Yeşilçam, kimimizin çocukluğu, gençliği ve şimdisine dair anıların bulunduğu kocaman bir kutu. Herkesin gönlünde bir film mutlaka vardır. İzleyip uzun aralar verdiğim, büyüsünü anısını yıpratmak istemediğim filmlerden biridir Piano piano bacaksız.
Her izlediğimde Kemal olurum. Kemal’in hayatı yoksulluğun en güzel yanıdır. Gerçek hayattan alıntı bir roman olduğunu yıllar sonra öğrendim. Aslında filmin girişinde kocaman puntolarla yazar. Belki de gerçeklik algısını yitirip hayal dünyasının içinde var olmak istediğimden aklıma kazıyamadığım bir detaydı.
Kemal Demirel 1926 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi dört dönem Matematik ve Astronomi eğitimi alır. İzmit Askeri Hastanesinde üç yıl inzibat subaylığı yapar. 1955 yılında serbest muhasebeci olarak çalışmaya başlar. 1966 yılında Yankı Yayınlarını kurmuş ve 1980 yılına kadar yöneticilik görevini üstlenir. Akademik, Başvuru Kitapları, Deneme kategorilerinde eserler kaleme alan yazar, 2009 yılında İstanbul’da hayatını kaybeder.
Kemal Demirel’in ismini ilk Yankı Yayınları’yla duymuştum. Yayınevini kurduğu zaman yüz adet kitap basıp kapatacağını söyleyen Demirel dediğini yapmıştır. Sahaf mezatlarından birinde denk geldiğim Antoine De Saint Exupery’nin Savaş Uçuşu kitabını almıştım. Şu an sahaflarda çok komik rakamlara satılıyor olsa da uzun vadede Yankı Yayınları kitapları kitapseverler için iyi bir arşiv olabilir.
Kemal Demirel, aynı zamanda bir çoğumuzun bildiği ve Türk Sineması’nın önemli yapıtlarından biri olan Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filminin senaryosunda ikinci senaristtir.
Evimizin İnsanları, Kemal Demirel’in çocukluğunu kaleme aldığı romanıdır. 1985 yılında basılan roman, Kemal’in 1930-1940 yılları arasındaki hayatını kendi dilinden anlatımıdır. Anlatım dili kuvvetli roman, sizi her cümlede biraz daha içine alır. En büyülü olan yaşadığı konaktır. Konakta kalanları, oradan gelip geçenleri anlatır. Kemal için en önemli iki karakter Senai ve Kerim Dayı’dır. Senai, Berlin’de felsefe okumuş, kibar, her zaman Kemal’e değer veren ve onun okumasında büyük rolü olan kişidir. Zengin bir ailenin oğlu olan Senai, hayatın Oblomovluk tarafını seçmiş, bir kadına âşık olup onunla evlenmiş, sırtına taktığı küfesinde üzüm satan, bu işi zorlukla yapan, sevdiği kadın Feriha’nın çabalarıyla yaşama devam eden bir adamdır. Feriha Reji’de Cibali Tütün deposunda çalışır. Senai’nin üzüm satması bile sırf Feriha içindir. Feriha, Senai için “kibar adam çavuş üzümü diye bile bağırmıyor.” dediğinde, “Ben de bir iş yapmış olmak istiyorum. Doğrusunu istersen o köşede, yağmurda çamurda üzüm satmak için beklemiyorum ki, yemin ederim Feriha, akşamları senin Reji’den dönüşünü görmek için bekliyorum. Bu umut olmasa o üzüm sepetinin başında bir dakika bile bekleyemem.” der. Ruhundaki yoğun aşkı ve bunun yanında içine çöreklenen hiçbir şey yapmama duygusunu aynı anda hissederiz. Buna karşılık Feriha, “biz evliyiz,” dediğinde, “Feriha, o üzüm sepetinin başında beklemenin yaşatan bir anlamı olması gerekir.” der.
