Yemyeşil ağaçların çiçeklerin yer aldığı tek ya da iki katlı evlerin bahçelerinden birbirine geçilebilen bir mahalleydi. Zaman içinde yapılan asfalt yollar silik bir hatla bölüyordu sokakları. Kuş sesleri, uzaktan belli belirsiz duyulan tekne ve tren seslerine karışan satıcı seslerine eşlik ederdi. Beyaz kireç boyalı evin dört bir yanı rengarenk çiçek saksıları ve çiçeklerle doluydu. Araya dikilmiş maydanoz nane soğan vardı. Biber, domates yeterince güneş almadığı için serpilip büyümemişti. Zamanında dikilen kayısı erik dut ceviz incir zeytin ağaçları bahçenin farklı yerlerinde boy gösteriyordu. Evin girişindeki bahçede sadece limon ağacı ve süs bitkileri vardı. Yemişlerini yere saçan incir ağacı yüzünden sıcakta sineklerin doluştuğu yapış yapış toprak ne kadar temizlense de iğrenç görünürdü, neyse ki arka bahçede kalıyordu. Bir de bahçede ilk bakışta fark edilmeyen, en dipte kalmış, nasıl ve ne zaman dikildiği bilinmeyen Defne Ağacı .
Merdivenlerden bahçeye inip bir kaç dal maydanoz topladı. Bu ay onun gün sırasıydı. Kısırın bulgurunun şişmesi iyi olmazdı, o yüzden onu sona bırakmıştı. İnce bacaklarını taşıyan ayaklarının yanından fırlamış baş parmaklarının hemen altındaki kemikleri, oyuncaklardaki parmak bebeklerin kafalarını andırıyordu. Yorulmuştu, koltuğun kıyısına ilişti, bacaklarını altına alıp parmaklarını ovuşturdu. Her zaman etek giyerdi. İnce belini ortaya çıkaran koyu renk eteğin yelpaze kıvrımları belden aşağısını şemsiye gibi kaplamıştı. İnce yorgun yüzünü çevreleyen kısa saçları fırça gibi gürdü. Beyaz saçları ve soluk tenine inat gözleri, iki koyu kahverengi zeytin tanesi, dikkat çekici bir şekilde etrafı tarıyordu. Perdeleri tülleri dün yıkamıştı. Kurabiyeleri akşamdan fırında pişirmiş, böreği de hazırlayıp buzdolabına koymuş, sıcak olması için birazdan fırına yerleştirecekti. Toz alma işini de halletmişti. Çok yorulmuştu ama yorulmadan olmazdı. Son bir kez her şeyi gözden geçirmek üzere kalktı, yeni serdiği dantel örtüleri düzeltti. Banyoda havlular, mutfak tezgahında servis tabakları çatallar bıçaklar kaşıklar bardaklar nizami şekilde dizilmiş bekliyorlardı. Tepsileri de çıkardı. Peçeteleri tepsilerin yanına da koyunca her şey hazırdı.
Mahalledeki komşular birer ikişer gelmeye başladılar. Hiçbiri eli boş gelmemişti. Çay, şeker, kendi ördüğü tutaç, yaptığı kek gibi şeyleri mutfak tezgahına bırakıp salondaki koltuklarda yerlerini aldılar. Sohbete yan binadaki uzun yıllardır komşuları olan Kasım Kaptan ile başladılar, artık tekerlekli sandalye ile yürüyebildiği için çocukları ona bakıcı tutmuşlardı. Bakıcı Türkmen’di, iyi bir kadındı, ayda 900 dolar alıyor ve haftada bir gün izne gidince de ayrıca izin parası alıyordu. Yalnız son zamanlarda kocası da ortaya çıkmıştı ve o da aynı evde kalmaya başlamıştı. Adam işsizmiş; komşular destek olmak için ufak tefek bahçe işleri vererek onun da nasiplenmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kadının hakkını vermek lazım, çok iyi bakıyordu Kasım Kaptan’a. Her gün taze yemek pişiriyor, banyosunu yaptırıyordu. Üstü başı tertemizdi. Hava alması için güzel havalarda bahçeye çıkarıyordu, yemeklerini de orada birlikte yiyorlardı. Akşam üzeri üstünü giydirip