Tarçın rengi saçlarının çevrelediği o güzel yüzündeki sonsuz hüznü görebiliyordum.  Gözyaşları bir çiğ tanesi gibi asılıydı kirpiklerinde. Çıplak ayaklarının üzerinde usulcacık doğrularak, üzerindeki Kharitlerin dokuduğu elbisesi gibi uçuşan parmaklarıyla hafifçe saçlarımı okşadı ve sonra bana sıkı sıkı sarıldı. O kalp biçimli muntazam yüzünü ellerimin arasına aldım, meftunu olduğum gözlerine doya doya baktım ve alnına sıcacık bir öpücük bıraktım.

“- Geri döneceğim mutlaka”

Utangaç bir tebessümle kabullendi yalanımı, biliyorduk ikimiz de oysa. Yanakları al al olmuştu solan yüzünde, ay gibi soluk ve parlak. Zümrüt yeşili gözlerindeki elem, bir bıçak gibi deliyordu sinemi. Kanayan bir yaraya tuz basmaktı yalan. Gidiyordum işte, kim bilir ne zaman dönecektim, dönebilecek miydim?

“- Beni bekleyebilecek misin Tanrıçam?”

 “- Annem Afrodit’e yemin olsun ki sonsuza dek kalbim seninle prensim.”

“- Sen ey Aphrodisias’ın aşk ve güzellik tanrıçasının kızı, Athena ve Hephaistos’ın kininden korkuyorum ama…”

“- Git Kadmos, Tanrılar korur beni. Onların huzurunda söz veriyorum sana. Dönüşün yüzyıllar bile sürse, bekleyeceğim seni Aphrodisias’da.”

Son kez tutkulu bir şekilde öptüm onu. Öpüşümün şiddetinden gül yaprağı gibi kabarmış dudaklarının tuzlu bir tadı vardı, baktım ağlıyordu. Konuşsam kalacaktım, bir şey diyemedim, döndüm arkamı, ağladığımı görmesini istemiyordum. Bu birbirimizi son görüşümüzdü, ikimiz de bilmiyorduk.

Ben ki her gece beni öptüğü yerde beklemekteyim prensimi yıllardır, geceye inat parlayan yıldızlar altında. Ben Harmonia Aprodite’in kızı, sessizce susmaktayım arafta. Biz kadınları bırakıp gittiniz, manasız savaşlar uğruna. Acımı bal eyledim arıya,  gözyaşımı yağ eğledim, zeytin ağacına emanet verdim sonra da. Ölümsüzlük kattım sonra ikisinin de mayasına. Acım anlatılır gibi değil,  yurttaşım Helenis’in oğlunun mezarına kazıdığı acıdan daha az hiç değil.

“Bu mezarı, Philadelphos, sen ölünce acılarla yaptırdım
Ben, annen Helenis, üzerine bu sözleri yazdırdım
Nasıl öldün, nerelerde, kimin peşinde; bilmiyorum
Şimdi ben yitip giden oğlumun ruhunu arıyorum
Bu yüzden, oğlum, tek dileğim Hades’e gitmek
Ben talihsiz, seninle orada sonsuza dek dinlenmek.”

Ya ben seni nerede arayayım Kadmos? Nerelerdesin, hangi toprakta yeşermektesin, bilmiyorum. Düğünümüzde Hephaistos ve Athena tarafından hediye edilen lanetli kolye yüzünden bir yılana dönüşen bedenimden almasını istedim ruhumu Tanrılardan. O Tanrılar ki acıdılar hâlime, aşkıma ve acıma hürmet edip ruhumu şimdilerde Babadağı dedikleri Salbakos’dan çıkarılan mermerlerle yapılan heykelime hapsettiler.  Şimdi beni öptüğün o yerde, kalbimin param parça olduğu o yerde, Sebasteion Tapınağı’nın orada beklemekteyim. Gidişinin üzerinden değil yıllar, asırlar geçti. Neler gördü bu gözlerim inanamazsın. Zamanın nasıl da hızla akıp gittiğini, yaşamın ne denli tükendiğini görmek çok hüzünlü, bir heykelin içine hapsolmuş dururken. En çok da zeytin ağaçlarının arasından batmaya başlayan güneşin son ışıklarının mermerlerimin üzerinde bıraktığı altın renkli halelerin gittikçe koyulaşarak kaybolduğunu görünce tuhaf bir yalnızlığa sürükleniyor ve akşam olanca ıssızlığıyla çökünce ortaya cırcır böceklerinin bitmek tükenmek bilmeyen ağıtlarının içinde savrulup duruyorum. Hele hele ay ışığı gecenin zifiri karanlığında süt rengi sütunlarda dans etmeye başladığında hayalin gelip de konmuyor mu aklımın bir köşesine, kondurmuyor mu bir öpücük saçımın her teline, işte o an bitiyorum ben hasretinle. Ne zormuş beklemek ve sorarım sana çok mu zordu dönmek? Hiç mi özlemedin beni? Yalvarmadın mı Tanrılara benim için?

