Yaşanan her gün gerçeklikten biraz daha uzaklaşırken acı verici olanlardan birini yeni moda akımların arasına alıp eğlenceye çevirdiler. Kaybolan ülkeler, insanları eski bir uygarlık, geçmişin şaheserleri olarak sergilendi. İnsanlar; uyuyanlar ve uyuyamayanlar olarak ikiye ayrıldı. Bu akımı görünür kılmak için her topluluğun kendi sergileme alanı oldu.

Afra, uykusuzluk kulesinin az ölümcül noktasına kadar tırmandı. Geniş kafalı bir ölünün tepesine oturdu. Aşağıda atlaması için onu bekleyen insanlara ve dünyanın salındığı mutsuzluğa baktı.

Barkın’ın bu kulede oturduğu günü hatırladı. Onu tuhaf bir buruklukla izlemişti. Afra, gittikleri yolculukları düşünürken Barkın kendini salmıştı kulenin ölümcül noktasından. Yükseklik korkusu olduğu halde nasıl tırmanabildiğini düşündü. Ölümün tuhaf bir trans hali olduğunu anlatıyordu kuleden atlayıp ölmeyenler. Bazıları acı çekerek içinde bulundukları duruma şükretmek için atlıyordu kuleden. Bazıları daha o noktaya gelmeden atlayanları izleyerek şükrediyordu. Bir ölüm anı, bir şükür anına karışıyordu.

Barkın’ı, birlikte okudukları kitapları, onun bağırarak okuduğu cümleleri düşündü. İnsan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür. Barkın bunun olabileceğini nasıl anlamıştı?

Toparlanan kalabalığa baktı. Demek böyle oluyordu. Yaşayanların nefesi çoğaldıkça ölümü daha çok düşünüyordu insan. Kalabalıklar içinde yalnızlıklar klişesinde boğulacağım hiç aklıma gelmezdi, dedi kendine. Avuçlarına sıkıştırdığı çikolatayı nefes almadan yiyen kadının yüzündeki mutsuz mutluluğu gördü. Kendini izlemek istedi. Aşağıdan nasıl görünüyordu? Çantasından aynasını çıkardı. Hayretle çantasını yokladı. Hala boynunda asılıydı. Duraksayarak açtı aynayı, büyüteçli tarafıyla yüzünü inceledi. Gözlerinin altı morarmıştı. Yüzü beyaz, gözleri kanlıydı. Etrafa bakındı tekrar aynaya döndü, baştan aşağı kendini süzdü. Tüm bedenini ve hatta ruhunu bile oradan inceledi. Bir başkasıydı kuledeki, kendi olamazdı. Bir daha baktı. Hırçın ruh hali, kırılan tırnakları, dağılmış saçlarıyla masal cadılarına benzediğini düşündü. Uzun kalan son tırnağını kenarlarından ısırdı. Özenle törpülediği yuvarlak tırnağı kare oldu. İri kadın parmakları bunlar diye düşündü. Bir türlü ısınamadığı coğrafya öğretmeninin küt kare şeklinde törpülenmiş tırnaklarının üzerindeki parlak pembe ojeleri gözünün önüne geldi. Hızla kopardı tırnaklarını diplerine gelip canı acıyana kadar kanadığını fark etmedi.

Okul günleri, nefret ettiği dostlarını düşününce sevilmediği aklına geldi. En çok coğrafya ilgisini çekerdi, onu görmezden gelen öğretmene rağmen. İş hayatına atıldığında haritada işaretlediği yerleri gezmek için planlar yapmış, havası, yemekleri en güzel zamanları o günlerde not almıştı. Barkın’la ilk gezisinde tanışmış ve sonrasında hiç kopmamışlardı. Ne sevgili olabildi onunla ne en yakın arkadaş, ikisi arasında bocalayıp gitti. Terk etmedikleri gezme sevdalarıydı. Mutlu geçen gezinin sonunda atladı Barkın.

Artık gezilere harcayacak kadar kazanamıyorum. Yoruldum aynı sokaklardan yürümekten, demişti bir gece. Sabaha kadar konuşup hayatın güzel taraflarını hatırlattı Barkın’a, hallerine şükretmişlerdi. Mutluydu- mutlu muydu- Barkın. Yeniden para biriktirmeye karar verdiler o gece.

Ne zaman uyuyamamaya başlamıştı. Halbuki geceleri ne zaman uyansa gözleri kapalı, horlar bir haldeydi. Ne zamandır ona numara yapıyordu. Kendi uykusuz oluyor diye kaygılanırken Barkın’ın uykusuzluğunu hiç fark etmemişti.