tekerlekli sandalye ile mahallede gezdiriyordu. Kasım Kaptan artık pek kimseyi tanımasa da hayatından memnun gülümsüyordu tekerlekli sandalyesinde. Şimdi mahallenin en yaşlısı Kasım Kaptandı. Ondan sonra da kendisi geliyordu. O ölünce en yaşlı kendisi olacaktı. Ama o bakıcı falan istemezdi, Allah muhtaç etmesin, elden ayaktan düşürmesin, amin diye dua ettiler. Yolun sonundaki Lazların bahçesindeki kara lahanalar epeyce boy atmıştı. Gerçi o bahçe onların değildi ama apartman arasındaki arsa boşluğuna yıllardan beri dikip ekiyor, sulayıp bakıyor diye kimse ses çıkarmıyordu. Bir de köpekleri gelen gidene havlamasa! Sokaktan geçen her aracın peşine takılıp kudurmuş gibi havlayarak kovalıyorlardı. Gelinlerine de hiç iyi davranmadıkları için kadın sonunda dayanamayıp evi terk etmişti. Gidip getiriyorlar, bir süre iyi davranıyorlar, sonra gene aynı döngü devam ediyordu. Zamanında hepsinin kayınvalidesi, kayınpederi de az eziyet etmemişler miydi? Çok üzülmüşlerdi onlar da ama üzülmeden olmazdı ki, sabredince sonunda her şey yoluna girmişti. Kendi oğlu da istediği kızla değil de meşrebi farklı biriyle evlenmese iyiydi. Uzak bir akrabanın hastanede yatıyor olmasına çok üzülüyordu. Gerçi oğlu da çok ağır bir ameliyat geçirmiş hastanede yatmıştı ama karısı yanındaydı. Her birinin çevresindeki hasta olanlardan konuşmaya başladılar. Allah muhafaza kötü hastalık da çoğalmıştı. Doktora gidip ilaçlarını alıyorlar yaşlarının getirdiği ağrılara tevekkül ediyor daha kötüleri görüp hallerine şükrediyorlardı. Geçenlerde ölen Mevhibe Hanımın duasında yeni taşınan komşu da vardı. Onu çağırmamıştı. İki bahçe aşağıdaki Fitnat Hanımların evine taşınmıştı. Gidip bir hoş geldin demek lazımdı. Elinde paketlenmiş hazırda bir atkı vardı, atık orlonlardan ziyan olmasın diye otururken örüverdiği, onu götürürüm diye düşünüp sevindi. Hafta sonu Zekeriya Beylerin torununun sünneti vardı, davetiye getirmişlerdi gitmese olmazdı. Çeyrek altınını hazırlamıştı, gidip takardı. Dönüşte de yeni doğum yapan komşu gelinine uğrar, ördüğü patikli takımı verirdi. Ördüklerini herkes çok beğenirdi hazır gibi aynı nasıl örüyorsun bu kadar muntazam, hem de modellerin de pek güzel, çok zevklisin derlerdi. Yenildi içildi, laf lafı açtı, zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar. Bir ara televizyonda haftalık şarkı programı yapan Yiğit’in şarkılarının güzelliğini de konuştular. Yiğit bu mahallenin çocuğu sayılırdı. Sessiz sıska bir çocuktu, kendi kendine köşelere çekilir bir şeyler mırıldanırdı. Müteahhit Servet Beylerin evlat edindiği bu güzel sesli çocuğa pek haşin davrandığını biliyorlardı. Defne ağacının altına çekip ona kötü şeyler yaptığını zaman zaman fark etseler de kimse ses çıkarmazdı. Babasıydı ne de olsa istediğini yapabilirdi, laf söz etmek onlara düşmezdi. Şimdi de Yiğit’in artık evden ayrıldıktan sonra erkeklerle düşüp kalktığı söylentisine sıra gelmişti. Onlar söyleyenlerin yalancısıydılar. Günahları başlarına olsun kendi gözleriyle görmeden bir şey diyemezlerdi ama öyle söylentiler vardı. Akşam ezanına yakın hepsi müsaade isteyip, ellerine sağlık her şey çok güzel olmuştu, diyerek teker teker ayrıldılar. En son Nergiz de gidince yalnız kaldı.
