Cep telefonum çalındı. Bu kötü. Taksitlerinin bitmesine daha bir buçuk yıl var. Bu daha da kötü. Artık telefonsuzum ve ben ne yapacağımı bilemiyorum.
Alarm olarak da telefonumu kullandığım için sabahleyin zamanında nasıl uyanacağımı kestiremiyorum. Evde pille çalışan ya da elle kurulabilen tek bir saatim bile olmaması canımı sıkıyor. Vaktinde uyanıp uyanamayacağım endişesiyle dolu geçirdiğim gecenin sabahına yorgun kalkıyorum. Televizyonun saatini kontrol ederek hazırlanıp, evden çıkıyorum. Tıka basa dolu otobüste oturacak yer bulabilenler cep telefonlarıyla bakışıyorlar. Nasıl da başlarını kaldıramayacak kadar meşgul görünüyorlar. Tutunduğum yerde sert frenler yüzünden sağa, sola savruluyorum. Şoförü uyaracak oluyorum. Kullanışını beğenmiyorsam taksiye binmemi söylüyor. Camdan göz kırpan denizin barışçıl davetine uyup, Üsküdar’a bir durak kala otobüsten iniyorum.
Yüzüme vuran soğuk ve taze havanın etkisiyle daha iyi hissediyorum. İskeleye kadar denize bakarak yürürken, bir kaç kişiyle çarpışıyorum. Birisi kabaca kör olup olmadığımı soruyor. Bir başkası dövecekmiş gibi üzerime geliyor. Önüme bakmadan yürüdüğüm için özür dilememe rağmen adamı hala aynı durumda görünce, ben de bağırmaya başlıyorum. Küfür ederek gidiyor. Arkasından bakıyorum. Başı önünde, ellerinin arasındaki cep telefonuna adeta kilitlenmiş bir halde yürüyor. Dikkatimi denizden ayırıp yoldakilere çeviriyorum. Ağaçlar, kuşlar, kediler, köpekler ve benim dışımdaki herkes ya cep telefonlarına bakıyor ya cep telefonlarından müzik dinliyor ya da cep telefonlarıyla konuşuyor.
Üsküdar’a varır varmaz bir sigara yakıp iskelenin önündeki simitçiye saati soruyorum. Handan’la sözleştiğimiz saatte geldiğimi anlayınca rahatlıyorum. Gözlerim, onu ararken yerdeki karıncalara takılıyor. Minicik gövdelerine kıyasla oldukça büyük olan bir ekmek parçasını yuvalarına taşıyorlar. O sırada cep telefonlu birkaç kişi üzerlerine basarak geçiyor. Geride kalanlar yılmadan, aynı uyumla ekmeği taşımaya devam ediyorlar. Simitçiye tekrar saati soruyorum. Handan’ın yarım saat geciktiğini fark edince onu aramak için meydandaki büfeden telefon kartı alıyorum ve ankesörlü telefonla buluşuyorum. Ahizenin üstüne yapışmış ne idüğü belirsiz parçacıklıklar midemi kaldırıyor . İstemeye istemeye kulağıma götürüyorum. Kartı takıyorum. Makinanın dilini çözebilmek için denediğim birkaç farklı yöntemin ardından çevir sesi geliyor. Defterimden Handan’ı buluyorum. Telefonu annesi açıyor. Bende, dünya var olduğundan beri yaşıyormuş hissi uyandıran bu çok yaşlı kadını özlediğimi fark edip konuşmaya başlıyorum. Hatırımı sorduğunda, telefonsuzluğumdan dert yanıyorum. Sesine esrarlı bir hava vererek, bu sayede çevremdeki değişik renkleri fark edebileceğimi söylüyor. İyi dinlememi –neyi olduğunu duyamıyorum- öğütlediği anda konuşma kesiliyor. Makinanın ekranından kartımda para kalmadığını okuyorum. Bir dakika bile sürmeyen telefon görüşmesinin beş lirama mal olmasının öfkesiyle büfeye yöneliyorum. Arkadaşımın yerine annesiyle yaptığım ve hiçbir şey anlamadığım bu konuşma için galiba kendime de kızıyorum. Büfeciyle göz göze geliyorum. Telefon kartındaki paranın kısa bir görüşmede bitmesinin ve kötü giden her şeyin hesabını ona soruyorum. Ben söylendikçe o kayıtsızlığını koruyor. Öfkem dinip sızlanmayı bıraktığımda, yaşamanın çok pahalı olduğunu söylüyor. Handan’a ulaşmak için usulca beş lirayı uzatıp ikinci kartı alıyorum. Bu kez telefon ne yaptımsa bir türlü çalışmıyor. Sonsuz başarısız denemeden sonra aklıma yumrukla çalıştırılan cihazlar yöntemi geliyor. Tam yumruğumu makinaya indireceğim sırada yandaki seyyar milli piyangocu kendimi boşuna yormamamı , günlerdir arızalı olan telefonla kimsenin konuşamadığını söylüyor. Az önce biriyle görüşme yaptığımı söylediğimdeyse, şanslı günümde olduğumu vurguluyor.
