Okuma Kılavuzu

  1. İsterseniz tümünü okuyabilirsiniz
  2. İsterseniz 1a,1b,1c,1d,1e, 1f, 1g, 1h, 1/2 son şeklinde paragrafları atlayarak okur, sonra 2a, 2b, 2c, 2d, 2e, 2f, 2g, 1/2 son olarak tamamlayabilirsiniz.

  3. Ya da 2a, 2b, 2c, 2d, 2e, 2f, 2g, 1/2 olarak  okuyup sonlandırabilirsiniz.

   “Çocukluğumuz yurdumuzsa eğer biz ne yaptık ona?”               

-1a-

Vahap: Haydi artık. Geç kalmayalım. Yer bulamayacağız.

Abdo: Koca alanda yer mi olmazmış!

Vahit: Olmuyor valla. Geç gidersek bütün ağaç altları kapılmış oluyor. Zaten bir orası kaldı. Diğer yerler betonlaştı hepten.

Semira: Güneş altında oturmak istemeyiz herhalde.

Vahap: Komşulara seslendin mi Gülsüm?

Gülsüm: Seslendim.  İşte bak bahçe kapısından girdiler bile.

Semira: Elleri de dolu. Abdullah!  Yardıma koşsana evladım. Abdo sana diyorum!

 -2a-

İki girişi olan bir evde büyümüştük. Bahçe tarafı çocukluğumuzun oyun alanı olan sokağa diğer tarafı trafiğin yoğun olduğu caddeye açılırdı. Bahçe kapısını kullandığımızda sağı solu çiçek ve ağaçlarla dolu bir yoldan geçerek eve ulaşabilirdik. Uzun hurma ağacının yanında bodur kalmış gibi görünen nar ağacı, biraz ilerisindeki dut ağacı, kah teneke saksılar içinde kah toprakta büyütülmüş, güllerin çoğunlukta olduğu çiçekler. Arap yasemini diğer adıyla fullerin kokusundan baharın geldiğini anlardık.

Onun dışında haftanın bir günü komşularla yapılan “iç” yani kısır partisi de ayrı bir neşe katardı sokağa. Bol zeytinyağlı ve özellikle nar ekşili. Bulgurun haşlanması ayıplanmanız için bir neden oluşturuyordu. İlla da elle yoğrulup sertliği giderilecekti ince bulgurun. Elle yemenin tadını bilmeyenlere inat asma yaprağı ya da marulla alıp ağzınıza götürmek adettendi. “İç” in yanına dilimlenen domatesler, salatalıklar masanın zenginliğine katkıda bulunurdu. Elimizi dayayarak lıkır lıkır içilen çeşme suyunun sağladığı ferahlık enerjimizi yükseltmeye yeterdi.  Neredeyse çuvalla alınırdı marul halden. Oraya bile toplanıp gitmek, alınan ürünleri evlere paylaştırmak, ardından iyice kaynatılmış birer acı kahve içmek neşeye neşe katardı. Kahvenin iki defa kavrulmuş olanı kabul edilirdi. O saatte fal kapatanlar yakayı zor kurtarırdı. “Sabah sabah fal mı olurmuş!” diye kızılırdı şaka yollu.

Sokak kapısından girilip, evin caddeye açılan ön kapısından çıkılırdı. Komşular da kendilerini götürecek araca binmek için sokağı dolanmaktansa bu yolu kullanırdı. Salon sağlı sollu karşılıklı odalara açılıyordu. Bu da bir odadan diğerine geçişi kolaylaştırmıştı. Ev bu dizaynıyla çocuklar açısından müthiş bir oyun sahası oluşturmasının yanında, öfkeli büyüklerden kaçmak için de özellikle planlanmış gibiydi. Dışarıdaki şiddet nedeniyle sokaktan sokağa kaçmanın bir benzeri evin içinde de yaşansın diye yapılmış gibiydi.

Yerini çok katlıya bırakmadan önce damlarında yatardık yazın sıcağından kaçmak için. Cibinlik olmazsa olmazıydı bu bölgenin. Oyulan karpuzdan yapılan avize de işin hoş bir yanıydı. Diğer evler de öyleydi. Köşeye yerleştirilmiş, çalışmadığında kafasına aldığı darbeyle devreye giren radyo antika değerine kavuşmuştur şimdi. Cızırtılar arasında dinlenilen haberler, çalan müzik, yerini bazen Arkası Yarınlı programlara bırakırdı.

