Sayın üstadım,
Uzun zamandır yapacağım mektup-î ziyaretimin nedenlerini düşünüyorum. Ne gereği var şimdi vereceğim rahatsızlığın? Yetmezmiş gibi siz de kendinizi benim yüzümden sıkıntıya sokacaksınız.
Size bilmediğiniz neyi söyleyebilirdim? Bedenine sığmayan bir ruhun (şimdi tamamen özgürdür) benim söyleyebileceğim neye ihtiyacı olabilirdi ki? Size ruhumdan mı, bilinçaltımdan mı, onların oluşturduğu rüyalardan mı bahsetmeliydim? Yoksa beynimin kıvrımlarındaki kurgularda mı kaybolmalıydım? Yok, ben ancak derin uykunuzda soluk veren tatlı bir esinti olmaya cüret edebilirdim.
Ancak çok yanılmışım. Bunları düşünürken sadece ayda bir kez birikmiş faturalarımı almak için uğradığım posta kutusunda, muntazam bir el yazısıyla yazılmış bir zarfa rastladım. Şaşkınlığımı ve tedirginliğimi mazur görün, nerdeyse yıllardır mektup almıyordum. Faturalarda olduğu gibi sadece para vermekle kurtulamayacağımı anladığım, benliğimden ya da ruhumdan bir parça istediği belli olan tehditkâr bir havası vardı.
Size yaşadığım sıkıntıyı anlatabilmek için mektuptan olduğu gibi bahsetmem gerek.
Şöyle başlıyor;
“Merhaba,
Beni tanıyorsunuz; sizi bir okuma atölyesinde dalgın dalgın otururken fark ettim. Uzun zamandır Ahmet Hamdi Tanpınar’dan bahsediyordunuz, ama bu hafta konunuz tamamıyla bendim. Sesimi kaybettiğim için kendimden bahsedilirken sadece dinlemek ne zordu! Ben Behçet! Lütfen ürkmeyin… Cüretimi mazur görün, yaratıcımın bana yazdığı mektubu okurken birkaç kere “İnsan kendi karakterine bunu yapar mı?” diye söylendiğinizi duydum. Yıllardır ismimin konuşulduğu her yerde olmak ama sadece yaratıcımın beni defalarca yok etmekteki amacının ne olduğunun anlamaya çalışmak ne korkunç bir histir, anlatamam. Hem de İsmail Molla gibi bir babaya karşı bile kendini ispatlamış bir çocukken… Yaratıcıma bunu anlatmaya çalıştığımda da benim zaman dışı bir gölge olduğumu, olayların seyrini değiştirme gücü ve kudretinin sadece kendinde olduğunu, varlığımın gölgesinin bile bir roman sayfasına uzanacak gücü olmadığını ilân etti. Mahur Beste’nin titreşen her nağmesi gibi sonsuz bir zamanda, okunan her kitabın son sayfasında var olmadığım sayısız kez yüzüme vuruldu. Eğer gerçekten yoksam bile bu dünyada bir iz bıraktıktan sonra yok olmak istiyorum. Mademki benim durumuma çok üzüldünüz…”
Benden sizin, yani Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendisine biçtiği kaderi değiştirmemi istiyordu. Çaresizlik hissi kalbimi bir kıskaç gibi sıkıştırmıştı, devamını okuyamadım. Mektubu bırakıp ayağa kalktım. O an devam edecek güçte değildim.
Pencereyi açıp daha zamanı gelmeyen bahar havasını kokladım. Ah! Merak işte… Ne istiyordu benden? Kaderinden kaçmaya çalışan bir koyun gibi oyalanıp durdum.
“Ben Nuran’ın Mümtaz’a âşık olduğu gibi Atiye’nin de bana âşık olmasını istiyorum.”
Bunu son derece basit bir şey ister gibi istemişti benden. Aslında çok da basitti. Tek korkum önyargıları kırmanın zorluğuydu çünkü kireç kıvamındaki bu katmanlar dokunulmadıkça bir elmas gibi sertleşiyordu.
Ona durumumu anlatabilmek için mektup yazmaya karar verdim ama hangi adrese gönderecektim mektubumu? O bana ulaşmıştı, ben de bir yolunu bulurdum herhalde. Nasıl olsa aynı zamanın içinde sürüklenmiyor muyduk?
Sayın Behçet Bey,
Mektubumun yalınlığı sizi şaşırtmasın. Bu aslında ne kadar kültürlü ve derin bir iç dünyaya sahip olduğunuzu okuyucuya hatırlatmak için bir oyundur; zeki okuyucumuz bunun farkındadır. O hâlde direkt konuya giriyorum.
