Saat 6 ya 10 vardı. Bahriye Hanım bugün geç uyandı. Kendini çok yorgun ve halsiz hissediyordu. Evet 73 yıllık yaşamında pek çok sağlık sorunu yaşamıştı ama bugün gerçekten kendini kötü hissediyordu. Yatağın içinde doğruldu. Namık Efendi sol başta kıvrılmış, gene derin bir uykudaydı. Kalktı, terliklerini giyerek ağır ağır koridora yöneldi. Etraf zifiri karanlıktı. Mutfak lambasının ölü ışığı ile birlikte bir gün daha başlıyordu. Çaydanlığa suyu akşamdan doldurmuştu. Ocağın altını yaktı. Çay Bahriye Hanımın en büyük tutkusuydu. Günde hilafsız 5, 6 kez demlenirdi. Ağır ve yorgun gövdesi ile salona doğru yöneldi, koltuğuna oturdu. Pencere önündeki küçük ahşap sehpa ve yanındaki iki koltuk gelinliğinden kalma idi. Her zaman sağ taraftakine kendisi oturur, bütün gün küçücük penceresinden bahçesini ve sokağını seyrederdi. Gerçi sokaktan da pek fazla insan geçmezdi.

Gecekondularının önündeki küçük bahçede ceviz ağacı, diğer yanda ise erik ile kiraz ağaçları vardı. Aralık ayının ortalarına gelinmişti. Gece, kasvetli karanlığından ağır ağır ayrılırken bahçedeki ceviz ağacı tüm haşmeti ile belirmeye başlamıştı. Yapraksız dalların arasındaki iri kargalar ceviz tanelerini arıyor, çığlıkları sabahın karanlığını yırtıyordu. Bahriye Hanım ceviz ağacına uzun uzun baktı. “Kara iblisler gene gelmişler” dedi. günün büyük bir bölümünde yaptığı gibi gene kendi kendine mırıldanmaya başladı  Evet, erik ve kiraz ağaçlarını da severdi ama ceviz ağacı adeta onun ruh ikizi idi. Onu bu ağaca böylesine tutku ile ne bağlamıştı? Ağaçların üzerindeki serçelerin, ispinozların, sakaların ötüşü muhteşem bir koro oluştursa da bu Bahriye Hanımı ilgilendirmeyen tarafıydı. O ceviz ağacı ile yaşardı.

-Benim ruhumu arındırıyor derdi. Elindeki uzun sopası ile tüm gün kargaları kovmaya çalışsa da ne ağacını koruyabilmişti, ne de cevizlerini kurtarabilmişti. İşte bu yıl da gene cevizlerini kargalara kaptırmıştı. Nefret ediyordu kargalardan.

-Doymadılar, tükettiler beni.

Diyordu.

Birden Namık Beyin sesiyle irkildi.

-Hanım çayı demlemeyi unutmuşsun, altındaki su da bitmek üzere.

Yerinden kalkmağa çalıştı, kalkamadı. Nasıl da unutmuştu çaydanlığı ocakta.

-Yerimden kalkamıyorum, bir zahmet sen demler misin?

Bahriye Hanım ne çocukluğunu ne de gençliğini yaşayabilmişti. 15 yaşındayken Nazım Efendi elinde yarım kilo leblebi şekeri ve yanında anne babası ile kendisini istemeye geldiğinde kalbinin duracağını hissetmişti. Oysa ki ne hayalleri vardı. Sevilmek ama en fazla da sevmek istiyordu. Kahveleri dağıttıktan sonra odanın bir kenarındaki iskemleye sessizce oturdu.

Kafasının içinde koca bir kaya uğultu ile yuvarlanıyor, gözleri kararıyor, baş ağrısından hiçbir şey hissetmiyordu. Çok kötü olmuştu. Bir zaman sonra annesinin “hayırlı olsun, hadi kızım kalk anne babanın elini öp” dediğini duymuştu. O gün ne yaptı, misafirler nasıl gitti, hiç hatırlamıyordu. Ne o gün, ne de o günden sonra evliliği ile ilgili tek kelime etmedi. Anasının yoksul evinden bir boğaz eksilmişti.

Namık Efendi boğuk ve mecalsiz sesi ile mutfaktan seslendi.

-Bahriye benim bardağım nerede, bulamıyorum.

-Sol başta ikinci rafa bak, orada göreceksin.

Birkaç dakika sonra tepside 2 bardak çay ile gözüktü Namık Efendi. O da zor yürüyor, yürürken dengesini pek sağlayamıyordu. Tepsiyi sehpanın üzerine bıraktı, Bahriye Hanımın karşısındaki koltuğa adeta yığıldı. 5 metrelik yol insanı bu kadar mı yorardı. Bahriye Hanım demli çay severdi. Bir yudum aldı. Yüzünü ekşitti.

-Namık Efendi sen demliğe kaç kaşık çay attın?

 Namık Efendi 3 kaşık dedi.

 -Hiç 3 kaşık olur mu, benim hep 5 kaşık attığımı bilmiyor musun?

Namık Efendi cevap vermedi. Sokak artık iyice aydınlanmaya başlamıştı. Geceden yağan yağmur her tarafı gene çamur deryası haline getirmişti.