İlk zamanlar caddeye yakın olarak konulmuş olan radyo, daha sonra iç kesimlere alınmak zorunda kalınmıştı. Evin caddeye bakan kapısının önünde oturan mahallelinin saygın amcası olan baba hem haberleri dinler -kendi dilinde mutlaka- hem de gelen geçene selam verirdi. Bölgenin çok kültürlü yapısına uygun olarak kendisi gibi inanmayanlara büyük saygısı olan, ama aynı zamanda öfkeli kişiliğinden çekinilen birisiydi. Birkaç dili konuşur ve yazar, ayrıca farklı dini ritüellere de önem verirdi.

Daha sonra radyo evin bahçeye yakın köşesine yani caddeden çok uzağa alınıp yerleştirilmişti. Çünkü başka dilde konuşuyor, bazılarına rahatsızlık veriyordu. Sadece bu yüzden evlerden alınıp götürülen abiler amcalar, yüzleri morarmış elleri ayakları kabarmış bir şekilde eve dönerlerdi. Çocuklar onları görünce annelerine sığınırlardı. Radyodan gelen sesin yanı sıra kapı arkalarını dinleyen birileri mi oluyordu bilinmez. Komşuların çoğu sevecen ve anlayışlıydı oysa.

-1b-

Yolcularını piknik alanına taşımakta olan minibüsün içinde sürdürülen konuşmalar, neşeli atışmalar, söylenmekte olan şarkıların gölgesinde kalıyordu. Bazen de anlatılan fıkralar grubun neşesini yükseltmeye yetiyordu. Sessizlik anını kollayan Vahap, herkes bir aradayken komşularını haftaya evlerinin bahçesinde yapılacak Hefli’ye davet etmeyi unutmadı. Tek tük kalmış evlerden biriydi onlarınki.

-2b-

“Komşular değildir ama özellikle kapı dinleyenler oluyordur. Değil mi teyzeciğim?Geçmiş ile ilgili çok meraklı olduğu bilinen Recai’den gelmişti soru. Bazen bir bakış size dünyaları anlatmaya yeterli olur. “Bence de komşular değildir. Kaldı ki onlar da niye başka dildeki şarkıları dinliyorlarmış ki. Saçma.” Bedi anneanneden önce yanıtlamıştı bu soruyu. Gençliklerinin baharında kaybettiği iki oğlunun yükü nedeniyle kamburlaşmış olan anneanne, dizlerine örtüğü şalı düzeltir gibi yapmış, göz yaşlarına bulanan bakışlarını kaçırmıştı.

Okula giderken kulağımıza fısıldanan kim olduğunu ve neye inandığını sakın söyleme! uyarısıyla büyümüştük. Çocuktuk o zaman ama bazen de söylenilen bir cümle yüreğinize kazınırdı nedenini bilmeden. Egemen kültürün farklı olanlar üzerindeki baskısı geçerliliğini şiddetli bir şekilde korumaktaydı, hâlâ da öyle. Kimliklerinden vazgeçmeyi kabullenişin ödülü, isimlerdeki ısrarcılığa göz yummak olmuştu. Her şey bir yana nene ve dedeleri unutmak olmazdı. O kadarı da olsundu. Okulda ya da bazen sokak oyunları sırasında çıkan kavgalar çocukça öfkeden başka bir şey değildi.

“Kavgalar farklılıktan mı çıkıyordu ki?” “Her zaman değil tabi. Dünyanın gergin halleri kavgaların rengini belirlemeye yetiyordu.” Bedi gizli kapaklı yanıtlar veriyordu kritik bulduğu sorulara. “Ülkeler arası ilişkilere benziyordu yani. Neyse ki biraz felsefe okumuşluğum var da ne anlatmak istediğini anlıyorum abi ya. Bir de iş yeri tabelalarında kullanılan harfler sorun oluşturmaktaymış, değil mi? Farklı diller için iş öyle değilmiş ama. Ya da “What a shame! Shame on you! Her neyse.”

Sözü hayranlık uyandırırken “ayb ayb” demek size sıkıntı yaratabiliyormuş. “I love you.” cümlesi romantizmin Avrupai versiyonu olması nedeniyle kabul görürken “ena be hibbik,” demeniz, şüpheliler listesindeki yerinizi almanıza yeterli bir nedenmiş. Dini içerikli sözcükler bir sorun oluşturmazmış elbette. Bildiğim kadarıyla savaştan kaçıp gelenlerin davranışları dikkatleri bu konuya çekti yeniden.” Bedi çocukken kullandıkları dilin giderek sönümlendiğini biliyor olmanın rahatlığıyla dinliyordu meraklıyı.

