Cem çalıştığı işyerinin kapısından çıktı. Kalabalığın arasından sıyrılarak gelen bir sesin kendisini karşılamakta olduğunu fark etti. Ona doğru dönüp baktığında bir ayağını öne atmış, ilerlemek üzereydi. Tanıdık birinin sesiydi sanki ama biraz uzakta olduğu için kime ait olduğunu anlamakta zorlanıyordu. Ya da Ses, ilgisiz davrananların oluşturduğu hareketli etten duvarı aşıp kulağına gelerek kime ait olduğunu anlatamıyordu bir türlü. Ayağını geriye çekip tüm bedenini onun geldiği yöne doğru çevirdi ama yine de ses engelleri aşarak buluşmak istediğinin sesine ulaşamıyordu. Megafondan kurtulup gelmekteydi sözcükler Cem’e doğru. Aleti elinde tutana doğru dikkatlice baktı. Tanıdık gelen bir giysi, bir önlük vardı üzerinde. Yanındakilerin de öyle. “Eylemciler” diye düşündü havada uçuşan diğer düşüncelere katılarak. Oraya doğru yürür gibi yaptı önce ama yorgun olduğunu düşünerek vaz geçti bundan. Sağından solundan geçen insanlar, alışık oldukları bir gürültüyü duyarcasına, nostaljik tramvayın ayırdığı yolun her iki yanından ilgisizce geçip gidiyorlardı. Bazıları sesi duymamak için kendilerini zorluyor ve başka bir sesle karşılık veriyorlardı. Bazıları da sessizliğin yakarışına sırtlarını dönerek rutinleriyle buluşuyorlardı kayıtsızca. Gülenler, somurtanlar, konuşanlar, öfkeliler hepsi anlaşmış gibi önünden geçip gidiyorlardı sesi çıkaranın, yanındakilerin ve sesi tanımaya çalışanın.
Sırtını dönüp binayı terk ederken aklından geçeni uygulamaya karar verdi Cem. Karşı sokağa geçip merdivenlerden aşağı inecek, otobüs durağına ulaşacaktı. Bu, onu diğer insanlarla aynı duruma getiriyordu. Şimdi o da, onlar gibi, sesin yanından geçip gitmesi için elinden geleni yapmalıydı. Ama içindeki ses giderek yükseliyor ve önünden geçtiği kafelerde oturanları, günün o saatine aldırmadan içkilerini yudumlayanları gördükçe fırtınaya dönüşüyordu. “Bir oy” isteme çağrısıdır diyerek iç sesinin hızlanan yükselişini azaltmaya çalıştı. Basamaklardan inip sola, durağa doğru döndüğünde yeniden karşıladı onu kaçmaya çalıştığı şey. Harfler, bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur gibi megafondan fırlayıp havaya karışıyorlardı. Sözcüklere dönüşüp Cem’e ulaşıyorlardı kaçmasına fırsat vermeden. Ona hınzırca gülüyor ve içindeki sesle buluşmayı engelleyemediğini bildiriyorlardı. Biraz daha yakınına gelmişti durağın. O yakınlık aynı zamanda kaçtığı uzaklığa da ulaştırmıştı onu. Durakta bekleyenlerden ikisi oturmuş, elleriyle kulaklarını kapatıp duymayı engellemeye çalışır gibiydiler, bütün dünyanın duyduğunu. Ağızlarını sonuna kadar açmış, daha önce içlerine giren sözcüklerin dışarı boşalmasını istiyorlardı vicdanlarına dokunmadan önce. Ya da Cem öyle düşünmek istiyordu. Gözü daha iyi görüyordu şimdi önlükleri ve önlükte yazılanın anlattığı öyküyü. Durakta bekleşen diğerleri, tıpkı işyerini terk ettiğinde gördüğü önünden geçip giden insanlar gibi duvarlarını yükseltmiş ve kulaklarını sağırlaştırmışlardı. Tek fark duraktakilerin hareketsiz, diğerlerinin ise hareketli olmasıydı. Bekledikleri otobüsün gelmekte olduğunu görmek için sesin geldiği yöne doğru bakmak zorundaydılar. Ama çabalarını takdir etmek lazımdı gerçekten. Bakışlarını, orada bulunan yaklaşık sekiz önlüklünün üzerinden sıçratmayı başarabiliyorlardı. İyi bir beceriydi bu. “Kim bilir ne kadar zorlanıyorlardır?” diye düşündü basamaklardan inerek durağın ucuna sonra da içine yerleşen adam. Huzursuzluğu artmıştı yakınlaşınca sese.
