Yıldız Sarayı Valide Kapısı’ndan içeri giren konservatuvar öğrencilerini güvenlik görevlisi karşıladı. Gençlerin neşeli sesleri kuş seslerine karışıyor, bahçeye alabildiğine bir canlılık katıyordu. Kendi aralarında konuşuyorlardı “Bu sarayda opera oynanıyormuş. Tiyatro salonu bile varmış!” Kalabalık grup Küçük Mabeyn Köşkü önünden ilerleyerek tiyatro salonuna ulaştı. Salon küçük dar uzunca bir dikdörtgen şeklindeydi. Yan taraflarda şehzadelere ve sultanlara ait localar vardı. Sahne oldukça geniş, kırmızı kadife perdelerle süslüydü.

-Şunlara bakın!

Öğrencilerden biri yüksek sesle 19. yüzyıl kostümleri içindeki mankenleri gösteriyordu.

La Traviata Operası’nın meşhur karakterlerinden Violetta tüylü şapka ve dirseklerine kadar uzanan eldivenler giymişti. Kız öğrenciler hayranlıkla onun gösterişli takılarını inceliyordu. Bedenine oturmuş ipek kumaşlı, derin göğüs dekolteli kabarık elbisesi ve ipek yeleği ile hayli güzel görünüyordu.

La Traviata’nın diğer karakteri olan Alfredo’nun yanına gelen kızlar onu çok yakışıklı buldular. Diz hizasında kapri pantolon ve yelek giymişti, üzerinde de altın işlemeli redingot vardı.

Abdülhamit’in kostümünü giymiş manken sahnenin tam karşısında oturuyordu. Kırmızı bir fes ile koyu mavi uzun ceket ve pantolon giymişti. Kıvırcık saçları, uzun bir burnu vardı.

Öğrenci Padişahı göstererek,

-Şu burna bakın, Osmanlı burnu hiç değişmez. Sen git o kadar yabancı güzel kadınla evlen, burunlar hep aynı kalmış, kocaman ve öne doğru eğik, dedi.

Hepsi gülüşmeye başladı, yavaş yavaş salonu terk ediyorlardı.
Bir öğrenci Alfredo’yu canlandıran mankene çarptı.

Manken sendeledi ama düşmedi, öğrenci sağını solunu kontrol ederek uzaklaştı.

Alfredo kızdı:

-Terbiyesiz özür bile dilemedi.

Buna karşılık Violetta acı acı güldü:

-Hiç nezaket kalmamış.

Hüzünle sahneye doğru baktı. Temsili oynadıkları anı hayal etti. Duygulandı, gözlerinden dökülen yaşları eliyle sildi. Sahnenin tavanındaki yıldızlara baktı. Mavi tavanda her yana serpiştirilmiş yıldızlar hâlâ oradaydı. Oyunda şarkı söylerken gökyüzünden yıldızlar kayardı, Alfredo’ya olan aşkını haykırırdı.

Alfredo, sevdiği kadın için babasına yalvarırken saray duvarlarında sesi yankılanırdı. İlahi gibiydi yakarışı ama nafile, babanın yüreğinde hiç yumuşama olmazdı. Onun oğlu, fahişelik yapan bir kadını nasıl severdi? Sonunda Alfredo aşkına kavuştu ama Violetta hastaydı, ölüyordu.

Birden Padişah, onları seyrettiği sahnenin önüne kadar geldi:

-Oyunun sonunu değiştirin. Ben bu salonda ölümle biten bir son istemiyorum.

Sonra arkasını dönüp gitti.

Alfredo cevap verdi:

-Emredersiniz Padişahım!

Oyunların sonu değişir, tekstler üzerinde düzeltmeler yapılırdı.
Violetta sahneden indi. Her zamanki gibi canı sıkılmıştı.

-Sansürcü Padişah ne olacak! Yok, darbe sözü geçmeyecek; yok, uzun burunla alay edilmeyecek; onun burnu uzun da ondan üzerine alınıyormuş.

Alfredo onu uyardı:

-Aman dikkat et, burası ispiyoncu dolu!

-Korku bekliyor bu sarayın her yanını. Konuşmak bile yasak!

-Bütün saraylar böyledir. Ne yapsın Padişahımız. İngilizler, Fransızlar onunla çok uğraşır. Ajanları dolaşırmış Payitahtın dört bir yanında. Ne kadar meraklıdır sanata, aynı zamanda ilime. Bütün kız okullarını açtırmadı mı? Sonra Tıp Fakültesi… Kolay değil onun işi bu memlekette. Haydi, biz işimize bakalım. Yabancı konuklar gelecekmiş. Biz provalara başlayalım.

