1952 – 1972 yılları arasında Şengil’in çıkardığı Dost dergisi ve Dost Yayınları’nı yönetti. İlk yazısı üniversitede öğrenci olduğu sırada İstanbul Dergisi’nde yayımlandı. İlk öyküsü Bir Şey ise Seçilmiş Hikayeler Dergisi’nde, ikinci öyküsü Ümit Fakirin Ekmeği ise Yeditepe dergisinde yayımlandı. Seçilmiş Hikayeler Dergisi’ni çıkaran Salim Şengil onunla tanışarak Nezihe Meriç’in öykülerinden oluşan bir özel sayı yayımladı. Yazar, on dört öyküsünü içeren ilk öykü kitabı Bozbulanık’ı 1953’te yayımladı.

Nezihe Meriç’in Bozbulanık adlı öykü kitabında on yedi öykü, Topal Koşma adlı öykü kitabında on bir öykü, Menekşeli Bilinç adlı öykü kitabında altı öykü, Dumanaltı adlı öykü kitabında on öykü, Bir Kara Derin Kuyu adlı öykü kitabında on altı öykü, Yandırma adlı öykü kitabında yedi öykü yer alır.

Bozbulanık Öyküsü ile kendisini anıyoruz.

BOZBULANIK

Konyak etkisini gösterip de başı dönmeye başlayınca, düşünceleri sapıttı. “Hepinizden nefret ediyorum, diye bir bağırsam, acaba ne yaparlar?” Kendi kendine güldü. Kendi kendiyleydi zaten. Radyonun yanındaki koltukta, dizlerinde pamuklu battaniye, sırtında yün hırka, otuz yedi dokuz ateşle, dalgın dalgın oturuyor, içiyle halleşiyordu.