Umudumu kestiğim telefondan ayrılıp genç biletçinin yanına gidiyorum. Geçen ay aldığım bilete amorti çıkmış. Üstüne dokuz lira daha verip tezgahının çeyreklik bölümünden yılbaşı piyango bileti çekiyorum . Büyük ikramiye tam yetmiş milyon lira! Şanslı numara benimki olursa kazanacağım parayla ilk iş en markalısından ve en gösterişlisinden bir cep telefonu alırım. Kendimi o kadar zengin hissediyorum ki ona da aynısından alacağıma söz veriyorum. Piyangocu buruk bir gülümsemeyle telefonun karın doyurmadığını söylüyor. Bu kez telefon yerine, ederi kadar parayı vereceğime söz veriyorum. Bunu duyan adam kulaklarına inanamıyormuş gibi söylediğimi bir kez daha tekrarlatıyor. Ardından yukarı doğru uzattığı ellerinin avuçlarını gökyüzüne çevirip büyük ikramiyenin bana çıkması için dua etmeye başlıyor. Yanında öylece dikilmeyeyim diye ben de ellerimi açıyorum. Bu garip halimizi gören birkaç meraklı kişi yanımıza gelip bize bakmaya başlıyorlar. Dakikasına varmadan bunların boş işler olduğunu söyleyerek uzaklaşıyorlar. Adam o kadar içten dua ediyor ki gözlerimin dolduğunu hissediyorum. Duası bittikten sonra sabahtan akşama kadar aynı yerde durduğunu, eğer onu göremezsem yandaki büfeye not bırakmamı tembihliyor. Beni uğurlarken, cep telefonum olsaydı talihli bileti alamayacağımın olasılığından söz ediyor.
Karnım zil çalmaya başlıyor . Az önce söylendiğim büfeciden hiçbir şey olmamış gibi kaşarlı tost ve çay istiyorum. O da hiçbir şey olmamış gibi gülümseyerek sipariş ettiklerimi hazırlıyor. Paranın üstünü bırakmak istiyorum. Kabul etmiyor. Ona karşı takındığım tavırdan pişmanım, parayı özür anlamında verirsem rahatlayacağım. O da kabul etmemekte ısrarcı. Aramızda inatçı bir itişme başlıyor. Bu çekime dayanamayan hayli yıpranmış beş lira ortadan ikiye ayrılıyor. Canım çok sıkılıyor, başımı öne eğiyorum. Yerdeki karıncalara basmamaya çalışırken yaşlı büfecinin gülümseyen sesini duyuyorum. Böylece ikimizin de istediğinin olduğunu söylüyor. Başımı kaldırdığımda kendi payına düşen yarım beş lirayı camlı vitrinine yerleştirdiğini görüyorum. Bugünün hatırına, şans getireceğinden bahsediyor.
