“Çıkrıklar sustu, bir cenaze gibi tezgahların üstüne beyaz örtüler çekildi.” (1)

1870’li yılların sonu, Anadolu’da, Kastamonu vilayetinin Bolu mutasarrıflığına bağlı Gerede nahiyesinin bir Alevi köyü; Adaköy… Köylünün tahsildardan ve jandarmadan deli gibi korktuğu, Yemen’e gidip de dönmeyen evlatlarının acısını dua ederek avuttuğu, asker kaçaklarının eşkıya olup dağları tuttuğu yıllar bu yıllar. Çıkrıklar Durunca, sırt sırta vermiş, öbek öbek sıralanmış zift yığınları gibi evleriyle Adaköy’ün hikayesini anlatır bize. Kapkara gözleriyle Hazreti Ali’den haberler getiren Dudu’yu; sert bakışlı, erkek tavırlı, dişi mi dişi Esma’yı; sağduyulu, görmüş geçirmiş, kalbi sevda odununda pişmiş Hasan’ı; her devrin kötü adamı, tüccar, bezirgan Sıddıkzade’yi anlatır. Bir halkın isyanını, bir ruhun şahlanışını anlatır. Yazın güneşin altında, kışın karın içinde uyur gibi yüzyıllardır değişmeden süren bir hayatın nasıl yerle bir olduğunu anlatır. Bir kıvılcımın nasıl bir yangına döndüğünü, her şeyi sarsan bir ayaklanışın insanın içindeki iyilik ve kötülüğü nasıl ortaya çıkardığını, öte dünyaya bu kadar aşık insanların bu dünyadaki iktidar ve güçle nasıl sarhoş olduğunu anlatır.

İlk Sosyalist Roman

Sadri Ertem’in 1929 yılında tefrika edilen, 1930 yılında kitap olarak yayınlanan Çıkrıklar Durunca isimli romanı, edebiyatçılar tarafından “ilk sosyalist roman” veya “toplumcu gerçekçi bakış açısı ile yazılmış ilk roman” olarak nitelenir. Çıkrıklar Durunca;

Osmanlı idaresi altında tipik bir köy olan Adaköy’den yola çıkarak, Anadolu’daki dokuma tezgahlarının ucuz İngiliz kumaşı karşısında nasıl bir bir kapandığını, tüccara tiftiğini satamayan köylünün yıkımını, bu arada merkezi idarenin kaymakamıyla, jandarmasıyla, müftüsüyle nasıl tüccardan yana tavır aldığını, köylünün Hz. Ali dergahı etrafında isyanını ele alır.

1898 doğumlu olan Sadri Ertem, Osmanlı’nın savaşlarla ve iç karışıklıklarla yorulduğu, küçülmeye başladığı bir dönemde yaşamıştır. Bir imparatorluğun çöküşüne, yeni bir Cumhuriyet’in kuruluşuna tanıklık eden Ertem, sosyalist düşünceyi benimsemiş bir yazardır. Sanatın toplumsal bir ürün olduğu görüşünü savunan Ertem; “Sanat ve Sosyal Mesele” adlı yazısında “Sanat balık gibidir, toplumsal suyun içinde yaşar, toplumsal olmayan ne bir düşünce, ne bir dize vardır,” der. (2)

Sadri Ertem, yazara bir işlev de yükler; yazar sadece toplumun geniş kesimlerini eserlerinde yansıtmakla kalmamalı, sanatıyla topluma yön vermeli, toplumsal davanın bayraktarlığını da yapmalıdır. ‘Fertçi’ sanat ve ‘toplumcu’ sanat, sanatın işlevi gibi konularda pek çok yazı kaleme almış olan Ertem, Türkiye’nin de dünyanın da bir dönüşümün eşiğinde olduğunu, sanatın buna hizmet etmesi gerektiğini savunur. 1939 yılında basılan Fikir ve Sanat adlı kitabında şu görüşe yer verir: “Eski ile yeninin, yani daha doğru tabirle bir cemiyetin tasfiye edilip karakterini değiştirmeye hazırlandığı ve bunu fiil haline koyduğu zamanlarda muharririn misyonu tasfiye edilmiş cemiyetin yerine yeni insanın ruhunu halk etmektir.” (3)

