Gerard de Nerval, “El Desdichdo”
12. Anlamayı aşan erinç