Size mektup yazmayı her zaman istemiş, gelgelelim bir türlü cesaret edemediği için bunu sürekli ertelemiş bir okurunuzum.
Zira mektup, bir edebiyat türü olarak hâlâ varlığını korusa bile haberleşme açısından tedavülden kalkmış bulunmaktadır. Şaşırabilirsiniz ama internet dünyasında yaşıyoruz ve Posta İdaresi sembolik varlığını sürdürse de artık işlevsel olmaktan uzak. Hâl böyle olunca kâğıt, kalem ve daktilolar yalnızca müzelerde yer alıyor.
Hızlı haberleşme ortamında iletilerin varış süreleri, sizin tutkunu olduğunuz Bergson’un “Süre” dediğini kat kat kısaltarak “An” a gelip dayandırmış gibi görünüyor. Bu dediğimi sakın malumatfuruşluk olarak telakki etmeyin. Güzel ve tatminkâr bir cevabınız olacağından eminim. Lakin artık yazıyı klavyede ekrana yansıtıp, göndereceğiniz adrese bir tuş dokunuşu ile ulaştırabiliyorsunuz. Kolaylık ve süre anlamında söylüyorum sadece. ”Yazacak şeyi olana bir kalem bir kâğıt, hatta bir kahvede otururken önündeki peçete bile yeterlidir“ dediğinizi duyar gibiyim.
Keşke yaşasaydınız ve bugünleri görseydiniz. Ben onun çaresizliğindeyim. Bu durumu iyi ve kötü yanlarıyla yorumlar, eleştiriler getirir, farklı bir pencereden bakmamı sağlardınız belki. Neyse, yazmamın nedenini lafı fazla uzatıp değerli vaktinizi almadan açıklamak istiyorum:
“YAŞADIĞIM GİBİ” adlı, kitaplaştırılmış makalelerinizi okuyordum geçenlerde. ÜÇ ŞEHİR başlığı altına toplanmış bölümde 23 Eylül 1946’da Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanmış İSTANBUL’UN İMARI adlı yazınız en çok dikkatimi çeken bölüm oldu. Eh! İnsanoğlu bencildir; doğup büyüdüğüm, üç kuşak akrabaların anılarını masal-mesel terbiyesiyle dinleyerek, üstüne cila gibi sabitleştirilmiş eserlerinizde aynen hissettiğim ve taraftar olduğum zaman telakkinizin aidiyet bağlarıyla büyüdüğüm şehrimde yani İstanbul’da, değişen çok şeyin olduğunu fakat “özünde” eleştirilerinizin değişmeden devam ettiğini anladım. Bir çöküş yaşadım desem yeridir. Değişimin daima olumludan yana olacağı şeklindeki hayat görüşümü terk edip değişimin denen sürecin kimin elinde olduğunu ve neye hizmet edeceğini düşünmeye başladım. Bu beni ilk kez korku ile yüzleştirdi.
Şimdi korkuyorum. Bazı geceler kâbuslarla uyanıyorum. Kara tüllere bürünmüş yaratıkların odama girip boğazıma sarıldığını, kulağıma “Git buradan” diye fısıldadığını duyuyorum. Kim bunlar? Bilmiyorum.
Mektubumun sebebi budur.
1946’da Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan makalenize dönelim. Önce, otuz yıldır Kuruçeşme’de yaşayan biri olarak size müjde vermek isterim; artık o çok çirkin bulduğunuz kömür depolarından eser yok, rahat olun. Ortaköy’den Bebek’e kadar olan kömür depolarının şehrin estetiğine ve Boğaziçi’nin güzelliğine yaptığı yıkıcı etki, bir rüküşlük, bir mezbelelik hâlinde değil. Gayet modern, trafik düzenlemesi yapılmış bir cadde var şimdi… Zonguldak’tan kömür falan da gelmiyor artık; hava kirliliği yaratan fosil enerji, yerini hidroelektrik santrallerine bırakınca ilgi odağı başka yerlere kaydı. Sosyete kafeleri, restoranlar, marketler, alışveriş merkezleri gibi 21. yy ucubeleri kömürden kalan yerlere yerleşti. Ortalık temizlendi(!) Evde pencereyi açınca kömür kokusu yerine sahil lokantalarından yükselen yanık et ve rakı kokusu geliyor.
Makalenizin sonlarına doğru kelimesi kelimesine bu şekilde olmasa da “İstanbul’u bu pislikten, rüküşlükten kurtarmak” lazım geldiğini söylüyorsunuz. İnanır mısınız, son yirmi yılda hızla değişen Kuruçeşme’yi İstanbul’un diğer semtlerinden ayrı olarak değerlendirmek yanlış olur ama ben bildiğim yaşadığım yeri size aktarayım.
“Kömür Adası” dediğiniz o kayalık oluşumun eskiden bir adı var mıydı bilmiyorum ama internetiniz olsaydı size Kuruçeşme’nin ve Kömür Adası olarak adlandırdığınız (Belki de en doğru niteleme) kayalık oluşumun yeryüzüne Kuruçeşme açıklarında çıktığı yerin 19.yy’daki görüntüsü ile birlikte kıyıdaki sultan saraylarının da fotoğrafını yollamak isterdim. Kim çektiyse elleri dert görmesin.
Adayı Galatasaray camiası 20. yy başında, devletten uzun süreli kiralayıp spor tesisi yaptı. Sadece üyelerin yüzdüğü bir tesis olarak yakın zamanlara kadar geldi. Biz Kuruçeşmeliler olarak Galatasaray Lisesi mezunu ve Galatasaray Futbol Kulübü üyesi olmadığımız için sahildeki kayalıklardan denize giriyorduk. Adaya alınmıyorduk. Olsun; Bebek, Arnavutköy, her yerden denize atlayabiliyorduk. Ayrıca adanın kayalarına tutunarak dinlenmemize ses çıkarılmıyordu. Güzel günlerdi yine de…
Sonra ada özel bir işletmeciye kiralandı ve birkaç yıl içinde dünya sosyetesinin yeme içme sektörünün odağı oldu. Bizler, çaresiz semt sakinleri yaz akşamları evde ses kirliliğinden duramaz olduk. Bir yandan detone sesli pop şarkıcıların kabus gibi çöken bağırtıları, diğer yandan rüzgârın getirdiği yanık kebap kokuları yamaç boyunca basamak basamak yerleştirilmiş evlerimizin pencerelerinden adeta ruh emici hayaletler gibi saldırdı. Sadece bu olsa neyse üstadım, isterdim ki ruhunuzu beyaz bir buluta sarmalayıp sırtıma alabileyim, boğazın girişinden ta çıkışına kadar uçalım ve siz 1946’da gördüklerinizden elbette farklı bir şehir bulduğunuzu söyleseniz bile mutlu olmadığınızı gözlerinizden hissedeyim.
Mutlu değilim.
Sizin o güzel kelimenizle söylemeye çalışayım; vehm içindeyim.
İstanbul elimden kayıyor.
Birileri onu bizden sonsuza dek koparmaya çalışıyor. Koparırken bütün varoluşumuzun nesnesi olan zaman-mekân bağlantısını yerle bir eden alaycı gülümsemesini, gözümün içine küstahça sokmaktan utanmıyor.
Sonsuz saygılar…
Edebiyat emekçiniz
Gönül Jilani