“Pepuu” (*)
“Kekuu” (baba)
“Kim yaptı?”
“Ben yaptım”
“Kim öldürdü?”
“Ben öldürdüm”
“Kim yıkadı?”
“Ben yıkadım”
“Vah! Vah! Vah!”
“Pepuu”
“Kekuu”
“Ke qir?”
“Mın qir”
“Ke kuşt?”
“Mın kuşt”
“Ke şuşt?”
“Mın şuşt”
“Ah! ah! ah!”
Sevgili hocam, size, isminiz baş harfleriyle, “AH” nidasıyla seslenmek istiyorum. Kaybedenlerin, zamanı tersyüz etmek isteyenlerin sıkça kullandığı bu nidanın ünlendiği gibi ünleyerek…
Lügatimizin en can yakan nidalarındandır “Ah!”… Ah çekmeden yaşayan, ‘keşke’leri olmayan insan aramanın nafile bir uğraş olacağını düşünürüm. Bu yaşıma dek, pek çok kez “Ah! Keşke!” ile başlayan cümleler kurdum, inkâr edecek değilim. Pişman olduklarımdan gereken tecrübeyi edindim mi? Açıkçası ondan da emin değilim.
AH! AH! Hocam mektup yazmak, üstelik size hitaben yazmak; ne cesaretle soyundum ben bu işe? Umarım defalarca yazıp yazıp sildiğim cümlelerden, en sonunda mektup adı verilen yazım türüne ulaşabilirim. O zaman geldiğinde, yazımı döşendiğim a4 kâğıdını dörde katlayıp zarfa koyacağım ve size postalamaktan başka hiçbir kaygım kalmayacak. Yazmaya başladığımda, adresinizi henüz bilmediğimi fark edip umutsuzluğa kapıldım. Ancak şükürler olsun ki, tam zamanında gördüğüm bir rüya sayesinde yeniden rahatladım. Rüyamda astrolojik haritadaki adresinizi, -yaşarken ikamet ettikleriniz sizin çok da mutlu olmayacağınız hâldeler şimdilerde- bizzat tarif ettiniz. Ayrıca konumunuzu ve elektronik posta adresinizi de söylemenizi istemiştim, tam o sırada saatimin alarm sesiyle uyandım. Rüyalarda yazıların ya da sayıların yazılı olduğu metinlerin, rüya gören kişi tarafından okunamadığını duymuştum bir yerlerden; bu nedenle onları da sizin sesinizden işitmem gerekiyordu; dediğim gibi o esnada uyandığım için zaten iş işten geçmişti. Neyse, bu şartlarda, size mektubumu ulaştırmak için izleyeceğim yöntemi açıklamak istiyorum. Gökyüzünün bulutsuz, yıldızların parlak olduğu bir gece vakti, şehrin dışında, ışıksız, sessiz ve güvenli bir kamp alanında çadır kurup bekleyeceğim. Teleskobumun da yardımıyla gökyüzünü gözlemleyerek, büyük ayının kuyruğunun ucu ile ejderhanın üçüncü boğumunun ortasına odaklanacağım. Rüyamda, kelimeleri tane tane, açık seçik kullanarak verdiğiniz adres, tam da orada parlıyor olacak. Mektubumu zarfından çıkaracak; teleskobum, uzay lazer ışığımın yardımı ve rüyamda öğretmiş olduğunuz AHT alfabesi aracılığıyla okuyacağım. Onu size ulaştırma sorunu da hallolduğuna göre artık yazmaya başlayabilirim.
Sevgili AH, zamanın bir diliminde; mesela Acıbadem’deki harikulade, tuhaf köşkün önünde; Sani bey, Raci ve sizinle karşılaşsak; selamlaşsak; icatlardan, keşiflerden, değişmekten bahsetsek ayaküstü… AH ne güzel bir hayal! Siz, bizim yaşadığımız döneme nazaran, İstanbul’un çok daha güzel mevsimlerini yaşadınız sevgili hocam. Bizse bu şehrin biricik, müstesna geçmişini Yeşilçam filmlerinde, içine İstanbul kaçmış romanlarda, öykülerde aradık durduk. Sevgili hocam, kurgu zamanlarınızın Mümtaz gibi İstanbullu beyleri, Nuran gibi hanımefendileri gün be gün azaldılar. Şimdilerde bu şehir; kıyısına köşesine tutunmuş, yuvalanmış, doğma büyüme, sonradan gelmeleri, kara kedileri, ben vesaireleri kendinden biri yapma telaşında.
