Ne belleğin değişken sisleri ne de
kuru saydamlığıydı bu, kentlerin üstünü bir
kabuk gibi saran yanmış yaşamların yanık
kalıntıları, artık akmayan bir yaşam
cevheriyle şişen sünger, hareketin hayaliyle
taşlaşmış yaşamları donduran geçmişin,
şimdinin ve geleceğin tıkanmışlığıydı: İşte
bunları buluyordun yolculuğun sonunda.*
Şehri bir telaş, bir kaygı durumu sarmıştı. Bütün güvenlik güçleri çaresizliğin sınırında gibiydiler. Bir türlü yakalayamadıkları hırsız onlara yönelik bir itibar kaybına neden olmuştu Öyle ya tüm tehlikenin önleyicisi niteliğindeydiler ne de olsa. Onlar bile bu durumda olunca diğer insanları düşünün artık. Evlerini terk etmekten çekinenler mi dersiniz, işlerini hızla yoluna koyup evin yolunu tutanlar mı dersiniz. “Uzaydan izleyenler varsa gülüyor olmalılar.” Demişti Mine annesi Nilüfer’e. Bir oyunun perdesinin açılışı gibi, gün ağarırken “bugün nelere tanık olacağız?” Endişesi herkesin içini kemiriyordu.
Sokak ortasında yatanlara bakıp gülen, karşısındakini bıçaklayanları seyredenlerin sayısı günbegün artıyordu. Bir keresinde güpe gündüz birinin çantasının çalınıp sahibinin de yerlerde sürüklenmesini seyretmek insana pes dedirtmişti. Zayıflıkları, saçlarının dağınıklığı, dişlerindeki sayının düşüklüğü, gözlerinin etrafını saran morluklar ve içe göçüklük, avurtlarının neredeyse birbirine yapışma durumu görenleri tuhaf duygulara sürüklemeye yetiyordu. Ama onlara da bakılıp geçiliyordu. Açlığın ve yoklukla yoksunluğun yarattığı bildik tiplerin yeniden üretimi şeklindeydi her şey. Artık televizyonlarda izlenip geçiştirilen felaket haberleri yerini sokakta sergilenen olaylara bırakmıştı. Kimseden bir şeyleri gizlemeye gerek duymadan! Şehrin merkezi yerlerine konulan dev ekranlarda ortaya çıkan boylu poslu tipler tuhaflaşan insanların odak noktası olmayı sürdürüyordu. Hele kerli ferli adamların, kadınların deprem manzaralarını, selde sürüklenenleri, kedi köpeklerin mamasına göz koyanları anlatırkenki halleri, eriyip gitmeleri engellenemeyenler için besin kaynağı oluşturuyordu. En önden izleyebilmek için kalan güçlerini birbirlerine yöneltiyor, saçlar başlar yolunuyordu. Asıl bekledikleri sahneler şimdi yansıtılanların ardından gelecekti nasılsa. Dev ekranlardaki jan janlı görüntülerden gözlerini alamıyor, alamadıkça da eridiklerine tanık olabiliyordunuz. Bu daha da vahim bir tablo oluşturuyordu. Birinde ekran yanılsaması diyerek geçiştirip kahkahanıza devam ediyordunuz. Oysa çıplak gözle görünene sırıtarak bakıp yoluna devam edenlere tanık olmak sizi tuhaflaştırıyordu. “Herkesi değil ama anne!” “Haklısın kızım. Herkesi değil.” Daha da acısını söyleyeyim, dün bu durumu konuşup üzüldüğünüz kişilerin giderek aynı duruma düştüklerini görmek, sıranın size de geleceği korkusunu yaşatmaya yetiyordu. Onların da evine girilmiş ve o ünlü şeyin, herkeste olan, var olduğundan beri vücudumuzun içinde gizlediğimiz şeyin çalınmış olduğunu anlıyordunuz. “Evet, hırsız bir işi daha başarmıştı,” demek zorunda kalıyordunuz. Ruh hırsızından söz ediyorum.
“Anne neden ağlıyorsun. Kahvaltıya gelmiyor musunuz?” Annesinin hıçkırıklarını duyan Mine seslenmek zorunda kalmıştı. “Kızım baban birden çok zayıfladı.” “Aaa. Yoksa?” “Evet sanırım bizim eve de girmiş hırsız. Bir tek babanın ruhunu çalmış.” “İnanmıyorum. Kalkamıyor mu?” “Kalkar kalkmasına da. Bizi ne kadar tanıyacak bilemiyorum!” “Bir şey yapalım. Ambulans çağırsak mı?” “Bu gibilere kimse bir şey yapamıyor ki!” “Dışarı çıkmasın. Alırlar onu da valla billa.”
Mezarlıkların inceliğinden ruhları çalınanların orada gömülü olduğunu anlıyordunuz. Giderek sokak ortasında bir yaprak gibi düşüp kalanlar için belediye özel toplama araçları koymuştu. Toplu mezarlar yeniden devreye sokulmak zorundaydı. Gelişmelerin bulaşıcı hastalıktan kaynaklandığını sandıklarından, cesetlerin yakılması fikrini ortaya atanlara her nedense akılsız, imansız gözüyle bakılıyor, neredeyse linç edilmeleri isteniyorlardı. Güvenlik güçleri olaylara müdahale etmede yetersiz kalmaya başlamıştı. Çünkü en korunaklı dediğiniz yerlere bile giriyor, oradakilerin ruhunu çalmasıyla görev yerinin boşaldığına tanık oluyordunuz. Kimi yerine koyacaktınız? Bilinmez bir hikâye idi bu. Ne kadar başarılıymış. Oysa sınırlarımızın çok sağlam olduğuna inanıyorduk.