“… Galiba sarhoş oluyorum. Bu iş Birsen’in işi. Ateşim var, öksürüyorum der misin? Hemen konyaklı çayı dayadı burnuma… Hem de koca bardakla. Adnan gelip bu halimi görse. Sahi beni hastayken hiç görmedi. Ne gürültülü oyun bu? Sayın büyüklerimiz eğleniyorlar. Poker… Adı büyük meretin. Yoksa bizimkiler vakit geçirmek için oynuyorlar. Pokercik! Ortada dönen de Birsen’in harika buluşu. Para yerine Golden çukulata ve muz likörü. Ucuz canım! Goldenin kilosu dokuz lira. Likörün vardır bir ikiyüzellisi garanti. Dört yüz bin veremliye karşı ne ki? Devede kulak. Ne alırım ne bilirim. Yemesine yerim ama. Benim bu israftan kaçışım, halk halk, açlık, yoksulluk diye ötüşüm biraz yapmacık zaten. Ben iflah olmam. Önce kendimden umudum kesilmiş. Değil ki insanlar… Şu avukat bey böyle kenarda sessizce oturuşuma ne anlam verir acaba? Bence, o, tazı suratıyla hiç de dava kazanacağa benzemiyor. Pek de şık! Hale bak, dört kızın içinde zevkten ölecek. Berran açıklamada bulunuyor: Ben, muhterem kız kardeşiymişim, Birsen amcamızın kızı, Zerrin yakın arkadaşı. Kolej, Dil Tarih, Hukuk, Edebiyat fakülteleri burada. Yüksek bir çevre doğrusu! Dar süveterler, dar etekler, enseleri meydana çıkaran kısa saçlar, likörden kızarmış yanaklar Avukat beyin ince bıyıkları, dışarda gece ve kar, içerde, sıcak, neşeli bir hava… Oh kekâ! Ne tipik aileyiz. Pes! Karnı tok, sırtı pek, orta halliliğin verdiği, gevşek durumundan hoşnut… Şöyle bir baksan, işte abajurdan kristal vazoya, ondan benim şu Çerkez bozuntusu halamın altın çerçeveli gözlüğüyle, Sevim Teyzenin Karon pudralı yüzüne kadar her şey; Birsen’in bir, ‘pardon mi’ çekip boyamaya başladığı uzun tırnaklarına kadar, hepsine… Kardeşim ben düpedüz sarhoş oluyorum. Ya da ateşim yükseliyor; çünkü başım dönüyor. Ne bu? Berran’ın sesi: ‘Konfekşınpink efendim?’ Ojenin rengi bu. Aşağısı kurtarmaz. Avukat bey, ojenin rengini öğreniyorlar. Hay seni avukat yapanın boynu altında kalsın. Bu adamın okuyacak kitabı, bu güzelim havada yürüyeceği sevdiği caddeler, bir merhaba diyeceği arkadaşı yok mudur? Büyük endüstri ha? Milli kalkınma, aydın Türkiye ideali, yok bilmem ne… Laf! Fasarya hepsi. Bomboş oturuyoruz işte. Bom boş… Dinlemiyeyim şunları, sinirleniyorum. Saat kaç? Birazdan radyoda senfonik müzik var. Çeker giderim başka dünyalara. Birsen’e nasıl bakıyor. Kravatı da konuşuyor hani. Onun da böyle gri-sarı bir kravatı vardı. ‘Gittiğime değil de, sisli akşamlarda seninle Dolmabahçe’den Taksim’e yürüyemeyeceğime yanıyorum’ demişti. Toplu iğneyi Taymis’e attıysa eğer, ben de gideceğim demektir. Efsane! Olsun. Gerçek olan şimdi burada olmayışı. Ne fena… Bunun pipo içişi, gözlerini kısarak konuşması, kızlara sigara ikramı hep rol kesmek. Bizim kuşak erkekleri niye böyle?.. Hiç çelebisine rastlamadım. Çoğu Amerikan işi Jön rolünde! Biz neyiz ya? Geç Allahaşkına. Berran büfeyi siper ederek içiyor sigarasını. Bu, daha tam ekstra modern olamadık demektir. Ne aşağılayın bir durum bizim için!.. Ben niye böyleyim? Böyle oldum daha doğrusu. Bomboş, kaskatı, dümdüz… ‘Hişt Mori yelelelli…’ Bu kim? İfakat Hanım. Kazanmışmış… Kazanmış… ‘Ş’lerin şımarık edası içinde aman ne sevinç! Kadının düpedüz babamda gözü var. Toptan çürümüşüz… Annem, ah canım, nasıl sakin sakin gülümsüyor. Madam Luiz’den sonra, bir boşalma geldi kadına. Madam Luiz ki babamı çılgına döndürmüştü… Madam Luiz ki!.. Annem onunla boy ölçüşemeyeceğini biliyordu. – Bu öksürük berbat. – Babamın evini bırakmayışı, anneme karşı hep saygılı oluşu… İş burada galiba. – Ne fena öksürük bu. – Şimdi anlıyorum. Babama karşı bir çeşit gönül borcu; bu zalim onurunun korunuşu karşısında, annelerin, oğullarına gösterdikleri bir hoş görürlük hali bu. Her halde öyle. Ama gözlerinde o eski, çocukluğumuzdaki ışıl ışıl mavi kalmadı. Çok sigaradan sesi de kalınlaştı. Çocukken bahçeden bağırırdık: ‘Anne…’ Odaların, sofaların serinliğinden onun genç sesi gelirdi: ‘Yavrum?’ ‘Ekmek ver…’ ‘Bana da…’ Berran hep donunun lastiğini kaçırır, helada avaz avaz ağlardı. Birsen kaşla göz arasında defterlerimizi karalardı… Biz de çocuk olduk ha? Ne tuhaf! Çocukluğumuz, mutlu olduğumuz yıllar 1943’te kaldı demektir? Herkesinki böyle bir yerlerde kalmıştır mutlaka. İşte BBC. Vay… Thomas Bichem! Şu radyo harika. Başım ağrıyor galiba. Fena üşütmüşüm ben. Çok gürültü ediyor bu pokerciler ama… Şu şişko Nüzhet Bey sahiden ömür adam vallahi… Zerrin’in kolları bayağı güzelmiş. Farkında değildim. Hoş kız. Bu gürültüde de müzik dinlenmez ki. Ne, ne? Ne diyor bu avukat efendi? ‘Nasıl oluyor, sizin gibi elegan bir genç kız aşka inanmasın?’ Zerrin kabarıyor: ‘Efendim rica ederim, işi bir kadın erkek sorunu haline getirmeyelim. Elbette, insan ruhları arasında tam açıklanamayan, kadınla erkeği birbirine bağlayan bir şey, hatta Tanrısal ya da Allah’ı anlatamadığımız gibi, yani nasıl diyeyim, aşk denilen böyle bir şey var kuşkusuz. Temiz bir şey. Ama asıl sorun, bugün toplum içinde yaşayan ve UNESCO idealine yükselmiş olan insandır. Aşk hiçbir zaman toplum zararına yaşayamaz. Rica ederim.’ ‘O! Siz ya âşık olmadınız ya da içten değilsiniz.’ Gördün mü cevabı. Al avukatı koy rafa, tozlansın. Hay seni avukat… Bir de gülüş var dudaklarında, sözde çapkınlık taslayacak kerata. Nasıl işler bunların kafaları acaba? Onun için gerekli olan, aşk meşk deyip elektrikli bir konu açmak. Bizimkiler de aptal gibi horozlanıyorlar… Ne çalındığını bilmeden dinliyorum. Spiker söylerken duyamadım ki… Birsen’e de ne oluyor böyle… Dizimin dibine oturmuş, pek dalgın. Yirmi iki yaşın ilk aşkı… Sen de anlarsın yakında Konyalım külahı kaç renkmiş Birsencim. Of of! Gidip yatsam. Ayıp olur. Ama düpedüz hastayım yahu. Ayıba sığar mı bu? Berran’la Zerrin ne kadar birbirlerini hatırlatıyorlar. Uzun zamandır arkadaşlık ede ede, konuşmaları, hareketleri hep birbirine benziyor. ‘Siz hiç konuşmuyorsunuz?’ Bu avukat beyden bana. ‘Evet’ ‘Nasıl, evet?’ ‘Sözünüzü onaylıyorum.’ Bozuldu paşam. Hoşlanmadım ben bu yeni ahbabımızdan. Zorla mı? Bizim için şöyle düşünür: Okumuş, akıllı kızlar, ama bize iş çıkacağa benzemiyor. Gel şekerim samba yapalım. Neye olduğunu bilmem ama çok içerliyorum. Şunun suratına bir yumruk atsam, gidip duvara yapışsa. Ne diyor ne? Kaçıyor. Bu, saldırıyor görünüp kaçmaktır. ‘Bütün bunlara karşın birçok genç kızımız evli erkeklerle flörtü çok olağan buluyorlar değil mi?’ Sinsilik, aşağılık, pislik işte. Bu Berran’a ‘Bize de mi Lolo…’ demek istiyor. Açıkça söylesene birader. Berran bembeyaz! Hadi kızım, hadi Berran, göster kendini. Namusumuz sana emanet. ‘Beni tanıyan o doktor arkadaşınız sizi epeyce aydınlatmış. Kendisi, evli bir adamla gezdikten sonra bize haydi haydi demek istemişti. Geri çevrilince yaşımızın yirmi altı, yirmi yedi olduğunu hatırlatıp Seksoloji yayınlan tavsiye etti. Pek şık değil mi? Siz de sözcüklerin arkasına saklanmayın. Çıkın ortaya da görelim boyunuzu…’ Gülüyor adam. Gülüyor vallahi; nasıl gülebiliyor. Bu da bizim kuşaktan. ‘Ama emin olun…’ ‘Hayır dinleyin. Evli erkekle flört ahlaksızlıktır. Aşk, eh, evet olabilir. O zaman da insan Zerrin’in dediği gibi ailenin ve toplumun selameti uğruna duygularını yok etmek zorundadır. Ve şunu bilin ki, bu işte şeref payı kadınındır. Açık olacak, pardon, halk arasında şöyle derler: Orospunun bile namuslusu evli erkeğe bakmaz…’ Şiştin mi oğlum! Ama Berran’ın çarpıntısı tutmuştur, bilirim. Doğru duvar yıkılmaz, eğrilir derler. Yazık oldu. Hayatı bu kadar anlamamalıydık! Hayret, avukat efendi kızarmış. Haydaaa… Üçü birden konuşuyor. Püh! Bir işe yaramayacak olduktan sonra değer mi tartışmaya?.. Gidip yatsam. Dünya çürümüş dünya. Dayarım başımı radyoya. Sesini de biraz açarım. Oh, annecim ne güzel! Adnan der ki: ‘Her insan biraz şairdir.’ Düşünceler… Düşünceler, anılar, hepsi birbirine karışarak… Başım çok dönüyor. Müzik ne güzel. Piyano solo ve Zerrin’in sesi: ‘O kadın onun metresi, o adam onun dalgası/ Solist kim acaba? Sapıttı bu kızlar. Neredeyse adamı boğazlayıp, kapının önüne koyuverecekler. Randevu evleri, karısını peşkeş çeken kocalar, kadınlar, erkekler, ahlaksızlık… ahlaksızlık… duyduğumuz, çevremiz hep bu, hep bu… Hangi aileyi, hangi kurumu karıştırsanız altı çapanoğlu… Neye inanıp, neye güveneceğimizi söyleyebilir misiniz?’ Ne söyleyecek Allahaşkına. Şükret ki o da doktor bey arkadaşı gibi konuşmuyor. Avukat bey ciddileşiyor. Ee… ne olsa… ‘Efendim aslında sosyal dava.’ Of bire başım. Ne feci öksürüyorum. Birsen nerede, duymasın. İyi ki öğrenmiş konyaklı çayı… Neydi aklımdaki? Ha! Berran’a böyle imzasız bir mektup gelmişti. Sosyal davalı falanlı. Ne sinirlenmişti!.. ‘Adam bana âşık oldu, evi barkı yıkılacak’ diye üzüntüden dünyayı unutur musun, sağlığın bozuluncaya dek aptallık eder misin, al sana ödül. Açıkça söylemek mertliğini gösterememiş, ama kenar kıyı dolaşıp ‘sen malın gözüsün’ demek istemişti yazan. Be adam, sen Berran’ı tanır mısın? Tanımazsın! İşin iç yüzünü bilir misin? Bilmezsin! Ee? Babamın dediği gibi eşek misin be birader? Pis herifler. Kıza gülmesini unutturdular. Allah belanızı versin… Zerrin, bağırarak konuşma şekerim, beynimde ötüyor… Ne olmuş Anadolu’ya? Söyle söyle, Ahmed’in yazdığını: ‘Gel Anadolu’ya da insan onurunun iki paralık oluşunu gör’ diye yazmıştı. Anadolu… Haydaa… Oda, ev, kent uzaklaşıyor benden. Bir gidiyor, bir geliyor. Terliyorum. Küçükken otomobil tutardı beni. Tipti böyle olurdum… Dolandırıcılık… Yatılı okullar… Devrimler… Dön efendim dön… Vay başııım … Nasıl edip sıvışsam. Keşke hiç çıkmasaydım. İlk kez geliyorlar evimize, olmaz ki şimdi. Bu kadar gürültülü pokeri de hiç görmemiştim. Bir sessizlik olsa. Müzik araya giriyor. İşte kemanlar! Bu bölümü bekliyordum. Anımsıyorum bu parçayı ama çıkaramadım. Oh, Allahım çok şükür… Şimdi sen ta Londra’dasın ha? Ada iskelesi bomboştu. Bir çocuk balık tutuyordu. Hazirandı. Sabah sabah hava ne güzeldi. Karşıdan sandalların sesi geliyordu. Çiçekçi bağırıyordu: ‘Haydi margaritler, margaritler…’ Birsen’in ‘Şu papatya azmanı çiçeklerin adı ne?’ deyişini anımsayıp gülmüştük. Ne güzel gülerdik birlikte. Şimdi sen ta Londra’dasın. Hay Allah! Taymis beni de çeker mi dersin?.. ‘Demokrasi budur zaten.’ Demokrasi mi? Demokratların… Halkçılar… Demokratlar… Her şeyi bölük pörçük duyuyorum. Hâlâ tartışma. Adamın avukat damarı tuttu. Kozunu ille de kaz yapacak. Ya Zerrin’le Berran? Hâlâ tutar bir yanları var. Hâlâ umutlular. Ben niye böyle oldum? Ben düdüğümü çoktan öttürdüm. Herkes kaderini kendi yaparmış. Alâ! Biz yapamadık işte. Babam geçen gün: ‘Tahsilinizin semeresi…’ diye bir şey söylüyordu. Tahsilimizin semeresi ha?.. Of! Allah kahretsin ki beynim ağrıyor. Gece yarısına kadar oturur şimdi bunlar. Ben de…”