“İki ağaç, bir küp, bir de tulumbadan oluşmuştu benim çocukluk dünyamın bahçesi.” Kemal’in dünyası bu konaktır. Kira vermeden oturdukları konağın eski sahibi dedesidir. Babası payını kumarda kaybedince bir akrabası satın almış, dedeye olan vefasından dolayı onlara konakta bir oda vermiştir. Kemal’in babası yoksulluğun yanına bir de serserilik ekleyince hayatın güçlükleri artar. Osmanlı sona ermiştir. Zorlu bir savaş sürecinin ardından toparlanmaya çalışan Türkiye’nin zorluklarını yaşayan insanların olduğu konaktır. Kemal’in çocukluğu aynı zamanda ikinci dünya savaşının başladığı döneme de denk gelir. Kitabın sonlarına doğru Senai’nin askere alınışını da okuruz. Eğitimi ve bulunduğu konum dolayısıyla Senai, Kemal’e “Mülazım-ı evvel” olarak söylediği üst teğmenlik rütbesini alır.
Evdeki herkesin kendine göre bir yoksulluk göstergesi vardır. Gözümüzün önünde olan, bize kendini evimizin insanı gibi sevdiren Kemal’in ayakkabıları yoktur. Kitapta birçok yerde vurgulanır. Yanımda olsa da bir çift ayakkabı alabilsem dedirtir. Annesiyle gelen diğerlerine göre daha varlıklı olan çilli kız Kemal’in bu halini görmüş ve her akşam terliklerini kapının önüne bırakmıştır. Yazın çalıştığı sinemaya giderken terlikleri götürür, orada giyer.
Kemal için ayakkabısızlığının bir anlamı vardı. Yıllar geçmiş olsa bile içindeki o sevinç ve huzur değişmemiştir. Kemal geçmişine minnetle bakar ve yalın ayak günlerini şu şekilde dile getirir. “Hangi yaşta olursak olalım kendimize sormalıyız: Neyi yaşamamız gerek, biz neyi yaşıyoruz? Önemli olan bu. Sekiz-dokuz yaşında, yalınayak bir çocuk. Ben bu yalınayaklığımdan mutluluk duyabileceğim bir yaşam biçimi çıkarmaya kalkıyordum. Tozlu yollarda yürürken bastığım yerden “puf” diye kalkan tozlardan bir anlam çıkartıyordum. Kendimi dağlarda dolaşan Kızılderili çocuklara benzetiyordum. Çamurlarda yürürken bir başka anlam. Yalınayaklığımdan ötürü kendimi ayakkabılı çocuklardan hiç aşağı görmezdim. Ama ayağıma bir nalın buldum mu da ayaklarımın üzerine daha sağlam bastığımı hissederdim. Pek çok şeyin yokluğu benden hiçbir şey alıp götürmedi. Varlığıysa renklendirip güzelleştirdi çocukluk dünyamı.”
Konak’ın adı bilinmeyen çilli kız ve annesi gibi başka kiracıları vardı. En başta Kemal’in annesi Kamile, babası Kumarcı Hasan ve halası, Çamaşırcı Ulviye ve kızı Nimet, Arabacı Tevfik ve annesi Leyla, Münevver, hasta kocası Abdurrahman, Oğulları ve Kemal’in yakın arkadaşı simitçi Abdullah ve Münevver’in annesi, dilencilik yapan Hatice nine, Senai, karısı Feriha ve Kerim Dayı.
Konak sakinleri dışında komşuları Çengi Sıdıka, Demirhan Teyze, umulmadık zamanlarda ortaya çıkan Hızır gibi dedikleri gerçekte de adı Hızır ve aslında konakta olmasalar da her zaman konaktakilerin desteği olan hırsızlıkla geçinen Asiye ve annesi Bedriye de kitabın içinde bize görünen kahramanlardır. Çalınan tavuğu ile romana konu olan komşu Sıdıka da görünüp kaybolan akılda kalan kişilerdendir.
Asiye ve annesi Bedriye pazardan çaldıkları ufak tefek eşyaları satar ve kazandıkları paranın kendileriyle, konaktakilere yemeklik olarak geri dönmesini sağlar. Gizli dişi Robin Hood Asiye, Kemal’in okul ceketini de bu şekilde bir yerlerden aşırmış kahramanımızın okula giderken sırtını sıcak tutmuştur.