Kafasındaki kaygıları düşündü. Çok azını paylaşıyorlardı. Kimsenin bir diğerini uykusuzluğa itmeye hakkı yoktu. Aslında gözleri çökmüştü, kahveyi daha çok içer olmuştu ve son zamanlarda kaliteli kahve bile alamıyordu. Geceleri içmeye gidemiyor. Ucuz şaraplarla küçük eğlenceler yapmaya çalışıyorlardı.

Arkadaşları da kalmamıştı. Uykusu en taze olan dostları ilk ayrılanlar oldu. Azıcık uyku kaygısı çeken kim varsa yavaş yavaş uzaklaştı. Barkın söylemese de yüzü bağırıyordu. Peki herkes görürken kendi neden göremedi. Yeniden aynaya baktı. Barkın’a benziyor muydu?

Bağırıp, sürekli boynunu oynatarak geçen adamın narasıyla kendine geldi. Parmağının kenarından sızan kanı emdi. Buldozerlerle gelen yanakları kanlı canlı uyku insanlarını inceledi. Canlı ölüler, diye düşündü. Çoğu ilaç içip ölüme en yakın anda kuleden atlıyordu. Ve bedenleri sağlamdı. Buldozerler dökülen yapraklar gibi birikmiş insanları topluyor, çürümemeleri için ilaçlıyor, streç film olan döner banda yerleştiriyor, yüz kısımlarına fotoğraflarını da koyunca ölümsüzlük kulesinin yeni bir heykeli oluyorlardı. Ölü uykusuzlar sonsuz uykusunda sergileniyorlardı.

Hızla gerçekleşen bu işlemleri seyirci uyku insanları hayret ve şükürle izlediler. Çoğu hala uykularını yitirmemişlerdi. Gerçekten bu kadar uzak yaşamayı nasıl beceriyorlardı, bunca beceremeyen ölüye bakarak?

Biraz daha tırmandı. Uzun saçlı bir kadının tepesine oturdu. Çok gençti, kendinden daha genç, yaşasaydı o da bana bu kadar yaşayabildiğim için hayret eder miydi? Artık onu gören çok azdı ama heykelden farksızdı. Uyuyabilen mutlu insanlar gün geçtikçe azalıyordu. Uzaktan seçmeye çalıştı, yukarı çıkmadan hafızasına kazıdığı izleyenleri düşündü. Çoğu yaşlıydı. Yaş ilerledikçe ölmek mi zorlaşıyordu yoksa yaşama daha mı çok tutunuyorlardı? Aşağıdaki günlerde mutsuzluk ve kaygı, yaşama olan umudu bitirmiş, zombi gibi gezen uykusuz insanlar ordusu yaratmıştı.

Tüm uykusuzları bir araya toplayıp topyekûn yaksalar belki kalan mutlu insanlar için dünya daha iyi bir yer olabilirdi. Çoğaldıkça hırsları artan kırmızı suratlı, viski ağızlı, kalın enseliler zavallı insan ırkını yok etti. Açlar tamamen ortadan kayboldu. Şimdi açlık kaygısı çekenlerle doluydu ortalık.

Biraz daha tırmandı. Ha gayret görünen bulutun içine girerse belki öbür dünyaya geçebilirdi. Gerçekten öbür dünya var mıydı? Yoksa başka bir çaresi olmalıydı. Henüz müteahhitler yaşıyordu. Öbür dünyayı da inşaat cehennemine çevirmeden buluta ulaşmalıydı. Hızla tırmandı. Geçti. Bir kat daha bulut gördü. Bir kat daha. Çıktıkça bulutlar bitmedi. İnsanların uğultuları hala geliyordu.

Bu dünyanın zavallılığını anlamak için çok çabaladı. O uykulu mutlu insanlardan biriydi. Bu tarafa ne zaman geçmişti hiç bilemedi. Geçmişi düşündükçe yaşadıkları silindi aklından. Bir tur daha tırmandı. Sesler kesilmedi. Geçmişi yoktu, yarını meçhuldü. Anı hiç yaşamamıştı. Durdu, düşündü.

Uykusuz bir streç film heykeli olmak istemiyordu. Kim olduğu bilinmesin diye çantasını ölü bir heykele astı. Biraz daha tırmandı. Diğer dünyayı bulamadı. Bu dünyaya sergilenmemek için tek parça kalmamalıydı.  Kendini kat kat bulutların üzerinden yere bıraktı.

Zeynep Pınarbaşı