Sen gideli sevgilim, bu güzellik, zenginlik ve ihtişamın başkenti, bu bilime, bilgiye, sanata ve filozoflara değer veren şehrin insanları, bu heykel sanatının ustalarının yaşadığı sanat merkezi değer bilmez ellerde, din tüccarlarının elinde yok olup gitti. Hepsine şahidim ben, Zafer Tanrıçamız Nike de terketti bizi. Paganlardan sonra Hristiyanlar yerleştiler evimize, annemin tapınağı kilisiye dönüştürüldü, benim beklemeye durduğum tapınak Roma imparatorlarına adandı. Tanrıların da adı değişti böylece. Uzun yıllar sürdü şaşalı devrimiz ama sonraları Vizigotlar,  Araplar derken şehrimiz talan edildi. Üzerimizden sanki ölüm geçti, o bereketli muhteşem şehir söndü gitti. Tanrılar da küstüler sonunda, terkettiler bizi.

Derken bir gece toprak birden şaha kalktı,  yıldızlar suda akisleriyle öpüşmek, ay güneşe kavuşmak istedi. İlk o gün korktum kendimden, gidişinden çok sonra. Gecenin karanlığında toprağın koynuna uzanırken boylu boyunca yıldızlar fısıldadı kulağıma: Sakın korkma, emanetsin Tanrılardan toprağa. Toz duman, çığlıklar derken bir sis bulutunun ardından gözüktü Afrodisias… Tanrılar da terketmişti demek ki şehrimizi. Kanadı kırılmış bir kuş gibi çırpınmaktaydı insanlar her yanda. Ah o sesler, o inlemeler… Hangimizin acısı daha sesliydi acaba? Sessizlik sardı dört bir yanı sonra, sinmişti ortalığa ölümün geri dönülmez örtüsü. Saçıldı Afrodisias’ın dillere destan heykelleri dört bir yana, geriye sadece kırık dökük hayalet bir şehir kaldı.

Uzun yıllar öylece bekledik araf’ta. Üzerimizde otlar bitti, yosunlar yeşerdi, kaybolduk sazlıkların arasında, kucak açtık, sığınak olduk hayvanlara.  Bir zamanlar sıcak şifalı sularında yüzdüğümüz Hadrian Hamamı’nda şimdi keçiler zıplıyor, Agora’daysa hiç sorma. Annemin, Tiberius Portikosu’ndaki binbir suratı ise şekilden şekile girdi asırlar içinde. Sonra ikinci yıkım geldi. O meşum depremde hepimiz dört bir yana savrulduk. Ben kala kaldım yıkılan sütünların arasında, bedenim bir yanda, başım bir yanda. Ruhum yontulmuş gözlerimin içinde saklı,  Tetrapylon Kapısı yönünden geleceğin günü bekliyorum ve artık saymıyorum yılları, asırları. Gelen hep başkaları… Annemin şehrinin namını duyanlar, zenginliklerini bilenler geldiler, gittiler, aradılar taradılar, incelediler, yazdılar, çizdiler, ama hep gittiler, hep kala kaldık olanca yalnızlığımızla bir başımıza. Unutulduk sonraları. Afrodisias unutuldu.

Sonra bir gün, bir gariban millet geldi sessizce, ürkütmeye korkarak uçuşan baykuşları, yoksa hayaletleri mi? Ne atalarımız gibi varlıklı, ne de kültürlüydüler. Tek dertleri yaşamda tutunmaktı galiba. Nedir, neresidir diye merak da etmediler, olduğu gibi kabullenip sahiplendiler şehrimizden arta kalanı. Oysa kaç kez gelip baktılar suratıma. Bir kızcağız “Ne güzel saçları varmış” dedi arkadaşına fısıldayarak, “Niye gözleri öyle donuk?” dedi öbürü. Tam sevinirken saçlarımın hâlâ güzel kaldığına, gözlerimin hâline içlendim elimde olmadan. Sonra bir gün, bir kaç küçük çocuk sıkışmış, tam işemeye kalktı suratıma da kadınlardan, hani hep ezik duran, yıpranmış, kavrulmuş, boynu sırtı bükülmüş, üstü başı yırtık, yamalı gariban kadıncağızlardan biri elindeki değneyi sallayıp bağırdı onlara.  “Oğlum ortalık yere işemeyin, hem cin çarpar sonra”. Kaçışıverdi çocuklar, ben de rahat ettim sonrasında.