Çıkrıklar Durunca, yayınlandığı yıl itibariyle Osmanlı’ya tuttuğu ayna ile de önemlidir. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde yayınlanan romanlar İmparatorluk ve Cumhuriyet salınımında yaşamış bir kuşağın kendi toprağına, toplumsal, sosyal yaşamdaki değişime bakış açısını izlemek açısından çok ilginç veriler sunar bize. 1919 yılında yayınlanan Refik Halid Karay’ın Memleket Hikayeleri kuş uçmaz, kervan geçmez Anadolu’nun ıssızlığındaki sosyal yaşamı, 1927 yılında yayınlanan Mahmut Yesari’nin Çulluk adlı romanı Cibali Tütün Fabrikası’ndaki işçilerin ilişkilerini çok renkli, gerçekçi, hayatın içinden resmeder. Çıkrıklar Durunca ise merceği Osmanlı’ya çevirir ve Osmanlı’nın toplumsal, ekonomik düzeninin güçlü bir eleştirisini yapar. Daha da fazlası vardır Çıkrıklar Durunca’da. Roman; Alevi inancı, kadın evliyaların gücü, dönemin toplumsal-ekonomik ilişkileri, Osmanlı’da köylerde, kasabalarda sosyal yaşam, ikiyüzlü ahlak anlayışı, iktidar ve güç tutkusu gibi pek çok açıdan okunabilir, araştırma konusu olabilir.

Bu dönemin romanlarında sıkça karşımıza çıkan kurgu ve olay örgüsü zayıflıklarından Çıkrıklar Durunca da nasibini almıştır. Olaylar yer yer çok hızlı gelişir ve inandırıcılıktan uzaklaşır, devam eden bazı bölümler arasındaki bağ zayıftır ama öte yandan Cumhuriyet romanında belki de ilk kez bir ağa, zengin bir eşraf, din bezirganı bir hoca, asker kaçağı bir eşkıya, bir köylü onu biçimlendiren toplumsal, ekonomik koşulların bir ürünü olarak ete kemiğe bürünmüş, gerçek birer roman kahramanı olarak karşımıza çıkmıştır.

Bu romandan daha erken bir tarihte, 1885 yılında yayınlanan Emile Zola’nın ünlü eseri Germinal, aslında Çıkrıklar Durunca’nın Anadolu’yu anlattığı yılların Fransa’sında, bir madenci kasabasında geçer. İki romanı karşılaştırmalı edebiyat kapsamında birlikte ele almak başka bir yazının konusu olmakla birlikte, Çıkrıklar Durunca’nın dürüst, namuslu, ilerici köylüsü Hasan ile Germinal’in sağduyulu, dürüst işçi tipi Maheu’nün; yine Çıkrıklar Durunca’da ayaklanmanın başını çeken Alevi Peygamber Esma ile Germinal’de maden işçilerine liderlik eden sosyalist düşünceye sahip Etienne’in güç ve iktidarla tanışmalarının ilginç benzerlikler taşıdığını söylemekle yetinelim.

Ankara Keçisinin Gücü

Romana adına veren ‘çıkrık’, pek çok yazara göre Osmanlı’nın kapalı ekonomisini simgeler. Çıkrıkların durması ise, bir dönemin kapanmasını, sona doğru gidişin ilk ayak seslerini ifade eder. Çıkrıklar Durunca bir anlamda Osmanlı’nın çöküşünü anlatır.