Asiye ve Bedriye bir gün pazardan bir kutu çorap çalar. Hızlıca konağa gelip kutuyu açarlar ve sonrasında “Az sonra o koskoca kutu pencereden aşağı fırlatıldı. Asiye kızın kimbilir ne güçlükle pelerininin altına çektiği, yani çaldığı, o kutunun içinden bir sürü ipekli beyaz balo eldiveni çevreye saçıldı… Pırıl pırıl parlayan upuzun eldivenleri tüm çocuklar kapışarak omuz başlarımıza kadar kollarımıza geçirdik. Ellerine eldiven geçiren bütün çocuklar, “Ben kaleci oldum!” diye bağırıyordu. Sokak kalecilerle doluvermişti. Toz toprak içinde sümüklü, yalınayak, pantolonlarının kıçı yamalı sekiz on çocuk beze sarılı kâğıt topu tutmak için karanlıkta fosfor gibi parlayan uzun eldivenli kollarımızı havaya kaldırarak sıçrayıp duruyorduk. Bizi bir yandan da aç bırakan bu mutluluğumuzu, annesinin bir kutuyu göstermesine karşın, Asiye’nin yanlışlıkla başka bir kutuyu çalmasına borçluyduk.
Uzun yıllar sonra bu olayı kendilerine anlattığım insanlar balo eldivenlerinin niçin sokağa atıldığını, neden paraya çevrilmediğini bile sordular. Onların ne bugün, ne de geçmişte böyle bir yaşantı içinde olmadıkları besbelli. Bizim mahallenin ya da komşu mahallenin insanları, gereksinimleri olan eşyaları ısmarlarlardı, Asiye’nin annesine. “Mendil olursa getir, çorap olursa getir, alırım,” gibi. Onlar da “sipariş üzerine” çalışırlardı. Alıcıları belliydi. Çalınanlar çarçabuk kapı kapı dolaştırılır, o anda yarı fiyatına ya da daha ucuza elden çıkarılırdı. Sonra doğruca bakkala. Ama eldiven, hele pırıl pırıl bembeyaz bir balo eldiveni, Kasımpaşa’da, bizim sokakta kimin ne işine yarayabilirdi.” Hırsızlıkları bile fakirlikleri üzerine kuruluydu. Çaldıkları neredeyse hiç parası olmayan diğer insanların ihtiyaçları doğrultusunda ilerliyordu.
Senai, her zaman Kemal’in okuması gerektiğini söylerdi Kamile’ye. Babası serseri, iş tutmaz biriydi. Kumarcı Hasan olarak tanınırdı. Karınlarını doyurdukları yemeklerin çoğunu hırsızlık parasıyla yemiş olsalar da Kemal’e okumasını ve asla hırsızlık yapmamasını tembihlerdi. Kemal ve Hasan’ın birbirlerine en yakın ânını da Kemal’in okuyor olması sağlamıştı. “Bir akşam ben ders çalışırken babam sessizce yanıma gelip –ayak sesini hiç duymamıştım, iyice dalmışım– beni öpünce çok şaşırdım. Yaşamım boyunca babamın beni bir kez daha öptüğünü anımsamıyorum. Bana: “Ders çalışmak çocuğa çok yakışıyor, insan adama benziyor,” demişti. Annem de babam da, “Bu bataklığın içinde ne yapıp edip bu çocuğu okutalım,” deyip çabaladılar. Gerçekten de ortaokula gittiğim günlerde, babam ceketini satarak karşıladı benim okul giderlerimi. Ben de onlardan kat kat çok sevgi ve saygı duyuyordum okula, okumaya. Ama hiçbir alanda hırsımın olmayışından, insanlarla yarışmak gibi isteklerim de yoktu. Bu yüzden pek çalışkan bir öğrenci olamadım. Dersleri ve öğretmenleri severdim, ama yine de ders çalışırken kendime çok acırdım.”
Kemal’in yakın arkadaşı aynı konakta yaşayan Abdullah’ın okumak gibi bir şansı yoktu. Hasta babası, yaşlı anneannesi ve annesiyle yaşadığı odada çalışmak zorunda olan oydu. Kemal’in okumaktaki hüznünün bir tarafında Abdullah vardı. Okula gittiği bir gün simit satmak için yolunu ayıran Abdullah için üzüntüsünü şu şekilde dile getirir: “Yoksulluk içindeki yarışta o benden daha çaresizdi. O sabah arkadaşım Abdullah’tan ayrılmanın acısını çok derinden duymuştum.”