Özellikle mektubu gönderme konusundaki zamanlamanızı tebrik ederim. Sadece bir hafta önce olsaydı belki de size hiçbir şekilde yardımım dokunmayacaktı. Ben saniyelik gecikmelere mahkûm edilmiş bir insanım. Bu hafta Virginia Woolf ile ilgili bir seminere katıldım. Yazarın şu cümlelerini sizinle paylaşmak istiyorum, “Tüm insanların biseksüel olması gerekir. Cinsiyet toplumsal olarak dayatılmış bir şeydir. Kadın iken erkekliği, erkek iken kadınlığı seçen bireyler aslında sadece dış görünüşlerini değiştirirler ve toplumun kabul ettiği kalıplara ayrılırlar, erkek ve dişi olarak. Oysa onlar sadece dış görünüşlerini değiştirmişlerdir, içleri aynı kalmıştır.”
Aklınızı eğitmek için elinizden geleni yaparsınız ama hisler bahar çiçeği gibi açıp, kokularıyla kendilerine hayran bırakırlar. Evet, Atiye’yi size âşık edebilirim.
Ah Behçet Bey! Keşke babanızı memnun etmek için o kadar uğraşmasaydınız. Onun sevgisini bir nevi din olarak kabul etmeseydiniz. O kendi hayatını yaşamıştı, siz başka bir varlıktınız. Keşke yerleşmiş telakkilere, anane, tekâmül, kanun, keyfi nizama tanrılara bakar gibi bakmasaydınız.
Neyse, başlıyorum;
“Behçet Bey’in aynada bıkkınlıkla baktığı yansımasında babasının heybetli görüntüsünden eser yoktu. Boyu ondan kırk santim kadar kısa, bedeni biçimsizdi. O güçlü adamın silik bir sureti gibiydi. Zihninde parçaların yerini değiştirse bile hep bir şeyler eksik kalıyor ve anlayamadığı bir şekilde bütünü anlaşılmaz hâle getiriyordu. “Atiye” diye tekrarladı ve yüzü kıpkırmızı oldu. Çocukluğunu bildiği Atiye ile sokakta karşılaşıverse belki ona koşar, ellerini tutar, yüzüne utanmadan bakardı. Zamanında kendinden bir iki yaş küçük Atiye’yi eğlendirmek için oyuncaklar yapmış, bebeklerine ince sesiyle ninniler söylemişti. Ama şimdi durum değişmiş “Raygan buyurulan teveccühat-ı seniyye “ ile Atiye’nin karısı olması emredilmişti. Şuradan buradan güzelliği hakkında bir yığın methiye dinlediği kızı kendi odasında ve karısı olarak bulunca ne yapacaktı?
Babası gibi olabilseydi keşke; levent, atılgan, çapkın… Fakat o bütün Emirgan önünde soyunsa bile başını çevirip bakmaz, gül gibi kızarırdı. Babası, bunu söyleyen annesi ve dadısına çileden çıkıp “Eğer doğru ise, Allah sizin de, onun da belasını versin!” diye bağırmamış mıydı? Babasıyla olmaktan ziyade annesi ve dadısıyla büyümüş, babasının hoşuna gittiğini sanarak onların sönük ve biçare görünüşlerini benimsemişti. Oysa şimdi bu güçlü adam karşısına çıkmış “Benim evladım bana benzemedikten sonra, ha olmuş, ha olmamış benim için birdir” diyordu.
Behçet Bey’in omuzlarındaki yükten çökmüş zavallı vücudu aynada yansıyordu.
Evden çıktı. Yalnızlığında huzur bulma ihtiyacıyla vapurun alt kamarasına yöneldiğinde uzun zamandır görmediği bir dostuyla eşini gördü; içinden, “Başka gün karşıma çıksaydınız ne olurdu sanki?” diye geçirdiği sırada, Atiye’nin elinde birkaç paket ve çantayla içeri girdiğini gördü. Karı koca Atiye’yi tıpkı Behçet’e gösterdikleri gibi bir sevinçle karşıladılar.