Gözlerini kapadı, hafiften içi geçti. Saat ilerliyor, poker kızışıyor, tartışmacılar, seslerini gittikçe yükselterek devam ediyorlardı. Uykusuna, vücuduna, insanların arasına, kente, dünyaya… sinsi, bulanık, iğrenç, terli, adi, sancılı bir şey yayılıyor, bunaltıyor, soluksuz koyuyordu onu. Uykusunun arasında, Zerrin’in sesini, kubbeli bir yerde yankılanıyormuş gibi duymaya başladı: “Bize ne verdiler ki ne isteyebilirler? Biz adam olup paçamızı kurtarmışsak, bu onur bize aittir. Ne aileye, ne topluma. İspat edebilirim …” Sonra, sesler yeniden uğuldamaya, birbirine karışarak uzaklaşmaya başladı. “Fakirlik, pislik… İkinci dünya… İkinci dünya savaşından sonra, Avrupa’yı saran, gününü gün etme kuralı içinde fuhuş… Ahlakın iflası…” Berran’ın sesi, kinli, hırçın, ön planda çivi çivi parlıyor, çakılıyordu kafasına: “Ofsayt efendim ofsayt! Kendini hiçbir, şeye karşı sorumlu duymamak durumudur bu bizimki. Anadan, babadan, dostluk, arkadaşlık kavramlarından, yani, aileden, toplumdan, insanlardan çözülmek, körü körüne bir Allah’a inanış içinde yaşamak, toplumun bütün kurumlarının çürük olduğunu öğrenmek… Daha sayayım mı? Yaşamak için ekmek kadar, su kadar gerekli olan, inanmak, güvenmek, çalışmak gücünü bulamam ak… Günlük olayların, dedikoduların içinde yuvarlanmak…” Uykusunun içinde bağırmak istedi: “Of başım … of başım … Yokuş yukarı olmaz, kurtarın… kurtarın… inanmak isteği ya, elbette… Kurtarın, kurtarın… kimi, neyi, ne olmuş, ne var…”