Yemeği, yaşamayı, hüzünleri, sevinçleri paylaştıkları bu insanlar daima Kemal’in içinde bir kalp atışıydı. Çok aç olduğu bir anda sahanlıkta bulduğu kuru fasulyeyi yerken, Nimet elindeki ekmekle bahçeye girer, onunla fasulyesini paylaşmak ister, o da Nimet’in ekmeğinden alacaktır. Nimet elindeki ekmeği paylaşmaz. O ânı şu şekilde ifade eder. “Yaşamım boyunca, paylaşma ve yaşama uğruna, başta yürekleri olmak üzere neleri varsa ortaya koyan insanlar da gördüm. Bir bekleyiş, bir yaşam coşkusunun beklentisi, özlemi sürdü gitti, bu yalnız cömert yürekler için. Çünkü paylaşmak için, sevmek için bekleyen bu insanların karşısındakiler, tıpkı Nimet’in elindeki ekmek dilimi gibi gördüler yüreklerini ve koymadılar onu yaşama. Kendileri de katıksız kaldılar, katılamadılar yaşama. Çünkü onlar, paylaşılarak yaşamanın verebileceği zenginliklerin bilincinde değillerdi. Çoğunun tutumu tıpkı Nimet’inki gibi oldu:” “Yaa, sen de benim ekmeğimi yiyeceksin ama.”
Kasımpaşa’nın yoksul halkını düşünen Kışla’nın komutanı karavanayı her zaman fazla çıkartırdı. Askerlerin yemeği sonrasında halka dağıtılırdı. Sofraya gelen çoğu yemek hırsızlık parasıyla olsa da konağın insanları karavanayı almayı reddederdi. Bunu bilmeyen Kemal bir gün ailesini sevindirmek için sıraya girip yemek götürür ama istediği sevinci yaşayamaz. Ve bu anı şöyle anlatır, “Yalnız annem değil, tüm ev halkı karşıydı kışladan yemek alınmasına. Ne olsa adı “artık” yemekti. Onurlarına dokunuyordu besbelli.”
Kemal’in kahramanı Senai ev haklı tarafından hem sevilir hem de biraz serseri olarak görülürdü. Senai esrar içerdi. Hatta bir gün neredeyse konağı bile yakacaktı. Onun dışında herkesin gözünde efendi, kibar, karısına aşık, okumuş Senai vardı. En çok Kemal’in halası sevmezdi. Kemal’e onun için kötü sözler sarf ederdi. Bir gün dayanamayıp Senai’ye laf söylemek isteyen kadın derin bir cevap alıp köşesine çekildi. “Senai Efendi, niye okumadın da bu hallere düştün?” Sen bir an durduktan sonra yanıtladın: “Hatice Hanım, ben bu hallere okumadığım için değil, tutkularımdan kurtulamadığım için düştüm.” Senai bu cevapla romanda biraz daha Oblomovlaşır.
Kitabın başından sonuna konağın tüm umudu, zaman zaman velinimeti olan Kemal’in diğer kahramanı ise Kerim Dayı’dır. Kerim Dayı odasında definecilik araştırmaları ve çalışmaları yapar. Aslında işin ucunda dolandırıcılık vardır. Yaşamı boyunca geçimini ve çevresindeki insanların yaşamlarını dolandırıcılıktan kazandığı parayla sürdürmüştür. Konağın insanlarının Robin Hood’u Kerim Dayı’dır. Kerim Dayı’ya ve getirdiklerine muhtaç olup kabul etseler de konağın insanları zaman zaman bu dolandırıcılık işine karşı çıkar. Parayı alır geri vermezler ama onlara yanlış gelir. Kerim Dayı onlara şunu söyler: “Ben dolandıracağım insanları iyi seçerim. Hiç kimseden çoluğunun çocuğunun rızkını almam!”
Kemal, Kerim Dayı’ya yazdığı mektuplarda ona olan düşüncelerini söyle ifade eder: “Definecilik pek bilinmeyen bir şey değil, ama senin pay ediş biçimini, evin insanlarını nasıl sevindirdiğini, senin nasıl bir umut olduğunu bilsinler istiyorum. Sen Defineci Kerim’din, daha doğrusu Dolandırıcı Kerim. Günümüz ekonomik düzeninde insanın insanı sömürmesi artık öyle ustalıkla yapılıyor ki, senin yaptığın işler, onlarınkinin yanında çok masum kalıyor.
Kerim Dayı, daha önce de söylediğim gibi, niyetim seni övmek ya da kötülemek değil, yaşananları insanlara iletmek.”
