Ağacın en yükseğine tırmanıp iki dal arasına güzelce yerleştim. Dallar öylesine kiraz yüklüydü ki aşağıdan gören biri beni seçemezdi. Karşı ağaçta üzüm salkımı gibi sıralanmış beyaz kirazları toplayan genç kıza hafifçe gülümsedim. Gözlerini süzerek karşılık verdi. Tam o sırada: “İki saat yemek mollası!” diye bağıran çavuşun sesi duyuldu.
Ceviz ağacının altında, akarın soğuk suyu ile yüzümü yıkadım anca kendime gelebildim. Torosların eteklerinden doğan su bahçelerimize kadar ulaşıyordu.
Annem elinde tepsiyle yemek getirirken, bir taraftan da söyleniyordu.
-Çardağa da gelmez oldun. Tek başına yemeğin tadı mı olur?
-Burada dinleniyorum.
-Elin işte gözün oynaşta olunca iki kova kiraz toplamışsın. Gözümden hiçbir şey kaçmıyor bilesin.
-Anam anam güzel anam, senin elinden gayrı kimseden yemek yiyemez oldum.
Türlü ne de güzel kokuyor.
Annemin ardından karnımı güzel bir doyurduktan sonra akara eğildim. Çakıl taşları ile suyun cilveleşmesini izlerken, yer yer mavi yer yer saf beyaz akan suyun rengi gözlerimi kamaştırdı. Akarın yanından ayrıldığımda ayağıma batan taşı almak için eğildiğimde ne göreyim: Batan taş değil bir lira büyüklüğünde, üzerinde kabartmalar olan gümüş bir metal parçasıydı. Kim bilir kaç bin yıldır toprağın derinliklerinde saklıydı. Ceviz ağacının altında öğlen sıcağını bir nebze azaltmak için serinlerken, gümüş parçasını elimde çevirip duruyordum. Ortalıkta tuhaf bir sessizlik vardı. Akan suyun sesini dinlerken göz kapaklarıma ağırlık çöküyordu.
Güneş birden kapandı, ortalığı sis kapladı Ovanın ötesinde dağlar mora boyandı.
Kiraz ağaçları nerede? İşçi kızlar nerede? Annem nerede? Korkudan titriyordum.
Dizlerimin bağı çözüldü. Ayaklarım uyuştu. Yürüdüm sisin içeresinde, kenarlarda üzüm bağları, ortalıkta koyunlar, başında çobanlar bulunuyordu.
Biraz yaklaşınca, seslerini duymaya başladım. Bir şekel bir koyun deyip bağırıyorlar, koyun satıyorlardı. Ellerinde benim bulduğum paradan vardı. Kalabalık gittikçe artıyordu. Kıyafetleri tunik gibi, dizden aşağıları çıplaktı ayaklarında çarıklar vardı. Biraz ileride atlar başıboş dolaşıyorlardı.
Bahçenin üst tarafında, karıkların arasında, gri renkte çuvaldan elbiseli işçiler üzüm topluyordu. Avazım çıktığı kadar bağırdım! Sesim çıkmadı. Üzerime bakınca onlarla aynı elbiseyi giymiş olduğumu gördüm. Korkudan üzüm toplamaya başladım.
İçlerinden en yaşlı olanı sacda dürüm yapıp et kavuran kadınları göstererek
Şunlara bak! “Ne güzel etleri kavurup yiyorlar, bize de ekşi otlu ekmekleri sarar verirler. Savaştan önce bizim de atlarımız, koyunlarımız vardı. Esir düşünce gün boyu çalışıp kuru ekmeğe talim eder olduk.” Dedi
Uzun boylu genç delikanlı, “Bu daha bir şey değil, üzüm toplaması bitince bizi madene götürecekler. Geçen sene arkadaşımız hastalanıp öldüğünde bir tören bile yapmadılar. Ölüsünü oracıkta yakıverdiler. Onlar cehenneme gittiklerinde. Toprak yiyecekler pis su içecekler.” derken bağa gelenleri görünce toparlandı.
Küfeleri toparlayan iki işçi aralarında konuşarak bağın içine girdiler.
– Mahsul bu sene bereketli.
