oysa ortada alkışlanacak ne müzik
ne de dansçı vardı
Rızkullah gün içinde doldurduğu çuvalını boşaltıp tekrar işine dönmek için acele ediyordu. Mesainin son günü sokaklar daha kalabalık, çöp konteynerleri tıka basa dolu olurdu. Belediye araçları bile Cuma akşamı ve sonraki iki gün çöp bidonlarını birkaç defa boşaltmak zorunda kalırlardı. Kağıt toplayıcılar-bir arkadaşım çevreciler diye seslenir onlara- o araçlardan önce davranıp yüklerini almak zorundaydılar.
Bu akşam diğer arkadaşlarıyla birlikte eğlence mekanlarının en yoğun olduğu caddede buluşacaklardı. İş çıkışında kafa boşaltmak isteyen çalışanlarla, derslerden bunalmış öğrencilerin kesişme noktası olan kafeler, birahaneler, restoranlar dolu olurdu. Yüksek sesle konuşmalar, kahkahalar, donuk bakışlar masaların altından girip üstünden çıkıyordu. Buluşma yerlerinin ortasında kalan meydanda çuvalları ve çekçekleriyle kendilerine bir mekan oluşturmuş çöp toplayıcıları da öyle. Kirletilmiş beyazdan kendilerine seslerin ve bakışların girip çıkmasına engel olamadıkları bir duvar oluşturmuşlardı. Zeminin ıslaklığını çuvallarından çıkardıkları kartonlarla yenmişlerdi. Kendi bakışları da, kimi zaman kıskançlık kimi zaman öfke kimi zaman da kendi yarattıkları mekanın öte tarafında olamamanın verdiği hüzünle gezintiye çıkıyordu. Rızkullah çuvalını yarıya kadar doldurmuş bir halde katıldı arkadaşlarının yanına.
Masalardan yükselen alkol ve yemek kokuları meydanı sarmıştı ama konteynırların yanını mesken edinmiş bu dört kafadara ulaşmakta zorlanmaktaydı. Kokuların çatışmasında öteki taraftan gelenler yanındakilerden yükselene yenik düşüyordu. Plastik kutular, nezih görüntülerin gizlediği artıklar ve benzerleriyle doluydu. Birilerinin atıkları diğerleri için karın doyurma ve geçim kaynağı olmuştu artık. Onlar göç ettikleri yerde bırakmış oldukları güzel kokulardan uzaklaşmışlardı. Çöp kutularından yükselenlere alışmak o kadar kolay olmamıştı, gençlik kanları yaşıtlarından farksız bir şekilde akan dörtlü için. Zaman zaman taktıkları maskeler keskin kokuları engelliyor gibiydi ama zırhın delinmesi için birkaç konteynere başlarını eğmek yetiyordu.
“Hişt. Rızkullah! Öyle dik dik bakma.” Babor daha önce yaşamış olduğu sıkıntının tekrar etmemesi için arkadaşını uyarmak zorunda kalmıştı. “Ne oldu ya? Ne var?” Rızkullah bu bölgede yeni olduğu için kendisine çekilmiş olan sınırların farkında değildi. Ya da aldırmaz davranmak istiyordu. “İki hafta önce arkadaşlarımızı feci dövdüler. Yok kızlara bakıyorlarmış. El kol hareketi yapıyorlarmış bahanesiyle sağdan soldan eline sandalyesini kapan saldırmıştı. Haberin olmadı mı?” “Yok olmadı. Benim çalıştığım yerlerde güneş battıktan sonra sadece evlerin ışıkları eşlik ederdi bize. Nereden bileyim. Anlatsana!” “İşte dediğim gibi. Nasıl bakarmış kız arkadaşına diyerek ağzı küfürle dolu saldırınca, çoğu kişi onlara katılıp arkadaşlarımızı feci şekilde dövdüler.” “Polis falan yok muydu. Kimse araya girmedi mi?” “Ya araya girmeye çalışan oldu tabi. Bazı garsonlar, oturanların birkaçı durdurmaya çalıştılar ama güçleri yetmedi. Neredeyse onlar da dayak yiyeceklermiş.” “Polis gelmiş gelmesine ama olan bizimkilere olmuş her zamanki gibi. Arkadaşlarımızı alıp gitmişler.” Farrukh anlatmayı sürdürmüştü.
