İlkokul beşinci sınıftaydım. O gün Yerebatan Sarayı gezimiz vardı. Söylenişi zor geldiğinden ya da saray bizim çocuk dünyamızda büyük kapılar açtığı için sarnıç yerine saray dediğimizin sonraları farkına vardım. Bu tarihi mekânı her hatırlayışımda, -çocukluğuma sadık kalarak- saray olarak anmayı tercih ettim.

Sarayın girişinde sergilenen kartpostalların rengârenk dünyasında dolaşıyordum. Heyecanla birinden diğerine atlıyor, İstanbul’un daha önce tanık olmadığım saatten saate, mevsimden mevsime değişen hallerine, her dokusuna, kapısına bacasına sinen tarihine büyülenmiş gibi bakıyordum. Girdiğim masal âleminden öğretmenimin adımı söyleyen bağırışıyla çıktım. Onun önünden koşan sınıf arkadaşlarım endişeyle bakıyor, bir şeyim olup olmadığını soruyorlardı. Birkaç tanesi işi daha da ileri götürüp, kollarımın bacaklarımın yerinde olup olmadığını kontrol etti. Onlar için ölüp yeniden dirilmiş birisi gibiydim. Sımsıkı sarılıyorlar, yanaklarımdan öpüyorlardı.

Şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleniyordum. İçeriye girdikten bir süre sonra yokluğum fark edilmiş, önce kaybolduğumu sanmışlardı. Sarayın sütunlarında, sularında yatan tüm tarihi, adımı haykırarak çınlatmışlardı. Benden bir iz bulamayınca oradaki yerli, yabancı turistlerle beraber sır dolu kayboluşumun peşine düşmüşlerdi. Öğretmenin paniğini gören arkadaşlarım beni timsahların yediğini ya da suya düşüp boğulduğumu düşünüp, ağlamaya başlamışlardı. Yerebatan Sarayı arkadaşlarımın söylediklerine göre benim adeta mezarım olmuştu. Gözlerini kocaman açıp anlattıkça anlatmışlar, bende de yavaş yavaş bir korku baş göstermişti. Gazetelere manşetten haber olacağımı düşünüyordum. “Talihsiz öğrenci dengesini kaybedince suya düştü. Turistler de arama çalışmasına katılıyor. Dalgıçlar cesede ulaşmak için yoğun çaba harcıyorlar. Arkadaşları ve öğretmeni halâ şokta.” Elimdeki kartpostallardan sarnıçla ilgili olanlarını dikkatle inceliyor, kâh o dev sütun ormanının derin sularında uyuyan yalnız bir prenses, – *yanımızdaki turist rehberinin kafilesine anlattığı hikâyeden, sütunların üzerindeki kabartma gözyaşı şekillerinin sarayın inşasında çalışırken ölen yüzlerce köleyi simgelediğini öğrenince- kâh mahzun bir köle oluyordum. Diğer kölelerle beraber boylu boyunca uzanmış, çevreyi saran büyük suyun lirik ezgisiyle dinlenen bir çocuk köle. Bu düşünceye odaklanınca neredeyse kendi ölümüme iki gözü iki çeşme ağlayacak gibi oluyordum. Kurgusal ölüm şeklim sıradan gibi görünse de mekânın büyülü havasıyla birleşince kendimi dilden dile aktarılacak bir efsanenin kahramanı gibi hissediyordum. İşin en eğlenceli kısmı sınıfta varlığıyla yokluğu bir, sıpsıradan biriyken bir anda tüm arkadaşlarımın gözbebeği oluşumdu. Saatler boyu gibi gelen anlatma şaşırma oyunu, öğretmenimin yanıma gelişiyle bitti. Üzerine aldığı sorumluluğun yükü altında ezilen kadın bana nasıl davranacağını bilemiyor gibiydi. Bir süre birbirimize baktık. Neden sonra, beni bir ay boyunca sözlüye kaldırmayacağını söyledi. Bana cezadan çok ödül gibi gelen bu sözlerle şaşkınlığım katmerlenmişti. Ya öğretmenim beni hiç tanıyamamıştı ya da yüzümün aldığı şekilleri görünce üzerime daha fazla gitmek istememişti.

Aradan yıllar, yıllar geçti. Yerebatan Sarayı’na bir daha gitmedim. Belki de gidemedim. En iyi saklambaç dostum koca çınar, yerini şekilsiz bir beton yığınına bırakmak için kesildi. Ele avuca sığmaz coşkularımın kaynağı Taksim’i tanıyamaz oldum. Üniversitede okurken az aşındırmadığım Maslak yolu sağlı, sollu inşaatla doldu. Kentsel dönüşüme uğrayan ilçeler, gökyüzüne kadar uzanan dev gibi binalarıyla temiz havanın dönüp dolaşamadığı garabetler haline geldi.

İstanbul’da doğdum, İstanbul’da büyüdüm. Arkadaşlarım Yerebatan Sarayı’nda kaybolduğumu zannetmişlerdi. Oysa ben İstanbul’un göbeğinde kayboldum.

* http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR-44033/istanbul-yerebatan-sarnici.html

Gülayşen Erayda