Nergiz yirmili yaşların sonlarında yeni evli, iyi huylu güzel bir kızdı. Arada onu eve çağırır uzun uzun geçmişini anlatırdı Nergiz hiç ses çıkarmadan anlatılanları dinler, sonra da diziler ve filmlerdeki kadınlardan onların hayatlarından söz ederdi ballandıra ballandıra. Öyle güzel anlatırdı ki onu dinlemek ve onunla sohbet etmek seksenli yaşlarındaki kadını adeta gençleştirirdi. İyi ki evlenip de mahalleye iki yıl önce taşınmıştı. Eşinin belli bir işi yoktu ama çalışkan çocuktu bir işi bırakınca kısa zamanda bir diğerini bulur çalışırdı. Nergiz de bir ara bir markette çalışıyordu. Sonra çıkardılar şimdi gene iş bakıyor. Arada telefonunun kontörü bitince üzülmesin diye ona harçlık verirdi. Televizyondaki dizileri de çoğunlukla Negiz’le birlikte izlemeyi seviyordu. Nergiz onun kulağı oluyor, bazı anlamadığı şeyleri sorunca hemen cevap veriyor, dizi bitince de taklitler yapıyor kahkahalarla gülüp eğleniyorlardı. Hava sıcak olduğunda bahçenin en serin köşesi olan Defne Ağacının altına gidip otururlardı. Ya da soğuk akşamlarda da Defne’nin kuytusu semaverin ateşiyle ısınır, ince belli cam bardaklarda dumanı tüten kıpkızıl çayın kokusunu içlerine çekerek hem ısınır hem sohbet ederlerdi. Nergiz’in eşi Mirzat işten gelince sohbete katılır, bir yorgunluk çayı içer sonra kalkıp evlerine giderlerdi.
Nergiz, Merve ile arkadaş olup onunla zaman geçirmeye gezmeye süslenmeye başlayınca biraz burulur gibi oldu ama hak verdi. Yaşıtıydı Merve, alımlı çok bilmiş özentili bir genç kadın, gözü hep yükseklerde. Bu evi ona bulan ağabeyi evin altı aylık kirasını peşin ödemiş. Merve iş bulup kendi kirasını ödeyecekmiş, iş arıyor. Komşuların söylediğine göre bir giydiğini bir daha giymiyormuş ve akşam geç saatte onu eve bırakan ağabeyinin arabalı arkadaşları da hiç eksik değilmiş. Bunlardan biri de Gürbüz, Merve’ye tutulmuş onunla evlenmek istiyor ama Merve yanaşmıyormuş çulsuz diye. Nergiz ve Merve neredeyse her gün beraber iş aramaya da gitmeye başlayınca yaşlı kadın yalnızlığını düşündüğünden değil de Nergiz’e bir fenalık gelmesin diye üzülmeye başladı. Bir iki kere Nergiz’i çağırıp ne ihtiyacın olursa bana söyle benim de komşuların da pek gözümüz tutmadı bu Merve’yi, iyice tanımadan sıkı fıkı olma diye öğüt verince İyi bir arkadaş Sitare Teyze, sen merak etme cevabını aldı. Alt mahalledeki seramik fabrikasına giden sokaklardan birinde bahçe içindeki eski evin kapıları camları sıkı sıkıya kapalı oluyordu. 20 ile 55 yaş arasında çeşit çeşit adam bu eve girip çıkıyordu. Hepsinin de yüzleri asık, ciddi adamlardı. Önündeki eski püskü tabelada boya imalathanesi yazısı zorlukla okunuyordu b harfi silinmişti. Dediklerine göre Gürbüz de buraya girip çıkanlardan biriydi. Arada polis buraya baskın da yapıyormuş, esrar filan da satıyorlarmış galiba o yüzden. O da söyleyenlerin yalancısıydı, kimsenin günahını almak istemezdi, kendi gözleriyle gördüğü bir şey yoktu. Daha sıkı tembihlemeliydi Nergiz’i bu Merve’den uzak durması için.
