Çeviri ve Seçki: Bekir Karaoğlu

Marcel Schwob (1867-1905)

Şair, hikayeci, çevirmen ve tarihçi. Ansiklopedik bir kültüre sahipti, tüm dünya kültürleri ve eski çağlar hakkında yazabiliyordu. Aynı zamanda esrarengiz olaylara meraklıydı. Sanskritçe biliyor ve Catullus’tan, Shakespeare’den çeviriler yapıyordu. Sembolist şiire yenilikçi bir üslup getirmişti.

38 yaşında mide kanserinden öldüğünde arkasında yüzlerce tamamlanmamış eser bıraktı.

Başlıca eserleri:

Le Roi au masque d’or, Vies imaginaires (hikaye)

Mimes, Le Livre de Monelle (nesir şiirler).

Lucretius’un Ölümü

(Lucrece, 1896)

Lucretius[1] kamu hayatından çekilmiş soylu ve büyük bir ailede doğdu. Gözlerini ilk açtığında dağ yamacındaki yüksek evin karanlık sundurmasını gördü. Oynadığı atrium (avlu) ciddi havalıydı ve köleler sessizdi. Çocukluğundan itibaren insanlardan ve politikadan nefret eden bir dünya içindeydi. Yaşıtı olan soylu Memmius, ormanda birlikte oynarlarken, Lucretius’un buyurduğu oyunlara baş eğmek zorundaydı. Birlikte yaşlı ağaçların kırışık gövdelerini, güneşin altın ışıklarıyla delinmiş bir tül gibi ürperen yaprakları inceleyip hayran kalıyorlardı. Pekçok kez toprağı koklayan yaban domuzlarının çizgili sırtlarını gözlediler. Vızıldayarak göğe fırlayan arı bulutlarını ve kervan gibi sıralı yürüyen karınca dizilerini geçip ilerlediler. Günün birinde, bir çalının ötesine geçtiklerinde, gökyüzünde mavi bir kuyu açılırcasına, eski meşe ağaçlarıyla çevrelenmiş küçük bir çayıra geldiler. Orada sonsuz bir huzur var gibiydi. Sanki göklere yükselen ilahi bir yolun başlangıcındaydılar. Lucretius orada sakin mekanların nasıl bir nimet olduğunu anladı.

Memmius ile birlikte ormanın huzurlu mabedini geride bırakıp belagat öğrenmek üzere Roma’ya gitti. Yüksek evin reisi olan soylu babası onun yanına bir Yunanca hocası kattı ve insan davranışlarını hakir görmeyi öğrenmeden dönmemesini öğütleyerek yolcu etti. Lucretius babasını bir daha göremedi. Adam o uzak köşkte yapayalnız ve bu hengameli toplumdan nefret ederek öldü.

Lucretius baba ocağına geri döndüğünde, o havası ciddi ve kölelerin sessiz olduğu avluya, yanında güzel, barbar ve hırçın Afrikalı bir kadın getirdi. Memmius da baba evine geri dönmüştü. Lucretius siyasetin kanlı savaşlarını ve yozlaşmayı görmüştü. Ama artık aşık bir adamdı.

Başlangıçta büyüleyici bir hayatı oldu. Afrikalı kadın duvar halıları önünde dağınık saçlarıyla geziyordu. Vücudu divanlarda boylu boyunca uzanıyordu. Şarap kuyularının köpüklü ağızlarını yarı şeffaf zümrütlerle ağırlaşmış kollarıyla sarıyordu. Kadının parmağını kaldırışı veya alnını silkeleyişinde bir eda vardı. Gülüşü Afrika nehirleri gibi derin ve karanlık bir kaynaktan çıkıyordu. Yün yumaklarını örmek yerine onları parçalayıp kar taneleri gibi havaya savuruyordu.

Lucretius bu muhteşem vücudun içinde eriyebilme ateşiyle yanıyordu. Onun metal gibi göğüslerini sıkıştırıyor, ağzıyla koyu mor dudaklarını sarıyordu. Birinden diğerine aşk sözleri akıyor, bazan iç çekiyor, bazan gülücükler yükseliyordu. Aşıkları birbirinden ayıran o esnek tül perdeyi araladılar. Şehvetleri daha da hırçınlaştı, ama kasıklarına kadar ulaşamadan bütün vücutlarını sarmaladı, öyle ki benliklerini değiştirmeyi arzuladılar. Sonra Afrikalı kendi yaban kalbine çekildi. Lucretius aşkı sürdüremeyeceği korkusuna kapıldı. Kadın kibirlendi, somurtuk ve atriumdaki köleler gibi sessiz oldu. Lucretius kitap dolu odalara kapandı.