“Evin içinde çoğunlukla konuşma aracı olarak kullanılmanın dışına geçmemiş olan dil de artık önemini yitirip tehdit olmaktan çıktı zamanla. Evdeki büyükler yaşama veda ettikçe uluslararası literatürde beşinci sırada yer alan dil, bu bölgede mum gibi sönüp gitmeye mahkum oldu. Her gelen nesil zaten ya az anlıyor ve kullanıyor ya da hiç bilmiyordu. Sonradan gidilen kursları tamamlayanların sayısı parmakla sayılacak kadar az diye biliyorum” Bedi anlatmayı sürdürürken bir yandan da Recai’den gelen soruları tartıyor işine geleni yanıtlıyor işine gelmeyeni geçiştiriyordu.

 Buraya asılan çamaşırlar gül, ful ve fitne -ki bazıları ona plumeria (Hindistan mabet çiçeği) der- kokusu eşliğinde dolaptaki yerlerini alırdı. Bahçenin bitişinde duvarın önüne yerleştirilmiş olan uzun masa ailenin nüfusu hakkında size bilgi vermeye yeterdi. Bahar ayı insanın evde oturmasına izin vermeyen, içini kıpır kıpır eden bir dönemdi bu topraklarda. Sık sık pikniğe gitmek çoğumuz için önemsenen bir durumdu.

-1c-

Yirmi beş dakikalık bir yolculuğun ardından yatırın da içinde yer aldığı piknik yapılacak yere gelen minibüs, yolcularını günün ilerleyen saatinde almak üzere oldukça büyük olan alana bırakıp şehre geri dönerdi. Hep aynı minibüs çağrılırdı zaten. Altı boş olan bir ağaca gerekli malzemelerin taşınmasına yardım ettikten sonra Recai ve Bedi konuşmalarını sürdürmek için grubun yanından ayrıldılar. Bir tek burası kalmıştı özgünlüğünü koruyan. Birçok benzer yer ya yok edilmiş ya da sadece yatır kalacak şekilde düzenlenmişti her nedense. Burasının da sonunun yakın olduğu söylentisi yayılmaktaydı. Kentleşmenin önünde hiçbir güç duramıyordu. Ya da durmak istenmiyordu.

 -2c-

“Tabela konusunda kalmıştık en son. Komşudaki savaştan kaçıp burada esnaflık yapmaya başlayanların ilk zamanlar koydukları tabelalar yok artık değil mi?” Bağlı bulunduğu toplumun bugüne evirilmesini merakla dinleyen Recai soru sormayı ihmal etmiyordu. “Az önce söylediğimin tekrarı oldu Recai. O ne saçmalıktı öyle. Kal neymiş. Biz kardeşmişiz de bilmem neymiş.” Bedi öfkesini kontrol ederek yaptığı geçmişle şimdiyi anlatma becerisini sürdürmekteydi. “Neredeysen orasının kuralına uygun yaşayacaksın. Eskileri depreştirme tehlikesi yarattılar ama şimdi kontrol altında. Zaten buralılarda o tür işlere çok yüz verecek hal kalmadı ki. Bakma işte. Önlem önlemdir. Neyse geçmişe dönelim istersen. İşte böyle çözülmüştü boğazlara takılan düğümler. Yalnız yeni bir tehlike doğuyordu. Televizyon. O zaman sınır komşusunun yayınları izleniyordu.” “Hani şu savaştan kaçıp gelinen komşu?” “Evet evet. Daha sonra da oradan gelen televizyon yayınları da izlenilmemeye başlanmıştı.” “Tehlike yeniden doğuyordu değil mi?” “Tabi ya.  Bu da farklı uyanışlara yol açabilirdi. Hemen merkezin yayınlarının buraya ulaştırılması gerekmişti.”