Çocukluğumun, gençliğimin leylak, akasya, iğde ve is kokusu sinmiş Ankara’sını bir ayı postu gibi sürüye sürüye taşıdım bu şehre ben. İstanbul’un dakikalarca bıkmadan izlediğim Ayasofya silueti, erguvan rengi boğaz geceleri, baş döndüren tekne gezileri dahi soyamadı beni, unutturamadı göçerine, yuttuğu is kokusunu, çiğnediği sisli ıssız yolu. Doğduğum yurdumu da Yörük çadırı taşır gibi, kendim olalı beri taşıyorum sırtımda. Mor çiçekli afyon tarlalarında, bir başına rüzgârı kovalayan kırmızı entarili kız çocuğu otağ kuruyor rüyalarıma. Duramayıp başka başka tüneklerde uyandığım da, bumerang misali döne döne ardımda bıraktığım izi sürdüğüm de olur. Düşmemek, boğulmamak için zihnimin endişe kuyularına; hiç durmadan, şehir şehir, köy köy, dağ dağ, deniz deniz koşar, pedal çevirir, yüzerim ben.
Huzur romanınızda Mümtaz, göç yolunda, annesi ve genç bir kızın arasında uzanırken yaşadığı çocukluktan kopuş, aslında kopamayış sürecinin sancısını bir ömür boyu çekecekti. Ölüm, kaçış, yurtsuz kalış ve hepsinin ötesinde ergen bedende uyanan, daha önce hiç tatmadığı olağanüstü haz; hepsini yolda, birbirine karışmış hâlde yaşadı. Ah hocam Mümtaz’ın yurdundan kaçarken aldığı yarayı ne Macide’nin müşfik alakası ne de İhsan’ın rol model oluşu tam olarak sağaltabilirdi. Nuran, İhsan, Suat ya da Atiye’nin HUZURsuzluğu köklerinde; küçük muhacir çocuğun HUZURsuzluğu ise göç yolunda aldığı yaranın derinlerindeydi.
Sevgili hocam, Ankara’nın kışı gibi sert, disiplinli, duygu yoksunu öğretmenlerin boğduğu ruhum; okullar kapanınca gittiğimiz köyde, teyzemin dingin, sevecen tabiatıyla yeniden canlanır, HUZURa kavuşurdu. Teyzem vefat ettiğinde, Mümtaz’ın yurdundan edildiği yaşlardaydım. Defnedildiği gün, mezarlıktan dönerken, ufukta beliren köy, rengini, kokusunu kaybetmiş, Ankara’nın koyu gri, kasvetli halini kuşanmıştı. Köyüm, teyzem, koruganım artık yoktu. Oysa sevgili hocam, çocuklar tam da ergenlik yaşlarında pamuklara sarılıp saklanmalı, sırça köşklerde muhafaza edilmeli ya da bir süreliğine -evlerinde, yurtlarında işler düzelinceye dek- istedikleri bir dünyaya gönderilebilmeli. Ben Alis’in peşinden gidebilirdim istense tercihim; ya da Peter Pan ile Neverland’a uçmak hiç fena olmazdı düşünüldüğünde enikonu.
