İlk şiiri 1937’de Gündüz dergisinde çıktı. Günlüklerini 1950’de Beş Sanat dergisinde yayımlamaya başladı. Türk şiirinde özgün bir yer edinen Birsel daha çok aklın ve zekânın egemenliğini ön planda tutan, şairanelikten uzak, yergici şiirlere ağırlık verdi. Asıl ününü 1970’den sonra yayımladığı 1001 Gece Denemeleri ve Salâh Bey Tarihi olarak adlandırdığı dizi kitapları ve günlükleriyle elde etti. Şair ve deneme yazarı Salâh Birsel 1999’da vefat etmiştir.
Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu adlı günlüklerini toparladığı kitabından alıntı:
PlNPlRlK ATLAR SORUNU
4 Ocak 1991
Fransız oyun yazarı Ionesco’nun anlatmasına göre, XX.
yüzyılda insan ve sanat aşkını pişiren eğilimler gün gün yayılmaya başladığında Leipzig’te de beş bin altın imdat isteyen pinpirik atların durumunu göz önüne alan ve onlara
vafir gözyaşları döken bir dernek kurulmuştur.
Gelin görün ki, dernek büyüklerinin ilk işi, atları öldürüp yemeyi karar altına almak olmuştur.
Edebiyat tarihçisi Faik Reşat’ın şair-i hezelgû (şakacı, sarakacı şair) diye andığı Deli Flikmet’in bir ikiliğidir.
Biz ne alçak köpekleriz
Neyi görsek etekleriz.
20 Ocak 1991
Yazıya oturmadan, kafam açılsın diye, Gustave Flaubert
yöntemini kullanarak, bir kitaptan birkaç sayfa okumak istedim.
Karşıma Puşkin’in Erzurum Yolculuğu çıktı.
Çeviriyi yapan Ataol Behramoğlu önsözde şöyle diyor:
— Savaş alanı betimlerinde, dönem koşullarının elverdiği ölçüde insancıl bir bakış var.
Bunu doğrulamak için de Puşkin’in Erzurum yolunda –
1828-1829 Türk-Rus Savaşıdır bu – gördüğü ölü bir Türk erini anlatan tümcelerini aktarıyor:
— Yolda yanlamasına uzanmış yatan genç bir Türkün
ölüsü önünde durdum. 18 yaşlarında bir delikanlıydı. Bir
kızınkini andıran solgun yüzü daha tazeliğini yitirmemişti.
Sarığı tozlar içinde yatıyordu. Tıraşlı ensesinde bir kurşun
yarası.
Puşkin’in Erzurum’da rastladığı bir Türk Paşası da şöyle
konuşur:
— Bir ozanla karşılaşmak her zaman hayırlıdır. Şair,
dervişin kardeşidir. Onun ne yurdu vardır, ne de dünya nimetlerinde gözü.
Şu bir gerçek ki, Puşkin, Erzurum Yolculuğu adını taşıyan anılarında, Türk Paşasının sandığı kadar yüce yürekli
biri olmadığını açıklamaktan çekinmez. Bunu belki de kitabını sadece Rusların okuyacağını düşünerek yapmıştır:
— Kars’a 75 verst kalmıştı. Attan sıçrayıp iner inmez
karşıma çıkan ilk köy evine dalmak istedim. Ama ev sahibi
kapıda göğüsledi beni. Sövüp sayarak dışarı itti. Onun bu
hoşgeldin’ine kamçıyla karşılık verdim ben de. Türk bağırmaya başladı. Ahali başıma toplandı. Kılavuzum sanırım
bana arka çıkarak bir şeyler söyledi. Kervansarayı gösterdiler. Ahıra benzeyen büyük bir kulübeye girdim. Yamçımı
serecek bir yer bile yoktu. Hemen at istedim. Türk muhtar
yanıma geldi. Anlaşılmaz bir şeyler mırıldanıyor, ben de
durmadan: “Ver bana at” diye yineliyordum. Türkler bir
türlü yanaşmıyorlardı bu işe. Neden sonra para önermeyi
akıl ettim. Meğer, ilk yapmam gereken şey buymuş. Şipşak
bir at getirildi. Yanıma da bir kılavuz kattılar.
