Her akşam saat 7’de AVM’de cam asansörden iner, parlak siyah kuyruklu piyanoya doğru dimdik yürür, yemek katındakilerin önünde reveransını yapardı. Taburesine oturmadan önce frakının eteklerini geriye atar, postürünü ayarlar, usul dokunuşlarla başlardı, konserine. Piyanist hep aynı eseri; Beethoven’ın Ayışığı Sonatı’nı çalardı, hiç ara vermeden, parça biter bitmez tekrar tekrar.
Yemek katının keşmekeşliği içinde kimse sonatı dinlemezdi. Anne babasını hamburgerciye doğru sürükleyen minik çocuğun, bir türlü yemeğini seçemeyen kararsız kadının, salataya hışımla gömülmüş şişman adamın, çok iştahlı gürültücü gençlerin, dertlerini masaya yatırmış iki kederli dostun, boş bulunup yaralı ruhlarını içtenlikle açan ve hemen ardından pişmanlık duyan ne idüğü belirsizlerin, mesai saatinin bitmesini dört gözle bekleyen temizlik işçisinin, yemek bankolarındaki bezgin kasiyerlerin, taa içeride, en geride ocak başında terleyen aşçıların ve aşçı yamaklarının müzik umurunda olmazdı. Piyanist ise onları kâle almadan tekrar ve tekrar aynı parçayı Ayışığı Sonatı’nı çalardı. Zamanını doldurup evine dönmek ister gibiydi. Böyle davranmakta yerden göğe kadar hakkı vardı.
Bir AVM’nin yemek katında müzik dinletisi düzenlemek hangi aklı evvelin fikriydi acaba? Konser salonları ne güne duruyordu? Yaklaşık bir senedir, her akşam onları izliyordum. Piyanist gelmeden yarım saat önce asma katta yerimi alıyordum; tuvaletlerin önünde, çocuk oyun salonunun çaprazında, kalın bir kolonun ardına gizli, yemek katını, piyanoyu, asansör çıkışını görebileceğim en iyi yerde konumlanıyordum.
Emekli olur olmaz diğerleri gibi sahil kenarında, bahçeli bir evde cennete gideceğim günleri prova etmektense, her şeyi satıp savıp şehrin tam göbeğinde bir stüdyo daire almıştım.
O günden beri bu devasa AVM kompleksinde yer alan rezidansın 33. Katında yaşıyorum. Kendimden böyle bir şey ummazdım, beni tanıyanlar katiyetle ummazdı. Onlara göre sıradan, yumuşak huylu bir kadındım. Doğaya, denize, börtü böceğe yakın bir emeklilik yaşayacaktım. Hayal kırıklığına uğratmamak adına beni tanıyan eşe dosta Datça’ya yerleşeceğimi söyledim. Veda partisi verdiler ve ne kadar şanslı olduğumu söylediler. Onlar da emekli olur olmaz sahil kasabalarından birine yerleşeceklerdi. O günü iple çekiyorlardı.
Her sabah 33. kattaki stüdyo dairemden çıkıyor, AVM bünyesindeki spor salonuna gidip birkaç tur yüzüyorum, bazen yoga bazen pilates grubuna katılıyorum. Duşumu aldıktan sonra kahvaltımı şu burun kıvırdığım yemek katında yapıyorum. Arada tiyatro ya da sinemaya gidiyorum, onlar da AVM’nin içindeler. Vitrinleri seyrediyorum, güzellik merkezlerine uğruyorum. Ünlü kahvecilerin rahat koltuklarına gömülüp kitabımı okuyorum. İnternet kafede oyun oynuyorum.
Akşam saatinde piyanist gelmeden önce asma kata çıkıp onun cam asansörle yukarıya çıkışını seyrediyorum, kristalden yapılmış fanusun içinde dünyanın merkezine yükselen Apollon’a benziyor. Yüzünü hiç görmedim. Arkasından izliyorum, hayalimdeki Apollon’u, müziğin tanrısını.