AH hocam, kendimi bildim bileli plansız, programsız, günlük hadiselerin seyrine kapılarak yaşamak istedim. Bir yere ait olmamanın, her an yola düşebilmenin gizemine tutkun göçebe yanım galiba Yörük atalarımın mirası. Öylesine akmak istiyorum içinde zamanın; nehirde sürüklenen bir saman çöpü gibi cılız, hafif. Atalarının varlığı, atisinin yokluğu ile yitik Atiye ve ağ içinde ağ kurarak yaşamını sürdüren Behçet Bey; İstanbul’un saraya yakın, dar, elitist dünyasında, entrikalarla dopdolu hayatlar yaşadılar. Sevgili AH, Atiye’yi hiçbir nehir sürükleyemezdi. Onun yüküne bağlılığı, kaplumbağanın kabuğuyla tamamlanışı gibi mutlak bir kesinlik içeriyordu. Kendisi için incelikle hazırlanmış; sizin medeniyet diye adlandırdığınız, istenmeden alınan, hâlihazırda var olan mucizevi konağın içinde doğdu ve orada büyüdü. Ancak o medeniyet miadını doldurduğunda, konağın kapılarını açıp başka dünyalara gidemedi. Orada mucizeler bittiğinde, Atiye mucizelerden kıyıya köşeye sinen sırlarla yetindi. Bir gün konak tamamıyla yanıp kül olduğunda; temsil ettiği değerler de yanıp kül olacak, ancak O zümrüt-ü anka gibi küllerinden yeniden doğamayacaktı.
Behçet Bey ise onca talihsizliğine, şekilsiz ve zayıf görüntüsüne rağmen; görünenin değerli olduğu zamanlarda da var olabildi. Zamanın değerler dünyasının temsilcilerinden olan babası İsmail Molla, mademki onun siluetini devasa bir örümceğe benzetmişti; O örümceğin elbette hususiyetine uygun şekilde ördüğü bir ağı olacaktı. Behçet Bey bu ağ sayesinde hayatını idame ettirebildi. Yaşama tutunma metotları gösterişsiz ama etkiliydi. O, kurduğunuz çekirdek zamanın içinde geçmişe ve geleceğe ustalıkla gidip gelebilecek yetenekte biriydi.
AH hocam! Nuran’ı kızı Fatma, Atiye’yi ise görünenin değerli olduğu dünya sımsıkı prangalamıştı. Ne Mümtaz’ın ne de Behçet Beyin.-kişisel başarı ve yeteneklerine rağmen- ait olmadıkları/ait hissettirilmedikleri dünyada hüküm sürme becerileri vardı. Mümtaz sevdiği kadını o dünyaya kaptırdı. Behçet Bey ise, şekilsiz görüntüsüyle, şeklen ölçülenin değerli olduğu Atiye’nin dünyasında kaybedeceğini baştan anlamış, kendi küçük ağını örmüştü. Ne gariptir ki Atiye o ağın içinde kıymetli bir böcek gibi yaşamayı kabullendi ve orada ölümü, boğumu bekledi.
Hocam, biriktirmeden, iz bırakmadan; kök salmadan yaşamak huzurun tezahürü olabilir mi? Siz Nuran’ı, Atiye’yi, İhsan’ı kökleri ile sarıp sarmalayarak boğarken, bir yandan da kurtulup sizi, onları bağlayan köksalmışlıktan, uzaklara kaçmak, kaçırmak istemediniz mi? Paris’e kavuşma hayallerinizi kamçılayan, kavuşamadıkça giderek şiddetlenen isyanınızın körükleyen, eksilmek, eksildikçe çoğalmak, uzaklaşmak, uzaklaştıkça yakınlaşmak, yanmak, yandıkça yeniden alev almak arzusu değildiyse neydi?
Sevgili hocam, köklerimizin bizi salıvermeye gönüllü olmadığını bile bile uçma, uçup uzaklara, çok uzaklara gitme, değişip dönüşme arzumuz hiç dinmeyecek. Ya uçacağız ya da, kardeşinin mezar taşının başından ayrılamayan kızın, Pepuk kuşunun pişmanlığıyla, kayıp zamanımızın ardından, “Kim yaptı?” diye soracak ve “Ben yaptım” diye suçumuzu biteviye, her gece itiraf edeceğiz.
Oya Kaya
(*) Pepuk (Guguk) kuşu efsanesi, http://www.insanokur.org