Doğrusu, Dostoyevski, Puşkin’den de ileri papazdır.
K aram azof Kardeşler’m Alyoşa’sı ile ruhunu yeryüzü karanlıklarından ve kinlerinden arındırmaya çalışan bir insan
tipi çizen o ünlü romancı azılı bir Türk düşmanıdır.
Batıkların, Türkleri gelmiş oldukları yere, Asya’ya geri
göndermenin bir yıkım doğuracağı, bir kargaşa yaratacağı
görüşü karşısında hop oturur, hop kalkar. 1876 eylülünde
Bir Yazarın G ünlüğü adını verdiği kitabına şunları döktürür:
— Batıklar, Türklerin. memleketlerinden sürülmesiyle
Asya’nın herhangi bir yerinden yeni bir Halife peydahlanacağı, bağnazlığın yeniden kök salacağı ve Müslümanların
yeniden Avrupa’ya saldıracakları kehanetinde bile bulunuyorlar. Daha derin bakışlı düşünürler ise, bir ulusun bulunduğu yerden Asya’ya postalanmasının olanaksız, dahası,
akıl almaz bir şey olduğunu ileri sürüyorlar.
Dostoyevski aynı yılın haziranında ise, buraya daha önce de yazdım, günlüğünü şu sözlerle şenlendirir:
— Evet Haliç ve İstanbul, tümü de bizim olacak. Ama
bu fetih için, baskı yaratmak için değil. Kendiliğinden gerçekleşecek bu. Nedeni de şu ki, zamanı gelip çattı. Zamanı
gelmiş olmasa bile, eli kulağında.
Bu düşünceler Dostoyevski’nin kafasında 93 Sefen’hden önce (24 Nisan 1877) depreşmiştir. Ondan az önce
1877 martında da şöyle bıngıldıyordun
— Şimdilerde yalnız Avrupa’da değil Rusya’da bile,
özellikle büyük politika adamları arasında, Türkiye devlet
olarak ömür dersini bütünleşe de, İstanbul’un uluslararası
bir kent olarak yaşayabileceği ilan ediliyor. Yani İstanbul’un çekişmeye yer vermeyen, özgür ve herkesin ortaklaşa kaşık sallayacağı bir kent olması isteniyor. Bundan daha
aptalca bir düşünce olamaz. Bir kez, dünyanın en görkemli
kentlerinden birinin uluslararası olmasına, yani hiç kimsenin malı bulunmamasına izin verilemez. Sonra, bu kent
uluslararası ilan edilir edilmez Ingilizler donanmalarını İstanbul önüne kondururlar. Bunu hem kentin uluslararası
niteliğini korumak için hem de dostluk adına yaparlar. Yani İstanbul’u kendi çıkarlarına uygun bir duruma getirirler.
Ingilizler bir kez oraya yerleştikten sonra da bir daha hiç mi
hiç çıkarılamaz. Bir yere yapıştılar mı yapışırlar. Öte yandan Yunanlılar, Slavlar ve de İstanbul Müslümanları da Ingilizlere, yine Rus korkusundan ötürü, çağrı çıkarabilirler.
Gustave Aucouturier’ye bakılırsa Dostoyevski Bir Yazarın Günlüğü adlı kitabıyla yeni bir yazı türü yaratmıştır.
Bu günlük, takvime bağlı kalsın, kalmasın çeşitli eylemlerin öyküsü ya da ruh durumlarının ortaya dökülmesi değildir. O, yazarının arka düşüncelerini içeren bir iç konuşm ası da değildir. Bu, özellikle hem en yayına alınan ve doğru10
dan doğruya çiçeği burnunda olayları kucaklayan bir tanıklık belgesidir. Kimi kanıları onaylar, kimi kabul edilmiş
düşüncelere karşı çıkar, kimi tartışmaların da ateşini yakar.
Dostoyevski 1877 martında günlüğünde şöyle vayvillimler de atar:
— Diplomatik çekişmeler, konuşmalar ne yönde gelişirse gelişsin, İstanbul er-geç bizim olacaktır