Birden kargaların çığlıkları ile kendine geldi Bahriye Hanım. Ceviz ağacında hiç bu kadar kargayı bir arada görmemişti. İrkildi. Nefret ettiği bu kara iblisler gene her tarafı sarmıştı. Cevizler de bitmişti. Ne istiyorlardı bu iblisler. Ürperdi. Elini pencere altındaki kalorifer radyatörünün üstüne koydu, Daha ısınmamıştı. Sırtındaki şalı yeniden vücuduna sardı. İçi üşüyordu. Namık Efendi usulca söylendi.

-Atilla bu hafta da aramadı.

Bahriye hanım

-Koskoca adam, çoluk çocuğu var, Allah bilir onun ne dertleri var şimdi.

Diye belli belirsiz bir sesle cevap verdi.

-Hiç böyle yapmazdı, her hafta mutlaka arar, sorardı.

Dedi Namık bey.

Atilla öz evlatları değildi. Bahriye Hanım çok istemiş ama çocukları olmamıştı. Namık Efendinin yoksul bir aileden bulduğu bu çocuğu evlat edinerek kendi çocukları gibi bağırlarına basmışlardı. Askerden sonra Almanya’ya giden Atilla orada çalışıyordu.

-Biz mi arasak Atilla’yı?

Dedi Namık Efendi.

Bahriye Hanım aniden gerilerek;

-Ara, ara ne istiyorsan yap.

Diye sinirli sinirli tersledi. Namık Efendi şaşırmıştı. Böyle bir tepki beklemiyordu. Onca yıllık karısının kendisine yüksek sesle hitap ettiğine hiç şahit olmamıştı. Bahriye Hanımın morarmış dudaklarının titrediğini gördü. Zor nefes alıyor, bakışları ile Namık Efendiyi adeta delip geçiyordu. Kat kat sarkık yaşlı gerdanından boğazı gözükmüyordu. Hırıltı ile karışık boğuk bir sesle, “biliyorum” dedi Bahriye Hanım” Atilla’nın senin çocuğun olduğunu, yıllarca beni aldattığını, her şeyi biliyorum”.

Namık Efendi donakalmıştı. Gözlerini Bahriye Hanımın gözlerinden kaçırdı. Ne diyeceğini bilemiyordu.

-Yıllarca tahammül ettim ama artık vücudum da ruhumda taşımıyor.

Namık Efendi elindeki bardağı sehpanın üzerine bırakarak Bahriye Hanımın elini tutmaya yeltendi. Bahriye Hanım elini sertçe geriye çekti. Sehpa üzerindeki yarısı boşalmış çay bardağı yere düşerek parçalandı. Cam kırıkları etrafa saçıldı. Artık her şey ortaya dökülmüştü. Atilla, Namık Efendinin yasak ilişkisinden doğan çocuğu idi. Bahriye Hanımın aslında bu yasak ilişkiden haberi olmuş ama sesini hiç çıkaramamıştı. Yok olan gençliği gibi yok olan hayatını da içine gömmüş, küçücük bahçesindeki ceviz ağacına sığınmıştı.

Derin bir sessizlik oldu.

-Yıllarca kabuslarla uyudum uyandım. Kabus görmemek için geceleri uyumuyordum artık. Oysa sen yasak ilişkin ve oğlunla ne kadar da mutluydun. Derler ya “sabaha karşı görülen rüyalar gerçek çıkar”. Benimki hep kabustu Namık Efendi.

Gözyaşlarına boğulmuştu. Artık duygularının da, bedeninin de tamamen tükendiğini hissediyordu. Yılların birikimi ağır bir dağ kütlesi gibi çökmüştü üzerine. Söylemek istediği çok şey vardı. Ama ne diyecekti ki?

Namık Efendinin ihaneti mi, yoksa kendisinin korkaklığı mı idi sorun. Yoksa sahipsizlikten kaynaklanan çaresizliği miydi.

Namık Efendi koltuğunda ufaldıkça ufalmıştı. Hiç sesini çıkarmıyor, yerdeki cam kırıklarına bakıyordu. Onun bu sessizliği Bahriye Hanımı daha da hiddetlendiriyordu. Acı acı gülümsedi. Nasılda tahammül edebilmişti böyle bir ilişkiye. Artık yüzünü görmek istemiyordu Namık Efendinin. Göğüslerinin yandığını hissetti. Nefes almakta zorlanmaya başladı. Kafasını dışarıya çevirdi. Çırılçıplak ceviz ağacı ile göz göze geldi. Yalvaran gözlerle adeta yardım ister gibiydi ulu ağaçtan. O da kendisi gibi çaresiz kalmıştı. Hazan ne dallarda ne de yerde tek yaprak bırakmamıştı. Bütün gövdesi kargaların işgali altındaydı. Kapkara kocaman vücutları ile bu iblisler dallar üzerinde yürüyor, çığlıklar atıyor, yeri göğü inletiyor ve herkese meydan okuyorlardı. Hiç bu kadar kalabalık olmamışlardı. Belki de bu kez kendisini almaya gelmişlerdi. Üşüyordu. Ne kulaklarındaki can yakıcı çınlamalar, ne de eklemlerindeki işkence veren ağrıları kalmıştı. Ağır gövdesinin birden tüy kadar hafiflediğini hissetti. Gözleri ile sonsuz maviliklere daldı. “Sizlerden artık korkmuyorum” diye bağırmak istedi. Sesi çıkmıyordu. Son kez ellerini kaldırıp ağacı ile vedalaşmak istedi. Ellerini hissetmiyordu.

UĞUR ÖZDAŞ