Yemek katındaki sağır kulaklara bir sağırın bestesini; hiç ara vermeden, tekrar tekrar çaldığı Ayışığı Sonatı’nı dinliyorum.
Bir şeyler umuyorum, bir duygu, bir anı, yitirdiğimin ne olduğunu bulmama yardım edecek bir ipucu. Ama her gece elim boş 33. kata geri dönüyorum.
Rezidansın dış cephesi camlarla kaplı, makaralı bir düzenekle belirli aralıklarla temizleneceğini söylemişlerdi. Ne gelen var ne giden. Boydan boya uzanan pencereler yukarı doğru açılıyor. Elimin ulaşamadığı dar ve ufak bir aralıktan dışarıyı temizlemek mümkün olmuyor. Camlar giderek daha kirli bir hal alıyor. İçeriden ne kadar silersem sileyim şehir kirden arınmıyor. Geceleri ay ışığını göremiyorum.
Bir rivayete göre Beethoven Ayışığı Sonatı’nı gözleri görmeyen küçük bir kız için bestelemiş. Niyeti kıza ay ışığını tasvir etmekmiş. Belki piyanist benim için çalıyordur. Müziği dinledikçe anılarım parça parça görüntüler halinde gözlerimin önünden geçip gidiyor. Anlamlandıramıyorum onları. Bir başarsam gizlendiğim yerden fırlayacak yemek katına doğru sesleneceğim, anlatacağım olan biteni. Oysa kolonun ardına gizlenip seyrediyorum.
Korkarım ömrümün geri kalanını burada geçireceğim. Kent yaşamının küçük bir kopyasını sürüp gittiği AVM’ den dışarıya adım atmak istemiyorum.
“Her şeyi kurallara uygun yaşıyorsun? Garanticisin. Âşık bile olamadın” demişti çocukluk arkadaşım. 3 kez evlenip boşanmıştı, ikiz çocukları vardı.
“Hayal bile kurmuyorsun, yaşlanınca ne yapacaksın?” diye sitem etmişti.
“Datça’ya yerleşirim, bir sürü kedi köpeğim olur onlarla yaşar giderim” demiştim.
Küçümsemişti. “En büyük hayaline kadeh kaldıralım öyleyse.”
Konuşmalarımız çok sevimsiz yerlere gitmişti. O günden sonra görüşmedim. Şimdi nerelerdedir acaba?
Hangimiz hayalperesttik, hangimiz daha sıradan hayatlar yaşıyorduk? Bilemiyorum. Sanırım pek bir farkımız yoktu birbirimizden.
Bu akşam 33. kata dönmesem. Piyanistin karşısında dursam, bir tek ben duyuyorum müziğini desem. Benim için çaldığını söylese. Âşık olsak birbirimize, ay ışığı vursa üzerimize.
Olmaz ki böyle şeyler gerçek hayatta.
Vakit dolunca piyanist kalkıyor piyanosunun başından. Sonat bitiyor.
Yine eli boş dönüyorum 33. kata.
Ayşenur Baran Turan
ben bu yazıdan şunu çıkardım damdan düşenin halinden ancak damdan düşen anlar.
ben engellilerle ilgili yazmış olduğum bütün yazılarımda anlatmaya çalıştım bizim bizden başka dostumuz yok.
betofın da kör bir kıza ay ışığını tasfir ederek engellinin engelliden başka dostunun olmadığını göstermiştir.
bunu neden söylediğime gelince sağlam şahıslar engellilerin neler yaşadıklarını hiç umursamadıkları için hayatlarına kendi yaşamak istedikleri şekilde devam ediyorlar.
ama biz öyle değiliz bizler bir körle bir sağır birbirimizin neler yaşadığını nelere üzüldüğünü anlar ona göre hareket eder birbirimiz için yapmamız lazım gelen her ne varsa onu yapmanın gayretine giriyoruz.
BeğenLiked by 2 people