“Kısa süre sonra o da olmuştur.” “Oldu oldu. Yönetenlerimiz akıllı insanlardı ne de olsa. Önce paket yayınlar falan.” “Yeniden huzur gelmiştir.” “Geldi geldi. O tehlike de kalmadı. Zaten nüfus yapısı da değişti. Kontrollü de olsa açılan fabrikalara başka şehirlerden getirilip yerleştirilenler sayesinde riski de kapattık çok şükür.” Bedi Recai’nin kendisini onaylarcasına verdiği yanıtlardan hoşnut gözüküyordu. Eh birinin daha kendisi gibi düşünmeye başlaması artı puan olacaktı onun için

-1d-

“Ne kadar öfkelisin Nesim?” Vahap Nesim’in malzemeleri yerleştirirken yaptığı hareketler üzerine dayanamayıp sormuştu. Genellikle sakin biri olarak tanınırdı balıkçı. “İş başvurum kabul edilmedi de.” “Neden? Belgelerin mi eksikti?” “Yok her şey tamdı. Anlamıyorum. Keşke adımı değiştirip başvursaydım.” “Değiştirsen ne olur ki. Buralı olduğun belli yine de.” “Ne bileyim amca ya. Bu durumun karşıma sorun olarak çıkacağını hiç düşünmemiştim doğrusu. Geçmişte kaldı sanmıştım.” “Gel otur çay vereyim sana. Biraz sonra Sülolar da gelir. O da senin gibi öfkeli bugünlerde. Haftaya bizde toplanacağız biliyorsun. Gelirsiniz inşallah.” “Bilmem ki. Canımız sıkkın dedim ya.” “Açılırsın biraz. Tuttuğun balıklardan da getirirsin. Kızartır yeriz. Çiğ köfte de var ha. Hem de havanda dövülmüş etle olacak. Rakı da var.” “Bizim rakıdansa tamam. Keşke krus da olsa. Şöyle mangalda güzel pişmiş. Yağını akıta akıta yiyeceksin. Özledim valla.” “Krus’u sizde ki buluşmada yapalım. Olmaz mı? Rakı bizimkinden olacak elbette? Habbe habbe ığdama da yicik. Ehlen ehlen valla Sülolar da geldi. Haydi yardım et de indirsinler malzemeleri.” “Tamam. Bedi nerede?” “Recai’ye bir şeyler anlatıyor. Köyün içlerine doğru gittiler. Gelirler şimdi.”

 -2d-

“İki sorum olacak. Birincisi, kontrollü derken ne söylemek istiyorsun. İkincisi, bizim burada hala işsiz çok önceleri olduğu gibi. Neden?” Piknik malzemelerini indirdikten sonra dolaşmaya başlayan ikili sohbete kaldıkları yerden devam ediyordu. “Eskidendi o. Şimdi gençlerimiz çoğunlukla çalışıyor. Geçmişle ilgili soruna gidelim yine de. Fabrika demek bir araya gelmek, örgütlenmek demekti falan. Al başına belayı. Onların yerine başka şehirlerden, hatta sonraları başka ülkelerden getirilenler yerleştirildi. Bir taşla iki kuş anlayacağın.“

“Hım. Akıllıca valla. Hem yerlilerin sayısı azaldı böylece, hem de isyan etmeyen milli değerlere bağlı nüfus sayısı arttırıldı.” Recai’nin tuzak dolu soruları Bedi’yi yavaş yavaş öfkelendiriyordu. “E tehlikeyi önceden görmek gerekir. Herkes bize düşman biliyorsun. O nedenle huzur var bu bölgede. Hem yerlilerin sayısı azalmadı, dışarıdan gelenlerin sayısı çoğaldı.”

“Çok şükür çok şükür. Kimsenin burnu kanamadı diye biliyorum. Ama iyi yerlerde çalışanlar da olmuş değil mi buralı olup.” “Oldu oldu. Buralı demene üzülüyorum ama neyse öğreniyorsun diye de seviniyorum. Tanıdıklarından Mithat amcayı bir şirketin, Bedia teyzeyi de iş ve işçi bulma kurumunun müdürü yapmışlardı.” “Mithat amca üniversite mezunu değildi ki. Öyle anımsıyorum.” “Öyle. Doğru anımsıyorsun. Önemli değildi işin o yanı.” “Hım. Onların arası iyiymiş büyüklerle ama. Çıkarları doğrultusunda hareket etmeyi severlermiş.” “Oho ben ne anlatıyorum ya. Başka ne olacaktı. İş verip iş alacaksın. Böyle oldu bu işler burada.” “Çok iyi. İyi ki öyle olmuş. Kimse zarar görmemiş. Ufak tefek şeyler olmuş ama o sayılmaz.” “Sayılmaz tabi. Ya uyacaksın ya uyacaksın!”