Nilüfer: Nereden girmiş olabilir hırsız?
Memur: Bir yerden girmiyorlar artık.
Nilüfer: Nasıl yani?
Memur: Televizyon falan izliyor musunuz? Haberler tartışma programları örneğin. Reklamlar falan.
Nilüfer. Evet. En çok onları izlerdi kocam. Bazen dizilere takılırdı ama o kadar. Bir iki reklam şeridini izlemeye başlamıştı son zamanlarda. Özellikle bir tanesi başlayınca dünyadan koparcasına dikkat kesiliyordu.
Memur: Daha ne olsun yahu. Emin olmamakla birlikte hırsız oradan giriyor evlere. Zayıf olanlarınkini çalıyor önce. Bedenen zayıflıktan söz etmiyorum.
Nilüfer: Yani hırsız televizyonun içinden çıkıyor, eve giriyor ve işini tamamlayıp çıkıp gidiyor öyle mi? Çok komiksiniz memur bey ama benim bunu kaldıracak gücüm yok inanın.
Memur: Öyle mi oluyor tamamen bilemiyoruz. Acınızı anlıyorum. Ama espri yapmıyorum inanın. Bakmadığımız bir tek orası kaldı. İncelemeyi tamamlamak üzereyiz. Ona sahip çıkın. Evden dışarı çıkmasın.
Ama ruhları çalınanları kontrol edebilmek çok kolay olmuyordu elbette. Bir şekilde evlerinden dışarı çıkıyorlar. Sokakta yaşanan tuhaflıklara sırıtarak bakmaktan, anlaşılmasa bile seslenip durumu daha da vahimleştirmekten besleniyor gibiydiler. Mine de babası Celal’in evden kaçmasına engel olamamıştı. Celal karşılaştığı olumsuzlukları geçmiş, ihtiyaç kuyruklarının yanından ayağını sürte sürte yürüyüp gitmişti. Bir kuyruk hariç.
– Ne sırıtıyorsun lan şerefsiz.
– Utanmıyorlar ya! Bir kere o kadın sanırım.
– Ne fark eder. Hepsi birbirini andırıyor. Tuzları kuru tabi. Onlar bizim gibi kuyruklara takılmazlar.
– Abla öyle değil. Kesin ruhu çalınanlardandır. Tuzu kuru olsa bu durumda olur muydu?
– Öf! Aman! Ne bileyim ben. Hem bana ne kimin ne durumda olduğundan.
– Şimdi döverler onu. Hey yapmayın! Vurmayın! Hasta zaten görmüyor musunuz?
Saldırıya uğrayan siren sesleri üzerine kurtarmıştı yakayı. Ama yine de sırıtmaktan geri kalmıyordu.
– Linç edeceklerdi neredeyse. Neyse ki polis geldi de kurtardı onu.
– Hani topluyorlardı bunları?
– Henüz o aşamaya gelmemiş demek ki?
– Bu işin aşaması da mı var ya?
– Var tabi. Gün geçtikçe daha fenalaşıp saldırganlaşıyorlar. İşte o zaman toplayıp malum yere götürüyorlar.
– Nereden buluyorlar cesareti anlamıyorum. Ruhlarının olmadığını sanıyordum.
– Ölümden önceki son durum. Güç geliyor gibi oluyor ya.
– Anladım. Şimdi nereye götürecekler peki?
– Evine.
Karakoldan eve dönen Nilüfer’in ilk işi Celal’i sormak olmuştu. “Baban nerede kızım?”
– Durduramadım anne ya! Çıktı gitti.
– Ne diyorsun? Eyvahlar olsun! Bir araba durdu sanki.
– Ben bakarım. Aa polis arabası. Babamı getirmişler. Yüzü gözü morarmış, anne!
– İnanamıyorum ya. Polis mi dövmüş acaba?
– Hanımefendi zor kurtardık eşinizi şey kuyruğundakilerin elinden. Karşılarına geçip sırıtıyormuş.
Birkaç densizin bu durumdan haberi yok sanırım. Saldırmışlar.
– Sağ olun. Sağ olun. Gel canım. Kes şu sırıtmayı ne olur? Bu defa ne kuyruğuydu memur bey?
– Şey. Neydi. Hani şu televizyonlarda yapılıyor ya reklamı. Beyaz, parlak. Aklıma gelmedi şimdi.
– Pırlanta demeyeceksiniz sanırım.
Nilüfer kendi söylediğine de gülmüştü ama polisin yanıtı üzerine toparlandı.
– Tam da o. Pırlanta kuyruğundakiler saldırmış bu kez.
– Allah allah! Ne yaptın canım sen. O kuyruklardan uzak dur demedim mi ben sana.
– Şu anda sizi hissetmiyor ki! Bağlayın onu bence. Sonraki aşamayı biliyorsunuz.
– Sonraki aşama mı? Allah korusun. Gel baba. Gel artık dışarı çıkmak yok. Pırlanta kuyruğu ha.
– Diyorlardı da inanmıyordum. İnsanlar kafayı yemiş olmalı.
HAMİT ERGÜVEN
“Ve Polo, “demişti Kubilay Han “Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek, ikinci yol riskli, sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.” *
* Italo Calvino