İki kahramanı için şunu söyler Kemal, “Senai Abi barışın, Kerim Dayı savaşın insanıydı sanki” Kitap boyunca bunu görürüz. Baştan sonra Kemal Demirel’in çocukluğunu anlatan bu roman her cümlesiyle, anısıyla insanın aklına ve kalbine işler. Mutlaka okunması gereken bir roman. Savaşın bıraktığı yoksulluğu, yoksulluğun yarattığı birliği, hiçbir şeysiz olan insanların içindeki yaşama dair mutlulukları ve yaşadığımız şu dönemde unuttuğumuz çoğu değerleri verir bize.
Kitap, Piano Piano Bacaksız ismiyle beyaz perdeye aktarılmıştır. Filmin ardında birçok sihirli parmak işlemiştir. Muhteşem romanın yapımcısı Arif Keskiner; Otobüs, Kapıcılar Kralı ve Selvi Boylum Al yazmalım filmlerinin de yapımcısıdır. Senaryo yazarı, Kemal Demirel’le beraber Ümit Ünal ve Tunç Başaran’dır. Ümit Ünal benim türk sinemasında yıldız koyduğum bu film gibi arada dönüp dönüp izlediğim Teyzem, Milyarder, Hayallerim Aşkım ve Sen, Anlat İstanbul olmak üzere yaklaşık yirmi filmin senaristidir. Yönetmenliğini yapan Tunç Başaran, çoğumuzun izlediği Uçurtmayı Vurmasınlar filminin ve Türk sinemasında sevilen ve bilinen önemli elliden fazla filmin yönetmenidir. Tunç Başaran’ın en büyük başarılarından biri de çocuk oyuncuların muhteşemliğidir. Filmde Kemal karakterine hayat veren Emin Sivas oldukça başarılı bir oyunculuk sergilemiştir. Tıpkı Uçurtmayı Vurmasınlar filmindeki Barış’ı canlandıran Ozan Bilen gibi.
Yıllarca kitabından habersiz filmini izlemiş biri olarak Kemal ve yaşamına her zaman hayranlık duydum. Aslında günümüzde çoğu kişinin şikâyet ettiği o birlik ve beraberlik yokluğu içinize işleyecek kadar iyi aktarılmıştır. Filmin oyuncularının hepsi oldukça başarılı ve bilinen oyunculardır. İzlerken hepsine başrol yakıştırmasını yapabilirisiniz. Ayrıca filmin içinde görünmese de o muhteşem seslendirmesiyle Kemal’in hikayesini anlatan Müşfik Kenter’dir.
Birçok uyarlamada olduğu gibi film ve kitap arasında farklar mevcuttur. Mesela Asiye ve Bedriye, Ulviye ve Nimet olan ikililerin yaşadıkları tek anne kız olarak aktarılmıştır. Çamaşırcı Ulviye hem hırsız hem çamaşırcıdır. Senai’nin Almanya’da okumuş olmasından ve dönemin ikinci dünya savaşına doğru ilerlemesinden esinlenerek hayallerine Hitler eklenmiştir. Rutkay Aziz’in canlandırdığı Kerim Dayı kitapta anlatılandan çok daha genç bir karakterdir. Gerçek Kerim Dayı yetmişli yaşlarında son işini yaparak konağın insanlarını kurtarıp kendi hayallerini de gerçekleştirmiştir. Filmde oldukça yakışıklı ve genç bir Kerim Dayı izleriz. Müşfik Kenter seslendirmesinde kitapta geçen Kemal’in anlatımlarını yine o olarak, onun dilinden bize birebir aktarır. Filmin en güzel yanlarından biri de budur. Kitaptaki o dönüp okuyacağınız içinizi ısıtan cümleler kulaklarınıza şiirsellikle aktarılır. Kerim Dayı’nın odasında asılı İtalya haritası vardı. Kemal sürekli orayı inceler, Kerim son işini tamamlayınca oraya gidecektir. Orası Kemal’in gözünde Peter Pan’ın Varolmayan ülkesidir.
Gerçek bir hayat hikayesi olmasına rağmen çok iyi edebi bir dille romanlaştırılan Evimizin İnsanları kitabı, görsel bir şölen olarak Piano Piano Bacaksız olarak karşımıza gelir.
Zeynep Pınarbaşı