Berran usulca “Bilge…” diye seslenince, silkinerek ayıldı

“Ne bağırıyorsun, deli misin?”

“A aa, bağıran kim?”

Güldüklerini görünce o da gülümsedi: “Dalmışım.”

“Hadi git yat sen. Gözlere bak, kıpkırmızı!”

“Cidden yatın siz.”

“Hadi hadi yat kızım sen, biz yabancı değiliz.”

“Bana bir bardak su alıver yatmadan, hadi benim aslan kızım.”

Berran fırladı: “Dur ben alayım.”

“Otur otur, getiririm.”

Kalktı su getirmek için çıktı. Loş bölmeyi geçerken, gözü aydınlık yatak odalarına ilişti. Birsen çoktan sıvışmış, yatağın içinde, saçlarını bigudiye sarıyordu. Onu görünce seslendi:

 “Bilge abla, Allahaşkına gel.” Yirmi iki yaşın, bütün çocukluğu içinde gülüyordu:

“Ne düşünüyorum biliyor musun?”

“Ne?”

“Ne biliyor musun?”

“Hadi üşüdüm…”

“Şey… Bu avukat bey insanı acaba nasıl öper diye düşünüyorum!..”

Gülmekten kırılıyordu. Bilge baktı, baktı: “E … Afferim!” dedi, “pes!” ve güldü.

Durdu, öksüre öksüre tekrar güldü. Sonra hep öyle başını sallayıp gülerek, bölmeyi geçip, su almak için mutfağa girdi.