Hızlıca etrafı topladı, bulaşıkların kalanını da doldurup makinayı çalıştırdı. Kalan yiyeceklerden karşı komşusu Talha Bey’e bir tabak yapıp götürdü. Yolun karşısındaki bakımlı bahçenin bulunduğu evde yaşıyordu Talha Bey. Bayındırlık Bakanlığında şeflikten emekli bir ziraat mühendisiydi. Önceleri annesiyle birlikte otururlardı, kadıncağız rahmetli olunca da tek başına kalmış, hiç evlenmemişti. Çok becerikli bir adamdı. Evin ve bahçenin her tarafı pırıl pırıldı. Elinden gelmeyen iş yoktu. Ne zaman bir tamirat işi olsa ona söyler, o da hiç ikiletmez gelir, halleder, giderdi. Herkese böyle bir komşu lazımdı. Konuşmayı sevmezdi nasılsın iyi misin, evet hayır dışında pek söz çıkmazdı ağzından. Neyse bu kadarcık kusuru da oluversindi. Oradan çıkınca kapıda karşılaştığı komşu zabıtaya hal hatır sorup eve döndü. Hâlâ kalan biraz yiyeceği de tabağa koyup streçledi, yeni taşınan komşuya ayırdı. Sırtı ayakları kolları, her tarafı ağrıyordu, kendini yatağın serinliğine bıraktı.
Dalmıştı, sanki bir ses duyar gibi oldu ama rüya mı gördü yoksa biri mi gelmişti uyku sersemi anlamadı. Hava kararmıştı, odayı yarı aydınlatan ay ışığına gözleri alışınca etrafa bakındı. Kulakları biraz olsun duysaydı her şey daha kolay olacaktı. Duvar gibi sağırdı ama çok alçak sesle konuşurdu, karşısındakiyle dudak okuyarak anlaşıyordu. Eli hemen yatağın şiltesinin arasına doğru uzandı. Ayak ucunda yer alan komodinin sırları dökülmüş aynasında kanatlı porselen melek biblosu ve kolonya şişesinin yansımasının yanında kendi siluetini görünce rahatladı. Şiltenin içine yerleştirdiği kocasının hayattayken gelinine takması için aldığı altınları yokladı. Cumhuriyet altınları yerine birer çeyrek takmıştı her seferinde. Eh kendisi de almıştı daha sonra, tam elli tane altın şiltenin altında yatıyordu. Tutumlu kadındı, israfı hiç sevmezdi. Yıllar boyu biriktirdikleri onun yaşlılık güvencesiydi. Gerçi kocasından ve annesinden aldığı emekli aylığı onu rahat rahat geçindiriyordu, hatta bankada birikiyordu bile. Çocukları zor durumda olduklarını söylediklerinde onlara az harcamaları için nasihat veriyor, vallahi hiç param yok diye yakınıyordu. Hesaplarını bilmeyi öğrensinler artık diye düşündü. Kendisi ne sıkıntılar çekerek bugünlere gelmişti. Gezip tozmayı, para harcamayı o bilmez miydi?
Nergiz sen misin, diye seslendi. Kalktı terliklerini giydi, kapıya doğru yürümeden önce odasının penceresine vuran ay ışığının aydınlattığı bahçeye doğru başını uzatıp baktı. Köşede saklanmış Defne Ağacının rüzgarla titreşen yapraklarının gölgesi ile yerdeki gölgeler birbirine karışmıştı. İncir ağacına tünemiş baykuşun fıldır fıldır gözleriyle kendisine baktığını gördü. Ürperdi, parmaklarının ucuna basarak kapıya yöneldi. Camlarla çevrili girişe tırmanan merdivenlere tülün arkasına saklanıp eğilerek birkaç kere baktı. Ne merdivenlerde ne de kapıda kimse vardı. Artık uykusu kaçmıştı, evin içinde kendine işler yaratıp durdu. Dolap raflarındaki kavanozları indirip yıkadı, yerlerine yerleştirdi. Çiçek saksılarının tabaklarını temizleyip kuruladı. Yoruluncaya kadar durmadı. Bu kadar gerginliğin üzerine bu yorgunluk uykusunu getirmişti. Yatağa dönüp başını yastığa koymasıyla uykuya dalması bir oldu. Camdan içeriye dolan gün ışığının yastığındaki sarı-turuncu yansımalarıyla uyandı, gözlerini açıp etrafa bakındı. Yapılacak çok iş vardı, hemen fırlayıp yataktan kalktı. Yüzünü yıkayıp üstünü değiştirdi. Bahçeye inmek için merdivenlerin başında duran sokak terliklerini giymeden önce kalan bir haftalık yemekleri de indireyim aradan çıkmış olur diye düşündü. Yıllardır sokaklarını süpüren bekçi ile sabahın altısında kapı önünde sohbet eder, çocukları torunları nasıllar diye sorar, yoğurt kaplarına yerleştirdiği beklemiş yiyecekleri poşetle ona verirdi. Adamcağız her seferinde gerek yok dese de bir türlü anlatamaz çaresiz poşeti alır, fark ettirmeden arka sokağın köşesindeki çöp varilinin içine bırakırdı. Yiyecek atmak çok büyük günahtı, o yüzden hiçbir yiyeceği atmaz, hepsini dağıtırdı.