Gelene gidene bakarken bir sigara daha yakıyorum. Yanıma, sokakta yaşadığı her halinden belli bir adam yanaşıyor. Tedirgin oluyorum. Kir içindeki uzun saçları ve gelişigüzel uzamış sakallarının arasından misket gibi parlayan gözlerini zor seçebiliyorum. Alkollü nefesini burnumda hissediyorum. O, benden hiç çekinmeden bir sigara istiyor. Veriyorum. Yaktığı sigarasının dumanları arasında beni en çok neyin mutlu edeceğini soruyor. Düşlerimdeki ak sakallı dedeye pek benzemese de yeni bir umutla, cep telefonu olduğunu söylüyorum. Başını sağa, sola yanlış cevap vermişim gibi sallıyor. Doğru yanıt verdiğimi ispatlamak için cebin neler yapabildiğinden, üstüne üstlük bir de adres bulma, yol gösterme özelliklerinden söz ediyorum. Sorma sırası bana geliyor. Kıstığı gözlerinde öfke okuyorum. Yaşamının yolunu kaybettiğini , cep telefonunun onu kaybolduğu yerden çıkarırsa mutlu olacağını söylüyor. Akıl yürütmesi karşısında düşündüklerimden utanarak, gözlerimi ondan kaçırıyorum. Yine karıncalara dönüyorum. Ne çabuk unutuyorum onları, ne çabuk unutuyorum kendimi. Nedenini bilmeden bir sigara daha uzatıyorum. Ne yüzüme ne de sigaraya bakıyor. Tek kelime etmeden arkasını dönüp gidiyor.
Deniz manzaralı banka doğru yürüyorum. Dalgın bir gencin yanına oturuyorum. Gözlerini bile kırpmıyor. İnsanı ancak aşk böyle sersemletir. Elinde telefon melefon da gözükmüyor. Bir süre daha hareketsizliğini izledikten sonra merakla cep telefonu olup olmadığını soruyorum. Derin bir uykudan uyanır gibi afallayarak bana bakıyor. Ardından sevgilisi onu aramadıktan sonra telefonun bir işe yaramadığını söylüyor. Ah aşk! Hiç tanımadıklarına bile derdini anlattırır. Cüzdanımdaki yarım beş lirayı çıkarıp ona uzatıyorum. Şans getireceğini söylüyorum. Kısa bir tereddütten sonra uzattığım parayı alır almaz pantolonunun cebindeki telefonu çalmaya başlıyor. Arayanın o olduğunu yüzündeki tebessümden anlıyorum. Hızlıca ayağa kalkıyor. Çocuksu sevinci benim de içimi kaplıyor. Arkasından bakıyorum. Hala konuştuğu telefon kulağında bir şey hatırlamış gibi geri dönüyor. Az önce aldığı yarım beş lirayla ince bir kitabı bana uzatıyor. Şans sırasının bende olduğunu fısıldıyor. Kitabın kapağına bakıyorum. Ah aşk! En çok şiiri sever.
Nedense şanslı günümde olduğumu düşünmeye başlıyorum. Yanımda yarım beş lira, kullanılmamış bir telefon kartı ve yılbaşı piyango bileti ile bir şiir kitabı var artık.
Cep telefonlular kervanının arasında Handan’ı ararken, elinde oyuncak cep telefonu olan küçük bir kız yanıma geliyor. Konuştuğu dili anlamıyorum. Süt dişlerinin değişme yaşında. Eksik dişli gülüşüyle ne kadar sevimli. Avucunu açıp para istiyor. Savaşın, kendi toprağından söküp yabancı bir aleme savurduğu güzel çiçek! Sen barışla serpilmelisin küçüğüm! Cüzdanımı açıyorum. Çok az param var. Piyango bir bana çıksa! Parmaklarım telefon kartı ve yarım beş liraya gidiyor. Çocuğa sıkıntıyla bakıyorum. Ne yapayım, yarısı olmayan parayı ve telefon kartını uzatıyorum. Elimle telefonla konuşuyormuş gibi yaparak kartın ne için kullanıldığını anlatmaya çalışıyorum. Ardından kağıt paranın da ona şans getirmesi için olduğunu anlatan birkaç hareket daha. Gözleri bir şey anlamadığını söylüyor. Derdimi anlatamamanın çaresizliği içinde suratımı asıyorum. Bu kez küçük kız, boş ver anlamında bir şeyler yapıyor. Uzattıklarımı alırken yanağıma, tüm çaresizliğimi unutturan bir öpücük konduruyor. Oyuncak cep telefonunu kucağıma bırakarak, uzaklaşıyor.
