Çok uzaklardan gelerek beni bulduğu anda yine çok uzaklara gidecek olan ses, ilk defa yanımda kalıyor. Sanırım hiç susmayacak ve hayatım o ses ile noktalanacak. Sonsuzluktan gelen, durup beni alan, sonsuzluğa götürecek olan, ambulansın içinde öleceğim.
Daha önce hiç karşılaşmadığım insanlar bedenimi ele geçirmiş, bedenim artık onların, istediklerini yapabilirler, yapıyorlar da; izinsiz damar yolu açıyor; orama burama hortumlar sokuyorlar; gayeleri beni hayatta tutmak. Sesimi çıkaramıyorum, doktorculuk oynayan çocukların hasta bebeğiyim.
Efe’mi ambulansa almadılar, arkamdan arabası ile takip ediyor “Peşindeyim anne, merak etme” demiş ve “ah canım ah, dinlemedin, gelme dedim o kadar, dinlemedin.” diye söylenmişti. Anneler hisseder, ölmemi diliyor. Benim için endişelenmekten yorgun, hayatın normal akışına kapılmak ve her şeyi unutmak istiyor.
Ölme vakti, seksen beş yıldır atan bu kalp artık durmalı.
Sabah “Anne sen gelme, dayanamazsın” demişti. “Avukatla biz hallederiz.”
“Olmaz, Yiğit’imi son kez dünya gözüyle göreyim”
Yanındaki avukat, devlete kayıtlı her memurun yaptığı gibi yüksek perdeden ve pek az gizlenmiş emir kipiyle “TeyzeciM. BaK. Sen evde beklE. Üzülür, hasta olursuN. Bir de senle uğraşmayaLIM. “ demişti.
Ona cevabını verirdim fakat oğlumun kollarının bulunmasında çok emeği geçti. Metro inşaatı kazısında ortaya çıkan toplu mezarın hasıraltı edilmesini bu aksi ve sert, tombul avukat engelledi. Çukurun açılması, DNA örneklerinin alınması ve cenazelerin ailelerine teslim edilmesi aşamalarında yanımızda oldu; kurbanların cenazelerine hatta mevlitlerine bile katıldı.
Açılan çukurda vincin kepçesine takılı kalan ve oradaki hiç kimseye ait olmayan kaval kemiği yapayalnız sahibini beklerken, o fark etmiş; adli tıbba o göndermiş; bizi o bulmuştu. Tatlı kızdı aslında, çok sigara içen, tombul tatlı bir kız… Ona söylenmekten vazgeçtim. Zaten Efe ne kadar inatçı ve ısrarcı olduğumu bildiğinden gelmeme izin vermişti.
Mezarlığa gittiğimizde, Yiğit’in mezar taşı yan tarafa kocamın mezarı üzerine konulmuştu. Yaklaşık iki metre derinliğindeki çukurda incecik kemikleri duruyordu… Efe karton kutuda teslim aldığımız kolları ağabeyinin mezarına büyük bir itina ile yerleştirdi.
Yıllar önce sabahın köründe, eve baskına gelen polisler arasında giden ve dönmeyen Yiğit’ime son kez bakıyor, elleri kelepçelenmeden önce boynuma sıkı sıkı sardığı kollarını bulmanın huzuru ile ölme vaktimin geldiğini düşünüyordum.
Yiğit’i götürdükleri gün kocamla Gayrettepe’de almıştık soluğu. Aylar sonra eve gelen bir polis bizi şubeye çağırmıştı. Oğlumuzu vereceklerdi, en nihayetinde.
Daha önce kapısından defalarca kovulduğumuz “dolandırmayın bunları buralarda!” veya “işimizi gücümüzü bırakıp anarşistlerin hesabını mı vereceğiz!” diyerek, bizi azarlayan, yaşlı tonton görünümlü, acımasız polis amiri bu kez “Hadi yine iyisiniz, bulduk nazlı oğlunuzu” diye gülerek karşıladı bizi.
Bir polis otosu ile Çapa’ya gönderdi, tembihlemeyi de unutmadı; “Bir daha görmeyeceğim sizi buralarda! Ha! Bana bakın! Hastanede ayılıp bayılmak bağırıp çağırmak yok! Yoksa yedi sülalenizi içeri tıkarım, ona göre!”
Yiğit’im hastane odasında yatıyordu, başında bir polis memuru vardı, komadaydı. Kolları yoktu. Sargılar, sargılar vardı, kanlı, sarı, kirli sargılar. Bir iki saat sonra odaya uğrayan, gözlüklü doktor oğluma şöyle bir bakıp “ex olmuş bu” dedi. “İşlemleri aşağıda yapın. Alın götürün.” yüksek perdeden konuşuyordu, başsağlığı dilemedi.
Olay çıkarırsak vermeyeceklerdi, Yiğit’imi. Biz de oğlumuzun eksik bedenini alıp götürdük. Kalbim durmadı hiç çalıştı: tik tak tik tak.
Büyüteceğimiz Efe’miz vardı. Kalbim çalıştı: tik tak tik tak. Efe ile yılbaşılar, bayramlar kutladık, tatillere gittik. Efe o zamanlar lisedeydi, okulunu bitirdi, yurtdışına uğurladık, çok özledik, mühendis olup geldi, onu karşıladık çok sevindik. Kalbim çalıştı: tik tak tik tak.
Efe evlendi, çocukları oldu. Amcaları Yiğit’in fotoğraflarını gösterdik. Fakat başına gelenleri anlatmadık, İstiklal marşımızı ezberlettik, al bayrağımızı sevdirdik tıpkı Yiğit’e ve Efe’ye çocukken yaptığımız gibi. Karı-koca bu sefer buruk ve inançsızdık. Aidiyetsizdik.
Arada sırada cumartesileri Galatasaray’a gittim. Utandım, “oğlumun kollarını arıyorum” derken oysa gerek yoktu utanmaya, biliyordum. Fakat yine de “oğlumun kollarını arıyorum” derken usulca söylüyordum, evlatlarının mezarı bile olmayan anaların babaların yanında.
Şimdi Yiğit’imin her şeyi tam, ambulansta sol yanımdaki monitörde tik tak atan kalbimin grafiğini seyrediyorum, ambulansın sesini dinliyorum tıpkı ağlama sesine benziyor, ambulans ağlıyor, kalbim tik tak son bir gayretle konuşuyorum. Cılız sesim ambulansın belki de Yiğit’imin ağlaması içinde kayboluyor “kalbim dur lütfen, oğlum beni bekler, sarılmak için kollarını açmış…” diyorum.
Ayşenur Baran