Küçük dev grubu ve önlüklerindeki yazıları daha net görüyordu şimdi. Evet yanılmadı gözleri. Önlükteki hikaye uzun bir yazıydı aslında. Yüzbinlerce harfin yan yana gelmesiyle oluşmuş binlerce cümleydi. Belki de tek bir sözcüktü. Daha yakından okumalıydı yazılanları. Kimi doktor, kimi öğretmen kimi başka bir kamu görevlisiydi. Yıllardır bıkmadan, usanmadan söylenen, haykırılan sözlerin şimdiki sahipleri. Kadındı, erkekti, herkes gibi insandılar. Cem, kimisiyle bu alanda durmuş ve nereye gittiğini bilmedikleri sesleri birlikte haykırmıştı. Diğer yürüyen, bekleyen, kaçan, kovalayan, korkan, cesur insanlar gibiydiler. Sevgiliydiler, aşkları vardı, çocukları, eşleri, içinde yüzdükleri hayatları ve hayalleri vardı. İşlerini geri istiyorlardı, haksızca ellerinden alınan. Sınıflarında demokrasiyi anlatmış ve öğrencilerini o coşkuyla eğitmişlerdi. Ama umutlarla eğittiklerinin büyük bir bölümü ellerinde coplarıyla o insansı yaşama karşıydı şimdi ve belki evine yapılan gece baskınında yer almaktan çekinmemişti bazıları. Ne ironi ama!
Eylemcilere doğru yaklaşmaya karar verdi. “Merhaba” deyip ellerini sıktı tek tek içindeki korkuyu yenerek. Oturdu, kısa süre sonra kalkıp gideceğini planlayarak. Evet tanıyordu birkaçını. “Nasılsın?” “İyiyim. Teşekkürler. İşimizi geri almak için uğraşıyoruz işte. Herkes onlara bir şey bulaştıracak bir yaratıkmışız gibi bakıyor bize. Uzak duruyorlar, seslerimizi duymamak için kulaklarını evde bırakıyorlar sanki.” Ne diyeceğini bilemedi Cem. Sesini ***onların sesiyle buluşturmaya gelmişti oysa. İçindeki ses dinmişti şimdi. Biraz rahatlamış, hatta neşelenmişti. “Çocuklar nasıl?” diye sordu. İlk aklına geleni söylemişti. Zaten konuşmakta zorlanırdı genellikle. Hele bu gibi durumlarda. “Çocuklar nasıl?” diye tekrarladı duymadığını, sesinin ona ulaşmadığını düşünerek. “İyiler. Sağol.” Başını öne eğdi. Aslında hiç böyle yapmazdı. Başını hiç eğmezdi. “Yaa, biliyor musun? Polisin baskınından sonra konuşma zorluğu yaşamaya başladılar. Çişlerini tutmakta zorlanıyorlar şimdi. En çok onlara üzülüyorum. Bir de yalnızca seslerini değil, gözlerini de bizden kaçıranları anlamakta zorlanıyorum. Sanki bakışlarımız buluşursa suçlu duruma düşeceklermiş gibi bir halleri var.”