Roman 1870’li yılların sonunda geçse de, aslında çıkrıkların durmasına neden olan olaylar 1838 yılında başlar. Anadolu’nun yerli ırkı olan Ankara keçisi, 1838 yılında padişah fermanıyla İngiltere’ye hediye edilir. Osmanlı’nın kıymetini bilmediği bu değerli hayvanı İngilizler, iklim olarak Anadolu’ya daha yakın olan Güney Afrika’da besler, büyütür, çoğaltır. Sadri Ertem Anadolu’da dokuma tezgahlarının çöküşünü bu noktadan başlatır; romanda İngiliz Stayvers; kendisine hediye edilen keçileri Güney Afrika’daki çiftliğinde üreterek sekiz bin başa yakın bir sürüye ulaşır.

1838 yılı, aynı zamanda Osmanlı’nın ilk serbest ticaret anlaşmasını dönemin güneş batmayan imparatorluğu İngiltere ile imzaladığı yıldır. Osmanlı zaten ekonomik olarak dışa göbekten bağlıdır, bu anlaşma, çözülüşü daha da hızlandırır, geleneksel Osmanlı zanaatlarının yıkımına yol açar. En büyük yıkım ise dokuma sektöründe olur. Güney Afrika’da yetiştirilen Ankara keçisinin yünleri, 40-50 yıl sonra ucuz İngiliz kumaşı olarak İstanbul’daki dokuma tüccarlarının depolarını doldurur. Yabancı kumaşlara %3 vergi ödenirken, yerli kumaşların vergi oranı %24’tür. Osmanlı’nın geleneksel el çıkrıkları birer birer yok olur, daha hallice dokuma fabrikaları kapanır. 1850’lerde İzmir’deki 18 dokuma fabrikasının 16’sı kapanır örneğin. Bursa pamuklu dokuma sanayinde 400 olan tezgah sayısı kısa sürede 30’a iner. (4)

Adaköy’ün Çıkrıkları…

Anadolu’nun tipik bir dokumacı köyü olan Adaköy’de tek geçim kaynağı hayvancılıktır. Hayvanlardan elde edilen yünün bir kısmı tüccara satılmakta, bir kısmı da evlerdeki çıkrıklarda dokuma olarak işlenmektedir.

Bir Alevi köyüdür Adaköy. Romanın ilk sayfalarında, köyün eserekli, gaipten haberler veren kadını Dudu her zamanki krizlerinden birini geçirir ama bu sefer kendine geldiğinde etrafında toplananlara “Hz.Ali”nin mezarının kendi evinde olduğunu muştular, ev yıkılmalı, türbe yapılmalıdır. Köyün sözü geçen bir diğer kadını Esma’yı tanırız yine ilk sayfalarda; bu yosma erkeğimsi kadın, “Sen erdin,” der Dudu’ya, “Sen Hak peygamberisin, dediklerin gerçektir, artık vergi verilmeyecek. Yemene gidenler geri gelecek.” (5)

O günden sonra kadınların ikisi de “peygamber” diye anılır, köydeki türbe dolup dolup boşalmaya başlar, yüzyılların ıssızlığında mucizelerden başka güvenecek nesi vardır ki köylünün.

Kasabanın tüccarı Sıddıkzade güçlü, zengin bir adamdır, değirmensiz, şatosuz bir derebeyi gibidir.

“Sıddıkzade köyün en zengini ve hükümet memurları üzerinde en nüfuslu adamı idi. Vilayet meclisinde aza, belediye heyetinde aza, Ticaret odasında aza, müftünün ahbabı, kaymakamın dostu, kadıyla içtiği su ayrı gitmezdi. Nüfus memuru, tapu memuru, sanki onun kapısında birer tanrı misafiri, zaptiye ağası onun yaveri idi.” (6)

Bir gün bir mektup gelir Sıddıkzade’ye, İstanbul’daki tüccar artık Anadolu’dan yün almamaya karar vermiştir, yabancı dokuma çok daha ucuzdur. Sıddıkzade artık tiftik almayacağını duyurunca Adaköy’ün yıllardır süren düzeni bozulur. Sıddıkzade ucuz, yabancı kumaştan top top sipariş etmiştir bile. Kara kara düşünmeye başlar Adaköylü, yalnızdır, güçsüzdür, düzen güçlüden yana kurulmuştur.