Tiyatro salonundan kızgın ayrılan Sultan, gizli geçide doğru yürürken peşinde bir karaltı hissetti. Çalışma odasına zor attı kendini. Çocukluğunda tanık olduğu gibi amcası karaltılar içinde koltukta oturuyordu, başında zebani gibi bir adam, çırpınıyordu, lakin faydasız. Başı koltuktan bir yana düştü, elleri kan içinde, bilekleri kesilmiş. Sonra dağıldı birden karaltılar. Boğazında bir yumru, zor nefes alıyordu padişah. Yığıldı koltuğa. Tahta çıktığı günden beri ne çok darbeler, suikastlar atlatmıştı. Yıldız Camii’ndeki cuma selamlığı töreni dışında yıllarca saraydan dışarı adım atmayışı da aldığı tedbirler neticesindeydi. Ne Saray ne yaptırdığı gizli geçitler ne de topladığı istihbarat temmuz sabahı yaşanan suikast girişimine engel olamamıştı.

Köstekli saatin sesi tık tık… Bir dakika kırk saniye diye düşündü. Patlayan bombanın sesini duymamak için başını yastıklara gömdü. Birden gözünde canlandı, her tarafta uçuşan kol ve bacaklar, kırılan camlar, ölen insanlar. Ortalık toz duman… Lakin o yaşıyordu. Soğukkanlılığını korumuştu o gün. Cuma namazından saraya gidiş tam bir dakika kırk saniye diye hesaplamıştı kâfirler. O gün bir anlık gecikme kurtarmıştı onu ölmekten. Başı dönüyordu, oturdu iskemlesine. Sağına baksa genç subaylar etrafında bakışları kin dolu dolaşıyorlardı. Soluna baksa Ermeni Komitacılar… Şeriat isteyenler avazları çıktıkça bağırıyorlardı İstanbul’un dört bir yanında. Bitmeyecekti bu kâbus. Odasından çıktı. Bahçede her zamanki sığınağına doğru ilerledi, Cihannüma köşkü onun en sevdiği yerdi. Hızla üst kata doğru çıktı. Camı açtı. Deniz durgundu, boğaz Yıldız Korusu’ndaki yeşille kucaklaşmış, müthiş bir huzur saçıyordu. Gözleri karşı kıyılara kadar ulaştı. Kız Kulesi’ni seçebildi. Dakikalarca seyre daldı.

Alfredo ekibi ile bir temsil için İtalya’dan geldiğinde Saraya davet edilmişti. Müzikali seyreden Padişah, ekibin Saray’da kalmasını istemişti. On yılı geçen sürede çeşitli operetler, tiyatro oyunları sahnelemişlerdi. Padişahı memnun etmek zordu, bazen bir oyun sırasında uyuklar, bazen de oyunu yarıda keserdi. Alfredo padişahın sıkıldığını fark edince hemen komedyenleri ve trapezcileri sahneye çıkarırdı. Kafesli localarda oyunları seyreden sultanlar ise bu duruma kıs kıs gülerdi. Alışık olmadığı halde meddahları bile ekibine almıştı. Her türlü zorluğa karşı burada yaşamaktan mutluydu. İstanbul’u çok seviyordu. Tiyatro salonunun büyük bir gürültüyle sarsıldığı o bahar sabahına kadar.

Alfredo kapıya çıktı, akın akın insanlar geliyordu. Etrafı toz duman kaplamıştı. Padişahın sürgüne gönderildiği haberi kulaktan kulağa yayılmıştı. Küçük salonlara kırk elli kişi doluşuyordu. Halılar, kadife perdeler, avizeler, gümüş eşyalar her şey yağmalanıyordu. En sonunda Saray’ın bahçesinde bulunan havuz boşaltılmış, içindeki hazinenin yeri de keşfedilmişti. Lakin bunun için hazinenin yerini bilen beş kişiden biri idam edilmiş, diğer kişi de dayanamayarak itiraf etmişti. Padişaha ait mücevher ve paralara da ulaşmışlar, sandıklara doldurup götürmüşlerdi.

Sanatçılar bir yere toplandı. Hepsi korku dolu gözlerle olanları seyrediyordu. Yağma saatlerce sürdü. En sonunda sıra tiyatro salonuna geldi. Perdeler söküldü, sandalyeler kırıldı. Sarayın çalışanları sürüklenerek dışarı çıkarılıyordu. Yağmacılar gidince ortada kırık dökük bir bina kalmıştı. Alferedo inanamıyordu, artık ne çok sevdiği Padişahı ne de tiyatro salonu vardı. Yıldız Sarayı artık karanlık ve sessizdi.

Yüzyıl sonra açılan sergiyle o eski günlerdeki opera ve tiyatro yeniden canlandırılmıştı. Padişahın en çok sevdiği Verdi’nin Rigoletto operasından bir bölüm çalıyordu. Ziyaret saati bitmişti. Güvenlik görevlisi ışıkları söndürmeye geldiğinde “Hay Allah yine mankenlerin yeri değişmiş. Bu öğrenciler de çok oluyor artık!” diye söylenip, ışıkları söndürdü.

Özel Atay

http://www.yildizsarayivakfi.org.tr/opera-arsivinin-yildiz-sarayi-vakfina-bagislanmasi-musika-i-humayun-agustos-2012/