-1e/2e-

“Şu ilerideki ağacın altındaki kalabalık ne böyle” “O mu? Adak vardır mutlaka. İleride koşuşturan erkek çocuklardan birinin saçı uzun ve örülü. Görüyor musun? Bugün kesilecek o saçlar anlaşılan.” “Neden uzun? Neden kesiliyor?”
“Çocuğa sahip olmakta geciken aile bu nedenle adakta bulunur. İlgili aile bir gün önceden gelmiş, geceyi burada geçirmiştir mutlaka. Günün organizasyonu onlara aittir. Yöresel yemekler yenilecek, en sona da sabaha kadar kazan da kaynatılmış olan Hrise alandaki herkese dağıtılacaktır. Seversin. Kaçırmayalım istersen. Sıcakken yersen lezzeti yakalarsın.” “Sacda yufka da yapmışlardır.” “Mutlaka. Azalmış olsa da bu adetler sürüyor gördüğün gibi. Yağlı ve küncülü olur.” “Küncü?” “Susam da denilebilir. Bazen ölümlerin ardından da evlere dağıtılır yufka. Ailenin ekonomik durumuna göre yufka ve Hrise sunumu kiremit kaplarda yapılır.” “Birlik beraberlik anlamına gelen bu tarz Hefli gecesi bazen evlerde de düzenlenir diye bir makalede okudum.” “Elbette. Bahçeli evler yoğunluktaydı o zamanlar. Yemeğin ardından darbukanın ağırlıklı olduğu çalgılardan çıkan sesler yöresel oyunların eşliğine sunulacak biraz sonra. Eğlencesi bol bir topluluk aslında. Bugün artık o saç kesilecek ve adak süresi tamamlanacak.” “Geceyi burada geçiriyorlar dedin. Neler yapıyorlar?” “Ertesi güne hazırlığın yanı sıra oyunlar oynanır. Skeçler falan. Mitolojik masallar anlatılır. Anneannem de anlatıcıdır bilirsin. Bitiyor artık bu tür gelenekler.” “Bazı yerlerde gençler geçmişten gelen kültürlerini sürdürmek için bir araya geliyorlarmış.” “Makale mi yine? Çeviri olmasın?” Bedi’nin kişiliğini çözmüş biri olarak Recai çizmeyi aşmamaya özen gösterse de, heyecan duyduğu çalışmaları aktarmaktan da zevk alıyordu.
-1f-
“Teyze oğlu Hikmetlerin sesi çıkmıyor. Pikniğe de gelmediler. Kızım telefon etsen de uygunlarsa yarın gitsek lojmanlarına. Biraz sıkılıyorum orada aslında. Gidelim yine de. Erken kalkarız. Oğlu Cemil bize ait kuralların öğretildiği Sır geleneğini dinsel içerikli olduğu için sürdürmek istemiyormuş. Bakalım derdi ne?” “Cemil sadece dinsel içerikli oluşuna değil, cinsiyetçi yaklaşımına da karşı. Ben de öyle.” “Aman, iyi tamam. Bütün inanışlar öyle değil mi ya. Şu kitapları okutmayın dedik kaç kere.” “Neyse neneciğim. Onların morali de bozuk. Kabul ederler mi bilmem.” “Aa nedenmiş ya? Terfi alacaktı bu zamanlarda savcımız.” “Evet öyleydi. Albaylığa geçtikten kısa bir süre sonra emekliye ayırdılar.” “Nedenmiş o? Evinde o kadar kısık sesle konuşuyorduk halbuki. Kahkaha bile yasaktı neredeyse.” “Nene ya. Senin de ne sevdiğin belli ne sevmediğin.” “Ben konuşmaya başlayınca renkten renge giriyor nasıl susturacağını bilmiyordu. Yine de yaranamadı yani. Neler göreceğiz daha kim bilir. Zaten kimse anlamıyor ki konuştuklarımızı.” “E sorun da o ya anneanne. Sadece bizim anlıyor olmamız yani” “Canım ben de onlarınkini anlamıyorum ki.” “Ya ruhe boş ver şimdi. Derin konular bunlar.” “Ya ruhe ha. Hınzır seni. Beni nasıl susturacağını öğrendin tabi.”