“Kızlara bakmıyorum ki.” Rızkullah kendini savunurken yüzünün kızarmasına engel olamamıştı. Ya da biraz ötedeki direklerden üzerine dökülen ışıklar onu ele vermişti diyelim. Oraya geldiğinden beri gözüne kestirdiği kıza bakmaktan kendini alamıyordu. Uzun sarı saçları olan kız da öyleydi aslında. Hangisi ne amaçla bakıyordu bunu anlamak çok zor olmasa gerek. Bu uyarıların karşısında dört arkadaş bir dükkandan aldıkları biralarını tokuşturarak yudumladılar. Kimileri için anı yaşamaktı yaptıkları, kimileri içinse öykünmek. Aynı zamanın akıp giden nehrindeydiler ama üzerinde yer aldıkları gemiler farklıydı. “Kalkıp gidelim mi buradan?” Rızkullah ilk defa katıldığı ortamdan utanmaya başladığını belirtmemeye çalışıyordu. Arkadaşları gülüştüler. ”Alışacaksın bunlara. İlk zamanlar ben de kendimi kötü hissetmiştim inan.” En deneyimlileri olan Babor onu teselli etmeye çalışıyordu.
Daha öteden gelen alkışlı tempo sesleri dikkatlerini oraya doğru vermelerine neden oldu. Ayağa kalkıp gürültünün geldiği yöne bakan Babor, olanları daha net kavrayabilmek için olayın yaşandığı yere doğru ilerledi elinde bira şişesiyle. Döndüğünde yüzündeki endişe karışımı tebessümü gören arkadaşları merak içindeydiler. “Ne gördün? Oraya mı gitsek. Daha eğlenceli bir yer mi yoksa.” Farrukh idi soruyu soran. “Hiçbir yere gitmem. Siz gidebilirsiniz!” Rızkullah itiraz etmiş, ardından şişesini kafasına dikmişti önemsediği bakışın üzerinde gezindiğini sanarak. Yirmili yaşlarındaydı delikanlı. Siyah saçı, hafif çekik ela renkte gözleriyle heyecanla bakıyordu yaşama. Karşılarında oturanların duygularından kendilerininkini ayıran hiçbir şeyin olmadığını biliyordu. Ama yine de bilinmeyen bir elin sınırlar çizdiğinin de bilincindeydi. Bu onu daha da öfkelendiriyordu. Kızın bakışlarının onu terk ettiğini bilmeden, ona yapılan tüm öğütleri yırtıp tanışmak istediğini söylemek için ayağa kalkacağı anda Babor’un sözüyle biraz toparlanır gibi oldu. Gözü yine de belli noktaydı. “Telaş yapmayın. Bir yere gideceğimiz yok.” “ Ee ne gördün abi anlatsana.” “Bizim ufaklık. Ekber. Çuvalın içine girmiş. Topladıklarının üzerine çıkmış, daha fazla yer açmak için bastırmaya çalışıyor.” “ Ee ne var bunda alkışlayacak.” “ Ya o bu işi yaparken kafeden gelen müziğin ritmine dayanamamış herhalde. Çöpü bastırma işini fırsat bilip zıplamaya başlamış. Aslında dans falan değil yani. Dansı nereden bilsin ki bu çocuk.” “Ha şimdi anladım. Millette buna tempo tutuyor desene.” Rızkullah lafa girmişti. “ Evet. Tam da öyle olmuş valla. Bak kesildi sesler. İndi aşağı herhalde. Millet her şeye kafa bulma isteğiyle bakıyor artık. Biz ne derdindeyiz. Onlar ne derdinde! Neyse Ekber’e içelim biz de. Ne yapalım.“
HAMİT ERGÜVEN
Teşekkürler yorum için
BeğenBeğen
Dans ve toplumu ayni karade gormek insanin yuregini isitiveriyor. Yazar sanki sahanin icindeymis yasamis gibi bizimle paylasmis duslerini ve dusuncelerini.
BeğenLiked by 1 kişi