İrfan aradığı sokağı buldu. Kadıköy’ün bu dar sokağında motosikletine ayaklarını destek yapıp etrafına bakınarak yavaş yavaş ilerledi. Bulunduğu dönemde hiç bu kadar kalabalık görmemişti. ‘Dükkân ve insanlar değişmiş,’ dedi. ‘Yanlış mı girdim’ endişesi yaşadı bir an. Telefondan konumunu buldu. Köşedeki tarihi binayı tanıdı ve giriş katındaki lahmacuncuyu görünce rahatladı. Önünde sokak genişliyordu. Ortada, ‘sola dön’ yazılı trafik levhasının olduğu direğin yanına bisikletler konmuştu. Motosikleti park edip çarşı yönüne doğru yürüdü. Aradığı noktayı, önünde durduğu binadan çıkarabildi. Yanında getirdiği tabureyi açtı. Sağ elini gezdirerek bir daire çizdi. Kalabalığa karşın, çizdiği dairenin içinde inatla durdu.
Kanada’da oturan ağabeyinin yanına gitmek için uğraştığı günleri hatırlamıştı İrfan. Kuryelik yaptığı zamanlardı. Arkadaşları Hüseyin ve Seyfi, parkta bulunan duvarın üzerinde bira içtikleri bir sohbette ikinci el telefon alıp satarak iyi kazandıklarını anlatmıştı. İrfan ciddiye almamış fakat kulak misafiri olmuştu. Yanlarında iken yaptıkları telefon satışı gözünün önüne gelmiş, ben de yapabilirim diye düşünmüştü. Hüseyin, “Bu işte çalıntı telefon almayacaksın,” deyince uzak durmuştu. Kanada tutkusu vardı İrfan’ın. Gemiyle kaçak giderken yakalanıp geri gelmişti. Telefon işini yapmalıydı! Sermaye de gerekmeyecekti. El çantasının içinde bir telefon ve üç beş şarj aleti olması yeterliydi. Arkadaşları noktayı gösterip ‘burası senin dükkânın’ demiş, telefon ve şarj aleti vermişlerdi. Sokakta sandalyeye çantasını koyan telefoncular ip gibi dizilmişti. Noktayı hemen sahiplenmişti İrfan. İlk gün acemilik de çekmemişti. Bulunduğu yerde çoğunlukla takoz diye isim takılan telefonları hem alıyor hem de satıyordu. Akşam çantasının içi dolmaya başlayınca umutlanıp, neden bugüne kadar farkına varmadım diye hayıflanmıştı. Gün geçtikçe kazancı artmıştı. Kendine güveni gelince lise yıllarındaki hayal ve umutlarını sorgulamış, Kanada’ya gitme düşüncesinden vazgeçmişti.
Sonraki günlerde sokak sakinlerinin, esnafın rahatsız olduğunu, “Dükkân kirası yok, vergi yok, ne âlâ yaşam!” dendiğini duymuş, beraberinde, çalıntı telefon nedeniyle polis baskısı, zabıtanın müdahalesi de yoğunlaşmıştı.
Birikimi olan Hüseyin köye dönmek istediğini belirtip, ‘çocuklarım orada bu halde İstanbul’da ne yapayım’ demişti. Seyfi bekârdı, günlük ne kazanırsa, akşam harcamış, İrfan’a, kız arkadaşıyla ilişkisini ballandıra ballandıra anlatmıştı. Sık sık arkadaşlarıyla bira içip sohbet eden İrfan ise yerlerini kaybetmeme üzerine konuşmuştu çoğunlukla. Zabıtayla görüşme, vergi dairesine kayıt önemliydi.
Adres için çözüm arayışları devam ederken İrfan’a kurye şirketinden bir haber ulaşmıştı. Hemşehrileri, sahibi oldukları kurye şirketini devrediyordu. Tercihlerinin İrfan’dan yana olduğunu belirtmişlerdi. İrfan’ın birikimi yeterli değildi. Arkadaşlarına işi bildiğini söyleyerek ortaklık teklif etmişti. İlk aşamada kendileri çalışacaktı. Üç arkadaşın sohbetleri artık beraber oldukları kurye şirketi üzerineydi.
Bir yılın sonunda şirkete yapılan masrafı ve emeği düşününce pişman olmuştu, İrfan. Günler geçtikçe sokaktaki yeri arar olmuş, atasözündeki gibi, evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Sohbet yerini çekişmeye bırakmış, adı kavgacıya çıkmıştı. Ev, iş derken yine Kanada tutkusu hortlamış, son çareyi oraya kaçmakta bulmuştu.
İrfan sokaktaki taburede otururken son model akıllı telefonundan saate baktı. Güneş batmak üzereydi. Arkadaşlarıyla yaptığı sohbetleri hatırladı. Parka doğru yürümeye başladı. Önünden geçtiği dükkândan bira alıp parktaki duvarın üzerine oturdu. Bir karga yan tarafındaki taşların üzerine konunca ürperdi, titredi bir an. Hiç böyle olmazdı. Bir taş kırıntısı aradı, hişt hişt dedi, uzaklaştı karga. O ara kavga eden iki kişi dikkatini çekti. Ellerinde şarap şişesi gördü. Seslerini tam alamıyordu. İkisinin de üzerinde dizlerine kadar gelen kirli ve yırtık pardösüleri vardı. Sarhoş ve perişan haldeydiler. Bir an durdular. Hüseyin “Ah o eski günler! duvarın dili olsa da anlatsa,” derken, Seyfi ise uzatarak “Ah o eski günler…” dedi. İrfan Hüseyin’i sesinden tanıdı. Diğer kişinin de Seyfi olduğunu tahmin etti. Eski günler hızla geçti gözünün önünden. Şaşkınlığının yanında heyecanlandı da. Noktayı gösterip “ Burası senin dükkânın!” dediğini hatırladı Hüseyin’in. Seyfi de vardı o an. Ne kadar güvende hissetmişti kendini. O anki duyguları esir almıştı artık onu. Sarılmak, özlem gidermek arzusuyla yanıp tutuşmaya başladı. “Hüseyin, Seyfi!” diye seslendi. Duymuyor, kavga ederken düşüp düşüp kalkıyorlardı. İrfan tutamadı kendini. Yükseltti ses tonunu, elindeki bira şişesini duvara çarptı. “Bırakın kavgayı ben İrfan! görmüyor musunuz, nasıl tanımazsınız? İrfan! İrfan!” Kırılan şişe sesine Hüseyin, “Duvar konuştu!” dedi. “Duvar! duvar konuştu.” İrfan aşağıya atladı, yakalarından tutup ısrarla konuşmak istedi onlarla. Yorgun, gözleri fersiz, çıkardıkları sesler anlaşılmaz haldeydi. Tüm çabası boştu, duvar dibine sızmışlardı bile.
İrfan motosikleti almağa giderken aklında son sözler vardı. “Duvar! Duvar konuştu.”
Muhsin Başaldı