-2f-
“Hele biri vardı çeviri mi ne yapıyormuş. Sen kimsin ya, kimden izin aldın bu çevirilere ha?” “Haddini bildirmişlerdir tabi!” Korkarak söylemişti Recai. İstemediği yanıtlarla karşılaşmak onu üzüyordu. Bedi ve Recai arada bir yer sofrasına yanaşıp bir şeyler atıştırıyor, sonra yürüyüşlerine devam ediyorlardı. “Tabi tabi hiç kaçar mı.” “Oh oh ne iyi olmuş. Erkenden bitirmişlerdir işini.” “Bünyesi zayıfmış. Biraz soğukta kalmış o kadar. Sonra ciğerlerimi ne.” “Ölmüş yani.” “Canım anla sen de. Ama kimse öldürmedi kuranıma dinime.” “Ha şimdi inandım işte. Gazetede çalışmasına nasıl izin vermişler anlamadım yalnız.” “Orasını karıştırma. Hem iş buluyorlar hem ihanet ediyorlar olacak şey değil.” “Değil mi ya? Çevirileri iyiymiş ama. Sonradan yerine geçenin yaptıkları çok doğru çıkmıyor şimdi baktığında. Sanırım abisi öldürülmüştü. Cenazesine birçok şehirden katılan olmuş diye anlattılar bana. Bazıları da sınır komşumuzdan gelmişler. Akrabalar falan.” Son cümleleri geçiştiren Bedi sözü yeniden ele almıştı. “Şimdi baktığında demeseydin kızacaktım sana. O zaman öyle gerekiyordu anlamıyor musun?” “Anlıyorum da biraz geç. Belki küçükken kafama yediğim darbelerden yavaş düşünebiliyorum. Özür dilerim.”
-1g-
“Haydi çocuklara seslenelim de gelsinler artık. Kısır oldu. Çayımız salatamız da hazır.” “Çay mı?” “Çocuklara da rakı içirecek halimiz yok herhalde.” “Pardon. Önce onları savuşturalım. Ben biraz içli köfte yaptım çıkarayım onları da. Çayla yesinler. Bedi ile Recai ne konuşuyorlar böyle vır vır. Çağır onları da gelsinler.” “Çocuklar kalksın çağırırız. Biliyorsun Recai’yi. Geçmiş yaşantılarımızı öğrenmek istiyor. Neyse. Ben de patlıcan, kabak kızartmıştım. Mangal yaparız değil mi. Şiş kebabı, yanına da zerzevatı.” “Abuğannuç da yapar mıyız?” “Oh süper olacak. Gerçi babanız bugünlerde et yemez. Maşallah her dinin gereklerini yerine getiriyor. Bakayım. Hım yanılmadım. Şimdi İncil’i okuyor. Yılda bir kere de olsa her kitabı okur mutlaka, bilirsin.” “Bravo valla. Neyse sarmamız da var.”
“Ziyarete girdin mi? Rakıya başlamadan girelim de. Şeyh efendiye günah olmasın.” “Anneanne onun etrafında üç defa dolanacaktık değil mi?” Vahap kızının sorusunu gururla dinlemişti. “Evet yavrum. Bir baş kısmından bir de ayak kısmından öpeceksin. Duayı da unutma.” “Şu ayak kısmı olmasa iyiydi. Fatiha suresi miydi? Ya anne sana bir şey söyleyeceğim.” “Niye yavaş konuşuyorsun kızım. Yüksek sesle konuşsana.” “Yeni gelen Fen bilgisi öğretmenimiz dedi ki. Türbe, pardon ziyaretlere gidip içki içenlerin duası kabul olmazmış. Cehennemde cayır cayır yanarlarmış.” “Fen bilgisi öğretmeni!? Allah allah. Kendine baksın o.” “Bir de dedi ki. Kadınlar çok açık saçıkmış burada. Kızlar niye okula geliyormuş anlamıyormuş. Beni Elen ve Lorin’le konuşurken her gördüğünde yanımıza gelip kulağımızı çekiyor zaten. Dilimizi koparacakmış.” “Bak sen utanmaza. Çarşaf mı giyecektik. Nereliydi o?” “Koparsın da göreyim bakalım.” Vahap’ın tepkisi sert olmuştu. “Haydi siz de yemeğinizi yiyip kalkın ki sıra bize gelsin oturalım. Bir dakika bir dakika neyce konuşuyorsunuz siz okulda?” “Pardon baba, çişim geldi ben tuvalete gideyim.” “Gel buraya. Soruma cevap ver yoksa ben koparacağım dilini.” “Ama baba ya. Neneminkini de koparacak mısın?” “Şu televizyonlar çıktı ya bunların da dili uzadı.” Vahap anneden gelen bu alaycı yaklaşıma öfkeli bir bakışla karşılık vermeyle yetindi.