Hasan, yıllar önce köyünden çıkıp İstanbul’a, Şam’a, Halep’e kadar gitmiş, sevdiği kadının hasretine dayanamayarak geri dönmüştür. Uyanıktır, sağduyuludur. Madem Sıddıkzade almıyor, yünümüzü biz satalım der; yanına üç köylü daha alıp İstanbul yollarına düşer. Burada tanıştıkları Dokumacılar Loncası Reisi onlara; “Her yerde böyle” der. Her yerde çıkrıklar durmakta, tezgahlar birer birer kapanmakta, tezgahını yakan köylü şehirlere göçmektedir. “Proleterleşme, kolera ve veba gibi salgın halini almıştır.” (7) İstanbul’dan bir hayır çıkmaz.

Adaköylü evini barkını terk etmez, dergahta toplanır, bir hal çaresi arar. Ama köylünün insan başlı büyük bir ejdere benzettiği Sıddıkzade de boş durmaz, alacaklarına karşılık köylünün elindeki tiftiklere haciz koydurur. Ama Adaköy herhangi bir Alevi köyü değildir artık. Dudu, bir süngü gibi batan koyu siyah gözleriyle düşünür, düşünür, sonra konuşur; çıkrıklar çalışacak, tezgahlar işleyecek, kimse fabrika kumaşı giymeyecektir, “Ali” böyle söylemiştir, tezgahını işlemeyen Yezit’ten beter olacaktır.

“Ali emretti… Hiçbir tezgah boş kalmayacak, işleyecek ve kimse fabrika kumaşı giymeyecek, tekkeye mavi don beyaz gömlekle gelinecek.” (8)

Ucuz yabancı dokumaya karşı, çıkrıkların dokuduğu yerli kumaşı üretme hareketi, civar Alevi köylere, hatta Orta Anadolu’ya doğru yayılır. Herkes, hatta Sünni köyler, kasabalar bile kapılır bu heyecana, tezgahlar mal yetiştirememeye başlar. Bir taraftan da örgütlenir Adaköylü, “Dörtler Meclisi” vardır, bir de Adaköy namına hareket eden “Hızırlar Heyeti” oluşur.

Tezgahlar son hız çalışmaya, neredeyse mal yetiştirememeye başlayınca karşı cephenin saldırısı da gecikmez. Vali Paşa dokumacıları iş işlemekten men eder ve tezgahlar jandarma kuvvetiyle kapatılır. Sünni eşraf, din adamı örgütlenir bu sefer, “Alevi tayfası gibi zındıkların katli vaciptir,” (9) buyrulur.

Adaköylüler silahlanırlar, dağdaki asker kaçakları, eşkıyalar, eli silah tutanlar Zülfikar ordusunu oluşturur.

“Tahsildar, jandarma ve Yemen korkusu önünde aynı ruhtan doğan eşkıya ve peygamber birbirlerini hiç de yabancı bulmadılar.” (10)

Bolu hapishanesinden 400 mahkûm ayın yüzeyinde zülfikarın göründüğü bir gece “Ya Ali,” diyerek kaçıverirler, soluğu da dergahta alırlar. Bu olay çevrede Adaköy’ün namını daha da büyütür ama kentin ileri gelenlerini de bir o kadar ürkütür. Dergahın silahlı adamları Sıddıkzade’ye gelen yabancı kumaş ile dolu arabaları bozguna uğratır, malları telef ederler. Yetmez; tüm köylerden yabancı kumaşlar toplanır, dergahın önünde dini bir tören edasıyla ateşe verilir. Bu bardağı taşıran son damla olur. Artık karşılarında Osmanlı Devleti vardır.