O gün çarşıda yapılacak işleri vardı. Kahvaltısını yapıp ilaçlarını aldıktan sonra yola koyuldu. Yürümeyi, kendi işini kendisi görmeyi severdi. Bu arada yolda karşılaştığı hemen herkes ile selamlaşır, o hafta olan biten ne varsa sayar döker, ayak üstü anlatırdı. Alış veriş, banka, ilaç gibi işlerini halletmek için çocuklarının araba ile çarşıya götürme tekliflerine hiç itibar etmezdi. Anne gitme tek başına, bizi bekle, biz her hafta geliyoruz, geldiğimizde seni götürürüz. cümlelerini hiç duymamış gibi yapardı. Zaten kulağı ağır işitiyordu, gözleri de iyi görmüyordu artık. Katarakt ameliyatı olma vakti çoktan gelmişti de geçiyordu. O gün çarşıya inerken de her zamanki gibi sokakta karşılaştığı tanıdık herkesle selamlaşmış, hatır sormuş, eczacı hanım ile epeyce sohbet etmiş, açık limonlu çayını da içmiş, dinlenmişti. Bankaya gidip hesabından yeteri kadar para çekmiş, kasadaki delikanlının annesine selamlarını söyledikten sonra biraz mutfak alış verişi için çarşıda oyalanmıştı. Yüncüye uğrayıp yeni gelenlerden birkaç çile seçip almış, yıllardır tanıdığı satıcı ile de sohbetini yapıp, çıkmıştı dükkandan.
Caddenin karşısına geçip, eve dönüş yoluna doğru ilerlerken yanına içinde gençlerin bulunduğu pırıl pırıl siyah renkli bir minibüs yaklaşıp, seni evine bırakalım istersen teyze dediklerinde sevinçle kabul etmişti. Gençlerle sohbet ede ede giderdi, yorulmuştu zaten. Aracın içi karanlıktı gözleri alışır diye bekledi. Araç hızlanınca, evladım başım dönüyor, bu kadar hızlı gitmesen derken, gençlerden biri arka koltuğa geçti, elini uzattı. Birden korkuya kapılıp çantasına sarıldı ve koltuğun dibine büzüldü. Meraklanma teyze, gel bu tarafa diye ona doğru yaklaşınca, cesaretini toplayıp, durun indirin beni diye olanca gücüyle bağırdı. Araç hızını azaltmadı, kadıncağız sağa sola savrulurken çığlık atmaya başladı. Yakaladığı kapı koluna var gücüyle asıldı, kendini dışarı attı. Çantası aracın içine savruldu. Araç uzaklaşmadan, direksiyondaki başını arkaya doğru çevirip anahtarı buldun mu diye sordu. Arka koltuktaki evet anlamında başını sallayınca hızla gaza basıp uzaklaştılar. Sitare Hanım yerde, kanlar içinde uzanırken, kocası karşısında durmuş gençlik günlerindeki gibi yakaladığı balık sepetini ona uzatıyordu. İstavritler sepetin içinde oynuyordu. Şimdi taze taze kızartıp birlikte yiyeceklerdi. Defne Ağacının altındaki küçük masaya hazırlardı akşam yemeğini. İçi geçer gibi oluyordu… Her zamanki gibi balıkları denizde ayıklayıp, temizlemişti kocası. Biraz tuz atıp karıştırmak lazımdı. Ağırlaşan göz kapaklarına teslim oldu, gülümsüyordu.
Işık DEMİRTAŞ