-2g-
“Evlerde yapılan kendilerine özgü dinsel toplantılara müdahale edildiğini hiç duymadım.” “Ona karışmıyorlardı fazla. Sen dedin ya az önce o tür cümleler kabul görüyor diye. Dini töreler bazen işlerine geliyordu. Hâlâ da öyle. Ama bazen de kışkırtma aracı olarak kullanıp eksik olan düzenlemeleri tamamlıyorlardı. Bak şimdilerde kimse gidip tek tük kalan ziyaret etrafında rakı makı içmez oldu. Gelenler de azaldı. Çevresinde oturacak yer bile bırakmadılar. Zaten o anılarla yüklü ağaçlar falan hepsi yok edildi. Ufacık bir alan kaldı. O da piknik için uygun değil.”
“Şu devasa okaliptüsler değil mi? Fransızların işgal döneminde ektikleri.” “Evet. Bataklıkları kurutsun diye ekmişlermiş. Şimdi birkaç tane kaldılar. Onların yerine evler yapıldı. Millet dışarıda mı kalsınmış.” “Aslı o değilmiş. Ağaçlar gelenlerin kulağına yaşananları, tanık olduklarını fısıldamasınlar diye yok edilmişler. En azından ben öyle biliyorum. Binlerce yıllık taşların üzerlerine asfalt dökmeleri gibi. Oysa ki bu bölge tarihin en eski yaşantılarını barındırıyor.” “Bre bu ne biçim konuşma şimdi.” “Pardon. Tehlike yeniden mi gelirdi yani? Sadece buraya turistik açıdan neden önem verilmediği konusu kafamı kurcalıyordu da ondan. Araya sıkıştırayım dedim.” “Boş ver o işleri bre keni.” “Bre keni de ne?” “Unuttun mu. Yerlilerin kullandığı ifadeler.” “Yerliler derken.” “Merkez ilçede yaşayanlar diyecektim.” “Antiacheia ile bizim Alexandreia arasında yaşanan çekişmeler de ilginçmiş. Neredeyse düşmanlığa varacak kadar varmış. Bazen birbirlerine saldırdıkları bile olmuş sanırım. Oysa aynı kandan aynı candan değil miydiler.” “Sen de eski adları kullanmaktan hoşlanıyorsun galiba. Neyse. İngiliz oyunuydu o işler. Kafamı karıştırma şimdi. Baş örtmeler falan. Hatta evde kılınan namazları bırakıp camiye bile gidenlerin sayısı arttı. Biliyorsun bazıları dini görevlerini evde gerçekleştirir, camiye öfkelerinden dolayı gitmezlerdi.” “Ne güzel ya. Herkes gibi oldular yani. Ayrılık gayrılık kalmadı.” “Sayılır. Bazıları mır mır yapıyor hala ama şimdi dünya tek tipleşiyor artık.” “Daha ne olsun. Tek tipleşiyor derken kendileri de yok oluyor. Yani eli sopalılar demek istiyorum.” “.” “O ne sert bakış öyle. Seni öfkelendirecek bir şey mi söyledim.” “İstersen grubun yanına gidelim. Eğlence başlar şimdi.”
-1h-
“Haydi ya Vahap. Nerede ud? Getirmedin mi yoksa?” “Getirdim. Toplanın bakalım. Neyle başlayalım?” “Feyruz.” “Tamam Feyruz. Ama sonra Semira, Tevfik. Siz de katılın. Hep beraber söyleyelim. Önce şerefe kaldıralım rakılarımızı. Şarkılardan sonra debke. Anlaştık mı?” “Rabia teyze debkeye çağırıyor. Hemen çembere girin bakalım. Onun söylediği sözlerin ardından hep beraber “yo yo” diyeceğiz tamam mı gençler. Biliyorsunuz, birimizi ele alıp komik şeyler söyleyecek. Alınmak yok.”
Rabia teyze:
“Bakın şu kadına”
“Yo yo”
“Nasıl da güzel.”
“Yo yo.”
“Bakın şu adama”.
“Yo yo.”
“Burnu da büyük.”
“Yo yo.”
“Ağzı da kokuyor rakıdan.”