Behçet Bey’in rahatsızlığı ilerlemişti. Ne Atiye artık o eski çocuktu, ne de sevgilisi… Oturduğu yere iyice gömülerek evleneceği kadını incelemeye başladı. Genç kadının güzel ve biçimli yüzü, kendinden emin vücudunun üzerinde bir büst gibi duruyordu. “Babama ne kadar benziyor” diye düşündü. Atiye hakkında çok şey duyduğu ancak hiçbirini anlamlandıramadığı, şimdi sanki kendinden kaçmak için koltuğun bir uçunda oturan adama dikkat kesilmişti. O, kendi kararlarını kendisi veren kadınlardandı; ancak ona doğru bakmayan bir adamın gözlerinde ne yakalayabilirdi? Adile Hanım ve Sabih Bey, perhiz yemeğiyle ilgili derin, sinir bozucu bir tartışmaya dalmıştı. Atiye ise hayâl meyal hatırladığı Behçet’le olan geçmişlerinden muhabbet açmak için birkaç girişimde bulunmuş, ama bu gözlere dokunamamıştı bile. Umutsuzlukla kıpırdadı. Eli yardım ister gibi çantasındaki kitabına uzandı ve kitabının cildini elleri arasında çevirmeye başladı. Behçet Bey’in ürkek gözleri önce kitabın cildine, sonra onun zarif parmaklarına kaydı. ”Güzel bir cilt” dedi ve bir an için göz göze geldiler. Neydi bu bakışlar? Bir çocuk mu bakıyordu? Bir adam mı? Bir kadın mı? Atiye bir anda dünyanın en saf ve ışıltılı maddesinden yapılan bu ürkek gözlerin, tüm bunların karışımını bir iksir gibi ruhuna içirdiğini hissetti. Ata Molla tarafından yetiştirilmiş, zeki ve sanatkâr ruhlu bir kızdı. Kadınları tanırdı, erkekleri babasından öğrenmişti. Sınırlarını bilirdi. Ama bu neydi böyle? Yanındaki adamın ruhundan yayılan bir hicaz bestenin kendi ruhunu esir almaya başladığını hissediyordu. Keman teli ikisinin de ruhunda aynı titreşimleri yaratıyor, sonsuzlukta çınlayan bu varoluş -belki de yok oluş demeliyim- onları tanımlanamayan ancak hissedilebilen bir huşu anında eritiyordu. Eli titredi; kitabı düşürmek üzereydi ki Behçet Bey onu tuttu ve “Babam” dedi, “Kitap kadın gibi bir şeydir der, okunduktan sonra başından atmak gerekir.” Düşerken yakaladığı kitabı kutsal bir emanet teslim eder gibi onun ellerine bırakarak devam etti, “Tabii ki ben aynı fikirde değilim.” Atiye’nin sıcaktan bunaldığını gören Behçet Bey yerinden kalktı, camı açmak için uzandı, birkaç deneme, sanki cam onun gücünü test eder gibiydi. Ama Atiye artık genç adamı kimsenin bilmediği sorularla sınıyor ve onun karşısına çıkan her zorluğu sabrı, kanaat ve tevekkül ile bir kartal gibi olmasa da serçe gibi aşacağını düşünüyordu. Beklediği oldu; sıkışan cam Behçet Beyi’n azimli elleri arasına kendini bırakıverdi. Batmak üzere olan Güneş’in altın rengi ışıkları Behçet Bey’in kirpiklerine vuruyor, Atiye daha önce içtiği iksire bir ad koymak için onun tekrar kendisine bakmasını çok istiyor ama gözler bir türlü yerden kalkmıyordu. Saatine bakıp “Geç kalmam inşallah” dedi Atiye, Behçet Bey yine yüzünü çevirmeden ”Nabızlarımızın munis kardeşi olan zamanın” dedi “Sizinle akması ne kadar güzeldi.“ Atiye bir kez daha dönüp Behçet’e baktı, nereden çıkıyordu bu laflar? Vücudunu saran derinliğin kökleri nerelere dayanıyordu? Hangi sarp kayaların gizli mağaralarında filizlenmişti. O mağaralardaki nemli soğuk taşlara dokunmak için derin bir istek duydu. Onun hayatında bildiği bütün erkekler kural koyar, varlıklarını gerekli gereksiz çalmasına katlanılan bir askeri marş gibi bıktırırcasına hatırlatırlar, keser, biçer, doğrar ortaya çıkan parçayı beğenmez ve en önemlisi de seni kesmeye cesaret ederlerdi işte.u adamda da tüm varlığını kutsar gibi bir hâl vardı. Ilık durgun bir gölde yüzmek gibi… Suya sarkan Söğütler gibi sana uzanıyor ama seni ürkütmekten o kadar korkuyordu ki sen geçerken yapraklarını eteğini toplar gibi yapıyor ve sen geçtikten sonra yeniden bırakıyordu izlerini takip ettiği suya…“
Behçet Bey, ben artık aranızdan çekiliyorum. Atiye’yi kendinize âşık etmek istiyorsanız sadece kendiniz olun ve bu muhteşem varlığınızın keyfini sürün. Toplumun yargıları gelip geçicidir. Bir gün sizin kendi kendine oluşturduğunuz güzelliklerin yanında babanızın hodbinlikleri hatırlanmayacak bile. Söz veriyorum…
Mutlu olun üstadım, artık rahat uyuyun.
Çünkü her şey sümbül zamanında içilen iksir tadında…
İsis
Şaheser Yılmaz
Sümbül zamanı : )
BeğenBeğen
Sevgili Şaheser, “Kırk Bin Sözcük Biliyordum” isimli kitabımızda öyküde benim karakterim yazarıyla konuşuyordu, senin mektubunda da senin karakterin okuyucusuyla yazışıyor. Ne mutlu bize ki onlara ses olabiliyoruz. Sevgili Yavuz Ergin ilk defa rastlıyorum demişti. zamanında… Behçet’e biçtiğin aşk için teşekkür ederim sana ve sünbül zamanında içilen iksirler adına…
BeğenBeğen