Kadınlar biraz tedirgin olsa da, adamlar oraya buraya saçılan irili ufaklı sütunları alıp evlerine destek eyledi, direk eyledi,  masa, sandalye eyledi. Ev dediysem ev değil, ev demeye utanır insan. Derme çatma, tahtadan bozma kırık dökük, yenik bitik birer sığınak. Havuzun kenarında oturup şarap içtiğimiz mermer koltuk var ya hani şimdi iki kesketli adamın sohbet yeri oldu. Mermer lahitlerimizdense hayvanlar su içiyor. Biraz uzağımda bir zamanlar otuz bin kişinin sığdığı ve müzik ve şiir seslerinin yankılandığı amfitiyatroda eşeklerin bağırtısı bizim sessizliğimize inat. Fakirler fakir olmasına da yerlerini, yurtlarını, topraklarını sahipleniciler ama bizim gibi. Şikayetçi değiller ama, tek dertleri hayatta kalmak. Issızlığın ortasında onlar ve  bu yıkık dökük Afrodisias,  sonsuzluğa yayılmış bir kederin ve yalnızlığın iki ortağıyız sanki, iyi günde kötü günde misali..

Bu zamanın içinde donmuş gibi yaşanan günlerden bir gün bu kaderimiz değişir gibi oldu. Bir garip adam çıktı geldi bu adı sanı unutulmuş beldeye, ilk defa görüyormuşçasına baktı bize ve de gariban halkımıza. Pek güler yüzlü değildi ama önemi yoktu. Mühim olan bizi arayıp bulmasıydı. Ben de göz göze geldim elbet, çok şey söylemek istedim ama heyhat. Elinde bir garip şey, dolaştı aramızda hem bizim hem onların. “Ara”ymış adı, “Tanrıların latifesi tabii ki” dedim. “Ara”… Ara ve bul” Aramadan, bulamazsın ki… Tanrılar duymuştu sonunda sesimi, donmuş zamana attığım çığlık ulaşmıştı Tanrı katına. Onlar da adı ile müsemma birini vazifelendirmişti demek ki. Önce şükrettim Tanrılarıma, sonra alıcı gözlerle inceledim adamı. Meraklıydı oldukça. Tek tek ilgilendi, elindeki aletle pek bir uğraştı, çekirge gibi ordan oraya zıpladı durdu. Bir ara yanıma geldi, gözlerimin içine içine baktı, çok seslendim, çok çırpındım duyurmak için kendimi ona ama duydu mu bilmem. Dudaklarında külü ha düştü ha düşecek bir sigara, başını iki yana sallayarak “- Yazık” diye söylenirken çekti gitti yavaşça. Ayak sesleri uzaklaşırken kurumuş çimenlerin çıtırtılı sesi hala kulaklarımda. Sesler git gide uzaklaştı ve gene kaldık biz bize o sonsuz unutulmuşluğumuzda. Ne hayal kırıklığı ama! Tanrılar dalga mı geçti benimle acaba?

Sen yine gelmedin. Ben yine seni bekledim, bekledim. “- Döneceğim” demiştin, “- Mutlaka döneceğim” ama dönmedin. Biliyorum Tanrılar bir gün buluşturacak bizi, ruhum hapsolmuş olduğu gözden çıkacak ve o sımsıcak ellerinin arasından kayıp kalbinde eriyecek biliyorum. Ben sözümün eriyim, bekliyorum seni sonsuz hasretimle. Nice Athenalar da gelse, yılana çevirse de bedenimi, ruhumu kimse ele geçiremez benim. Ruhum bana ait ve ben ruhumu kime istersem ona veririm özgürce. Benim ruhum da sana ait sevgilim. Ben ki Afrodit’in kızı Harmonia, bu Tanrıların unuttuğu yerde aşkımdan taş kesildim sana.

Ve sen hala gelmedin Kadmos ama o garip adam “Ara” geldi yine bir daha. Geldi  hem de birçok insanla birlikte. Zamanımızın bilim adamları gibi insanlar dört bir yanımızdaydı artık. Tanrılar yapacağını yapmış, Ara’yı bizim çığlığımıza ses eylemişti. Unutulan herkes hatırlanmak ister, hatırlanmak için varlığını belli etmek gerek, ses vermek gerek, seslenmek gerek. Unutulmuştuk biz de… Ama artık bulunduk, gölgelerden güneşe çıktık, asırlar öncesinden geleceğe vardık. Biz buradayız, hep buradaydık ve burada olacağız. Onun çığlığı mıydı duyulan, benimki mi bilinmez? Ama artık Afrodisias benim. Çığlığımız aslında aşkın çığlığı.

“- Ben Harmonia, aşk ve güzellik tanrıçasının kızı, dileğim odur ki saklı kalan her aşk çığlığı duyulsun, sevenler sevdiğine kavuşsun. Şahidim olun Tanrılar: Aşk sonsuza dek yaşasın!”

 

Ayşen Cumhur Özkaya