“Yo yo.”
“Kadına da bakıyor yandan.”
“Yo yo.”
“Kadın da naz yapıyor candan.”
“Yo yo.”
“Yallaaa. Hızlanın! Hızlanmayanın ayakları şişsin.”
“Heeey. Lülüluluş”
“Niye lülüluluş diyor hala. Trililili denmeli artık!” Şirket müdürü Mithat öfkesini gizlemekte zorlanıyordu. İş ve işçi bulma kurumu müdürünün yanıtı gecikmedi. “Neyse. Onunla konuşurum ben. Hem inatçı hem de algılaması biraz zayıf biliyorsun. Sen Necva’lara gittin mi?” “Gittim gittim. Çocuklar direnç sergiledi. Neredeyse evden kovacaklardı. Oraya bizim Ali’yi gönderelim” “Şu bankacı olanı mı?” “Evet evet. Ona daha çok güvenirler. Ağzı da iyi laf yapar biliyorsun. Bir şeyler götürürsün yanında. Durumları iyi değil zaten.” “Çocuklara iş ayarlamaya çalışayım. Söz versin adıma.” “Güzel. Bu işe yarayabilir belki.”
-1/2 son-
“Oyunları varmış değil mi? Debke mi ne?” “Evet. Artık halay deniliyor. Her piknikte mutlaka birkaç defa oynarlardı. Hüzne yer yoktu. Hoşgörü yüksekti. Şimdi de öyle biliyorsun.” “Ama duyduğum kadarıyla son zamanlarda bunlar da kalkmış. Yetkililer izin vermiyormuş bu tür etkinliklere.” “Haksız mıydılar? Bu topraklara yakışmayan şarkılar, oyunlar falan. Özellikle kutsal yerlerde içki içmeler.” “İçinde değildi ki. Çevresinde ki piknik alanlarında değil miydi? Öyle biliyorum.” Bedi son söylenileni duymazdan gelip konuşmasını sürdürür. “Ağaçlar da gider tabi. Kadim taşlar da.” “Kimse karşı çıkmadı mı ağaçların kesilmesine?” “Ev yapılacak dediler ya.” “Bravo valla. Dönüşüm güzel olmuş. Sorunsuz.” Bedi Recai’nin arada bir onay verir gibi konuşmasına anlam vermekte zorlanıyordu. “Çok bilmişleri unutmamak lazım. Onların ikna turları alkış alıyordu yetkililerden. Burası öyle işte. Uyumlu huzurlu. Bir tek köyler kaldı. O da oldukça az. Gerçi onlara da şehir statüsü veriliyor artık. Bu da dönüşümü hızlandırıyor.” “Hızlandırıyor. Hızlandırıyor. Köylüler dedin de Fellahlar değil mi?” “He valla. Çiftçilikle uğraşanlar yani.” “Kaç kişi kaldıkları da ayrı bir konu ya. Tarım da bitti.” Recai Bedi’nin bakışına aldırmadan görüşlerini ardı ardına sıralamayı sürdürüyordu. “Korkak değiller mi şimdi. Korkak fellah diye bağırırlardı hakaret niyetine.” Bedi’nin sessizliği Recai’yi cesaretlendirmişti. “Her zaman ki gibi insanlar arasında düşmanlık yaratma oyunlarıydı. Böl yönet falan.” “Gençler zaten yaşlılarla anlaşmakta zorlanıyorlar.” “Bazı gençler.” “Her neyse canım. Bu devirde ne olacaktı. Okuma oranı da yüksek ha.” “Artık başka dilde sohbetler olmuyor umarım.” “Çok azaldı neyse ki. Zaten evlerde toplanıp namaz kılmalar, ziyaretlerde gecelemeler, şıhların liderliği falan hepsi bitti.” “Şeyh mi şıh mı? Onların bazıları da iknacılardanmış.” “Bunu duymamış olayım.” “İyi iyi anladık.” “Şimdi şıh!” “Hım. Ama geçen cenazede varlardı.” “O kadar işte. Onlar da hem ticaret yapıyorlar hem de dualar, şifa törenleri falan.” “Önceden hiç para almazlarmış gittikleri evlerden.” “Dedim ya herkesle bütünleştik çok şükür.” “Çok şükür.” Bedi Recai’nin kendisi gibi düşünmeye başlayıp başlamadığına karar veremiyordu. Recai ise en yakınından gelen itiraflar karşısında üzüntüsünü gizlemekte zorlandığını düşünüyordu.

HAMİT ERGÜVEN
Nisan 2022