– Kralımız bu üzüm bağlarını dikince, dağların eteklerindeki taşları delerek ovalara kadar su getirdik. Fırtına tanrısı bolluk, bereket verdi.
Üzümlerimizden yaptığımız şarapları, komşularımıza sattık.
Bağdan ayrılarak bahçenin aşağısındaki atların arasına doğru yürüdüm. Biraz ileride uzun etek giyen kadınlar; kimi sacın başında oturmuş et kavuruyor, kimi de ekmek tahtasında hamur açıyordu. İşleri bitince ocaklarını söndürüp toparlandılar.
Birden hava karardı, çakan şimşek gökyüzündeki karanlığı dağıtarak ortalığı aydınlattı. Gök gürültüsünün sesi bir kırbaç gibi ovayı ikiye böldü. Köylüler korku içinde çardaklara koşmaya başladı. Ardından köleler yetişti. Atlar kişneyerek iki ayağı üstünde şaha kalkıyor, yeleleri rüzgârda savruluyordu. Çıkan fırtına çardağı yerinden koparacak gibi sallıyordu.
Sonra hepsi bir araya gelerek daire oluşturdular. İçlerinden en yaşlısı ellerini göğe kaldırarak; “Hatti’nin Fırtına Tanrısının önünde yürüyen Boğa Şeri, efendim, benim dua olarak bu sözlerimi tanrılara bildir! Efendiler, göğün ve yerin efendileri tanrılar bu sözlerimi ve duamı işitsinler.” Diyerek dua etti.
Fırtına kısa sürünce hepsi sevinç içinde birbirlerine sarıldılar.
-Fırtına tanrısı dualarımızı kabul etti.
-Şenliklerimizi yapalım, etlerimizi şaraplarımızı tanrılara sunalım. Bir daha onları öfkelendirmeyelim.
Çardaktan dışarı çıkarak dağıldılar.
Birden bir sarsıntı hissettim, gene ne oluyor diye korkudan perişan haldeyken annemin sesini duydum.
-Oğlum ne oldu sana böyle? Saçların terden alnına yapışmış.,
Gözlerimi açınca annem iki omzumdan tutmuş beni sarsıyordu.
-Kötü rüya mı gördün?
-Çok değişik rüyalar gördüm.
-Hadi çabuk ol! İşçiler çoktan işe başladı.
-Bak ne buldum! Parayı cebimden çıkardım anneme verdim.
-Bunu sakın kimseye gösterme!
-Neden göstermeyeyim?
-Hükümete şikâyet ederler. Elimize üç beş kuruş sıkıştırıp bahçemizi elimizden alırlar. Sonra nasıl okuturuz seni İstanbul’da
Öğleden sonra annemi memnun etmek için kasalarca kiraz topladım.
Akşam üstü işler sonlandığında, köy meydanına doğru uzunca bir yoldan yürüdüm. Binlerce yıl önce burada bir köy var mıydı? Diye düşünmeden edemedim. Para parmaklarımın arasında çevrilip duruyordu.
Özel Atay
sayın atay derinliklere götüren bir hikaye resmen anlatılmaz yaşanır diyerek kalemi kullandığınızı söyleyebilirim.
ben sitenizi takip ediyorum ve sitenizde yazan bütün arkadaşlarımızın yazılarını değerlendirmeye gayret ediyorum.
elimden geldiğince yorumluyorum.
sayın atay ben bu yola eleştiriliyorsak doğru yoldayız demektir düsturu ile çıktım.
eleştirilmenin beni bir adım daha ileriye götüreceği inancı ile yazılarımı okurlarıma sergilemeyi uygun buldum.
sizin sitenizide wordpressin okuyucu bölümündeki keşvet kısmında dolaşırken buldum ve takibe almaya başladım.
sizden de bizi takibe alarak yazılarım hakkında beyanat vermenizi beklerim beni wordpressin okuyucu bölümündeki ara kısmına Hüseyin İbiş | Kişisel Blog, sairhuseyinibis.com yazıp aratarak karşınıza siteler bölümünde çıkacak olan hüseyin ibiş kişisel blog linkini tıklayarak takip etmeniz mümkündür.
BeğenBeğen