Polis gündüz saatlerini bir kenara bırakıp robot gibi giyinmiş, ellerinde otomatik silahlarıyla gecenin bir yarısında kapıyı kırarak dalmıştı ta yatak odalarına, hem eşiyle kendisinin hem de çocukların. İnsan olduklarını anlatan etleri, giysilerinin ardında gizli kalmıştı. Yüzlerini saklamanın utançlarını gizlemelerine yardımcı olduğunu sanıyorlardı sanki. Oysa hala devlet memuruydu yani adresi belliydi. Şimdi çocuklar seslerini yitirmiş gibiydiler. Oysa seslerini hep duyursunlar istiyordu babaları. Ama o gece havada uçuşan sözlere kulaklarını kapamalarını istemişti. Kulaklarını kapatmışlardı, seslerin kötü seslerin beyinlerine doluşmasına izin vermemeye çalışmışlardı. İçlerinde kalanları şimdi çıkarmakta zorlanıyorlardı. Onlar için daha çok çıkarıyordu sesini. Babanın sesi büyümüş ve bir çığlığa dönüşerek girmişti kulaklarına, Cem’in. Az önce yaşadığı utanç daha da büyümüştü şimdi. “Ya senin çocuğun nasıl?” diye diğer tanıdığına sordu. Tek çocukları olduğunu biliyordu. En son karşılaştıklarında metrodaydılar ve büyük bir heyecanla çocuğunun konservatuvarı kazandığını ve piyanist olma yolunda önemli bir adım attığını gururla söylemişti. Sesi hiç de gür çıkmaz, hep sakin ve içine konuşur gibi konuşurdu oysa. Öğrencileri ona da ihanet etmişti tüm umutlarını yıkarcasına. “Ne hayat!” diye düşündü, Cem. Her şeyin yolunda gittiğini sandığın bir anda tepetaklak olan araç gibi yuvarlanmıştı.
Şimdi sesin yanındaydı ve daha net duyabiliyordu. İçinin fırtınası diner gibi olmuştu Cem’in. Ama kendisiyle mücadelesi başlamıştı yeniden. Nasıl kalkacaktı? Onları nasıl terk edecekti? Ne söylemesi gerekiyordu? Hazırlıksızdı yine. Önce kendisine sıraladı bahaneleri. İç sesiyle konuşmaya dalmış, atışmaya hatta birbirlerine kızmaya bile başlamışlardı. Konuşmayı beceren, özellikle iyi konuşmayı beceren insanları düşündü. Nerede gizliyorlar arka arkaya sıraladıkları cümleleri? Belki de geçmiş yaşamları, cümlelerini daha sonra kullanabilmek için çekip çıkaracakları farklı bir bellek sağlamıştı onlara kendisinde olmayan. Neden yoktu kendisinde? Kim engellemişti ya da diğerlerine kim vermişti güzel cümleleri saklayabilme becerisini? “Çocukluğuna inmek lazım” beylik lafından hiç hoşlanmazdı Cem. Bu nedenle kendisine bu sözü söyletecek beynindeki kıvrımı kapattı hemen. Sevindi. Ondan önce davranmış, kendi sesinin önüne geçebilmişti. Şimdi sırası değildi ve akıllı durmalıydı iç sesi.
Az sonra otobüse binecek ve onları geride bırakacaktı. Biraz rahatlama hissetmiş, huzursuzluğunu dindirir gibi olmuştu doğrusu. Otobüsün basamaklarını çıkarken tökezledi. Bu onu kendine getirir gibi oldu. Çarptığı kişiden özür diledi, diğeri de gayet anlayışlı bir şekilde karşılık verdi. “Ne kadar anlayışlıyız! Sahi neyi anlıyoruz? Anlamamızı ne ile sınırlıyoruz?” diye geçirdi aklından ve oturdu boş koltuğa. Otobüsün bir an önce hareket etmesini istiyordu. Onu sesten uzaklaştıracaktı. Az önce yakınlaştığı uzaklık, artık uzaklaşan yakınlığa dönüşecekti.
Hamit Ergüven
Reblogged this on Hamit'in blogu.
BeğenBeğen