“… haşa peygamberlik davasına çıkan karıların yaptıkları artık haddi aştı, nerede bir Müslüman görseler demini helal biliyorlar, malını zapt ediyorlar.” (11)

Esma ve Dudu

Çıkrıklar Durunca’nın iki güçlü kadın karakteri mitolojik birer kahraman gibidir. Transa geçerek Hz. Ali’den haberler veren Dudu öbür dünyaya aittir sanki, vicdanlıdır, dünya nimeti umurunda değildir, sadece “Ali”nin hizmetindedir. Esma ise buralıdır; şehvetlidir, kötüdür, erkek bedeninde bir kadın gibi resmedilir, gözünü iktidar hırsı bürümüştür.

Anadolu’nun kadim kültürlerindeki ermiş kadınlara Dudu daha yakındır, Esma ise ermişliğe uzak ama daha gerçektir. Sadri Ertem bu iki kadın karakteri muhtemelen Adatepeli iki kadın evliya olan Esma Bacı ve Dudu Kadın’dan almıştır. İkisi ile ilgili söylenceler romandaki olaylara da çok benzemektedir. 1871 yılında Bolu yakınlarındaki Adatepe Köyü’nde “Frenk kumaşları haram” diyerek büyük bir isyan başlatan iki kadın Osmanlı’ya aylarca kafa tutmuş, direnmiş ama sonuçta İstanbul’a götürülerek idam edilmişlerdir. (12)

Ve Çıkrıklar Durur…

Zülfikar ordusunun Adaköy’den Bolu ve Mengen’e doğru yola çıkması bir kırılma noktasıdır. Dudu ikirciklidir, hak için öldürülenler rüyalarına girmeye başlar; “Ben katil değilim, Ali emretti, ben yaptım” der durur Dudu. Esma ise hükmetmek, hükümdar olmak arzusundadır. Dudu’yu odasına kapatır. Gerisi, önce giderek kolayca bir fetih ve sonra tahmin edilen nedenlerle bir yok oluştur. Devrek’i fethederler, sırada Mengen vardır, oraya da girerler. Ama Osmanlı güçlüdür, askeri boldur. Esma güçten sarhoş olmuş, kendi adamlarının, aşıklarının canını almaya başlamıştır. Ordunun başındaki Pazvantoğlu’nu, “ya sıra bize gelirse” korkusu sarar. Mengen’in etrafındaki dağ taş Osmanlı askeri ile doludur, bir tarafta Esma ile Dudu, diğer tarafta üzerine dağ gibi asker gönderen devlet vardır. Teslim olur Pazvantoğlu. Bozgun ve dağılma başlar.

Yenilirler ama Sıddıkzade’yi de öldürürler. Yenilirler ama bir avuç köylü ile Esma, Dudu ve Hasan, dergahı kanlarının son damlasına kadar savunurlar. Yenilirler ve çıkrıklar durur; ağaların, tüccarların düzeni sürer, devran döner.

Yasemin Öztürk Çamur

(1) Çıkrıklar Durunca, Sadri Ertem, s.100
(2) Kaybolan Adam (Adnan Özyalçıner, Önsöz), Sadri Ertem, Evrensel Basım Yayın, İst, 2015
(3) Cumhuriyet Dönemi (1923-40) Türk Edebiyatında Toplumcu Gerçekci Edebiyat Tartışmaları, Prof. Dr. Murat Kacıroğlu, ETÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Temmuz 2016
(4) Sermaye Birikirken Osmanlı, Türkiye, Oya Köymen, Dünya, Yordam Kitap, İst., 2007
(5) Çıkrıklar Durunca, Sadri Ertem, s.13
(6) A.g.e. s.50
(7) A.g.e. s.87
(8) A.g.e. s.96
(9) A.g.e. s.97
(10) A.g.e. s.97
(11) A.g.e. s.126
(12) (https://www.kulturportali.gov.tr ve http://eski.bolgehaber67.net