O odalarda Epikür’ün kitabının papirüs tomarına kopyalanmış bir nüshasını açtı.

Çok geçmeden bu dünyada varlıkların çeşitliliğini gördü ve fikir yürütmenin nafile olduğunu anladı. Kainat ona Afrikalı’nın parmaklarıyla salonlarda serpiştirdiği yün yumakları gibi göründü. Arı öbekleri, karınca sürüleri ve yaprakların hareketli dokuları hep atomların birleşmesinden oluşuyordu. Ve tüm vücudunda görünmeyen ve ayrışmak isteyen birşeylerin varlığını hissetti. Bakışlar nazik dokulardan oluşmuş ışınlar gibiydi; güzel barbar kadının görüntüsü renkli ve hoş bir mozaikten başka birşey değildi; ve bu sonsuz hareketliliğin akibeti hüzünlü ve boştu. Bu minvalde Roma’nın silahlı ve hakaretçi kanlı hizipleşmeleri de aynı kanı taşıyan atom sürülerinin bilinmeyen bir üstünlük için kapışmasına benziyordu. Ve gördü ki ölüm binlerce nafile hedefe koşuşturan bu kargaşa içindeki topluluğun azat edilmesinden başka birşey değildi.

Böylece, yine atom öbeklerinin oluşturduğu o papirüs tomarıyla hikmete eren Lucretius, atalarının yüksek evinin karanlık sundurmasından çıkıp ormana gitti. Orada yine burunları toprağı eşeleyen yaban domuzlarının çizgili sırtlarını gördü. Sonra, çalıları aşıp orman içindeki o huzurlu mabedi buldu ve gözleri gökyüzünün mavi kuyusuna daldı. Orada huzuru buldu.

Oradan evrenin sonsuzluğunu, tüm taşları ve bitkileri, tüm ağaçları ve hayvanları, tüm insanları ve renklerini, tutkularını, onların araçlarını ve tarihlerini, doğumları ve hastalıklarını ve ölümlerini temaşa etti. Ve o gerekli ve tamamlayıcı ölümler arasında Afrikalı’nın ölümünü de apaçık gördü ve ağladı.

Biliyordu ki gözyaşları, gözkapakları altındaki salgı bezlerinin özel bir hareketiyle oluşuyor, ve onlar da sevilen kadının vücut yüzeyinden salınan renkli görüntülerin peşpeşe çarptığı kalbin atomlarıyla harekete geçiyorlardı. Biliyordu ki aşk, sadece diğer atomlarla birleşmeyi arzulayan atomların kaynaşmasından kaynaklanıyordu. Biliyordu ki ölümün yolaçtığı üzüntü dünyevi hayallerin en zorudur, çünkü ölen için üzüntü ve acı bitmiştir, oysa arkasından ağlayanın acısı kendinedir ve kendi ölümünü düşünmektedir. Biliyordu ki ayakları önünde yatan kendi ölüsüne gözyaşı dökecek hiçbir riyakarlığa yer kalmamıştır. Fakat hüzünü, aşkı ve ölümü artık iyi tanıdığı halde, kapandığı o huzurlu mekanda yine de ağlamayı sürdürüyor, aşkı arzuluyor ve ölümden korkuyordu.

İşte bu yüzden atalarının o yüksek ve karanlık evine döndüğünde, ateşe sürülmüş madeni bir kapta iksir kaynatmakta olan güzel Afrikalı kadının yanına geldi. Kadın da bu arada düşünme fırsatı bulmuş, düşünceleri o gülümseyişinin gizemli kaynağına kadar ulaşmıştı. Lucretius hala kaynamakta olan iksire baktı. Sıvı giderek saydamlaştı, bulutlu gökyüzü gibi ve yeşil bir hal aldı. Ve güzel Afrikalı alnını silkeledi ve parmağını kaldırdı. O zaman Lucretius iksiri içti. Birden tüm bilinci yokoldu ve papirüs tomarındaki tüm Yunanca kelimeleri unuttu. Ve ömründe ilk defa, aklını yitirdiği için aşkı tanıdı; ve geceyarısı zehrin etkisiyle ölümü tattı.

[1] Lucretius (MÖ 99 – MÖ 55) Romalı şair ve filozof.