Koyu lacivert denizin köpük köpük kabarttığı dalgalarını seyrediyorum. Tostumdan bir ısırık. Cep telefonuyla geçen biri. Çayımdan bir yudum. Cep telefonuna bakan biri. Karabataklar gibi olabilseydim. Bir kaybolurdum. Kilometrelerce sonra başka bir yerden çıkardım. Biraz soluklanır sonra yine kaybolurdum. Tostun yarısını çantama koyuyorum. Birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünen cep telefonlular, önümden geçmeye devam ediyorlar.
Bekliyorum, bekliyorum Handan hala ortalarda görünmüyor. Sonunda ondan umudu kesip, kalkmak üzere olan vapura yetişmeye karar veriyorum.
Vapurun üst katındaki açık bölüme çıkıyorum. Rüzgar iyice sertleşmiş. Kimseler yok benden başka. Kollarımı korkuluklara dayıyorum. Elindeki çay tepsisine taklalar attırarak dışarı çıkan çaycıya sesleniyorum. Aldığım çayın ücretini ödemek için cüzdanımı açıyorum . Elime piyango bileti geliyor. Şaka yapmayı seven çaycı, ücreti onunla ancak yılbaşından sonra ödeyebileceğimi söylüyor.
O sırada rüzgarın da şakacılığı tutuyor. Biletimi elimden alıp denize bırakıyor. Suyun bir anda yuttuğu kağıdın ardından bakakalıyorum.
Tostu çıkarıp küçük parçalara bölüyorum. Denize doğru fırlattığım her lokmayı, martılar daha suya değmeden gagalarıyla kapıyorlar. Kalkan vapuru takip eden irili, ufaklı deniz kuşları sanki beni başka bir diyara yolcu ediyorlar. Yağmur çiselemeye başlıyor. Kapalı kısma geçiyorum. İçeride, vapur ahalisinin telefonlarından gelen bildirim seslerinden başka hiçbir şey duyulmuyor. Cam kenarına oturmayı seçiyorum.
Şiir kitabının sayfalarını çeviriyorum. Martıların, karabatakların , karıncaların müziğini dinliyorum. İyi dinliyorum. Gökyüzüne bakıyorum. Ne zamandır buluşmadığım maviliğe bırakıyorum kendimi. Yeni doğan gökkuşağının altından geçiyorum. Bulutların şekillerini bir şeylere benzetiyorum. İşte kocaman bir cep telefonu – hızla kayboluyor -, kanatlarını açmış bir Zümrüd-ü Anka, dağların arasından başını gösteren bir dev, açıl susam açıl denmesini bekleyen bir mağara kapısı, güneş gibi gülümseyen bir çocuk… Buluttan figürlerin dansı başımı döndürüyor.
Çantamdan çıkardığım oyuncak cep telefonunu kulağıma götürüp, hattın diğer ucunda biri varmış gibi yüksek sesle konuşmaya başlıyorum.
– Alo, vapur yolcuları, alo. Birkaç dakikanızı alacağım. Sadece birkaç dakikanızı.
Gözlerini, ellerini ve kulaklarını telefonlarından ayırıp bana doğru dönüyorlar. Söze nereden başlayacağımı bilemiyorum.
Gülayşen Erayda
Çok etkileyici, sade ve akıcı bir anlatım… harika!.
BeğenBeğen