‘Aziz dost, sevgili Şefkati.’
‘Can yoldaşım, kalp gözüyle gören kardeşim.’
‘Canım hemderdim.’
‘Birader-i canberaberim.’
‘Hayat öksüzü kardeşim Şefkati!’.
‘Şefkati! hazin yürekdaşım.”
Mektuplar dolusu yalnızlık, küskünlük, rüyalar, sanrılar, öyle sanmalar…
Edebiyatımızın hafızası, usta kalemi Selim İleri’nin son romanı; Elimde Viyoletler-Beklenen Sevgili’nin kahramanı emekliliği yaklaşmış bir devlet memuru. Basımevinde musahhih. Dostu Şefkati’ye yazdığı kırk dokuz mektubun satırlarına serpiştirdiği, ince ince içimize işleyen can yakıcı hatıralar, küskünlükler. Otoriter babanın gölgesinde geçen çocukluk, toplumun kıyısına ilişmiş kabul görmemiş geçmiş ve geçmekte olan bir hayat. Okuru rüya ile gerçeğin iç içe girdiği bulanık hafızanın girdabına sayfa sayfa çeken, son satırına kadar merakını canlı tutan olağanüstü akıcılıkla kaleme alınmış Elimde Viyoletler/Beklenen Sevgili.
Selim İleri, kırk yılı dolduran edebi hayatında, tüm verimlerinde olduğu gibi insanın zengin iç dünyasını yansıtmadaki ustalığını, inceliğini bu kitabında da okurlarından esirgemiyor. Her şeyden önce, psikoloji, varoluşçuluk, feminist söylem, sosyoloji, politika, müzik, hatta tarih ve güzel sanatlar üzerinden yeniden okunabilme olanağı veriyor. Dilimize yaptığı katkı da cabası.
Anadilimi sevdiren, zenginliğini tattıran yazardır Selim İleri. Kelime dağarcığımızın sınırlarını durmadan genişletir, her daim minik sözcük sürprizleri taşır cebinde. Daha önce duymadığım birkaç sözcük buldum ve not ettim küçük defterime: Düz kenarlı şapkaya kanotiye denirmiş, heyheyli hisler, Kamutayevi, hıllım pırtım, aheste beste geçen tramvay, jardiniyer. Bir de özellikle H.P. Lovecraft ve Edgar Allan Poe’nun öykülerinde sık rastlanılan doppelganger her ne kadar dilimize ters ikiz veya öteki ben şeklinde çevrilmiş olsa da ‘birader-i canberaberim’in tadına ulaşamamış.
Severek okuduğum muhtemelen birkaç ay sonra bir kez daha okuyor olacağım bu roman hakkında bir şeyler yazma isteği önüne geçilmez olmaya başlayınca nereden başlayacağıma karar veremedim. Bir damar seçmeliydim. Romanın yoğunluğu herşeyi bir çırpıda yazmayı olanaksız kılıyordu. Öznenin zaman ve çevrelendiği toplumla uyumsuzluğu, bunun ruhta açtığı zedelenmeler, hezeyanlar, hor görülenin hor görüsü, yalnızlığı, bölünen kişiliğin iki farklı duygu ve davranış içinde yaşamını sürdürmeye çabası bana çok tanıdık geldi. Bu görülme(ezilmişlik) ve görme(otorite)nin trajedisi şu anda içinde bulunduğumuz yüzyılın da bireyi paramparça eden çaresizliğiydi. Görme ve görülme noktasından bakmaya çalıştım. Gelgelelim kitap, arka kapağındaki tanıtım yazısında editörün dediği gibi bir ‘heyûlâ’…
Karakter beni bir yanıyla Dostoyevski’nin Mişkin’ine yakınlaştırıyor mu ne derken, Tanpınar’ı karşımda görür gibi oldum. Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nı açıp bir kez daha okumak istedim. Hatta safiyane bir çıkarsamayla, acaba yazar, kahramanın kişiliğinde Tanpınar’ı mı anlatıyor demişliğim de oldu. Zira Bergson, Tanpınar’ın tüm eserlerinde arka plan filozofu olarak gösterdiği varlığını, romanın ana kişisinde de görünür kılıyor, daha da öte düşüncesini şekillendiriyordu. Bergson’un bir eserini düzeltmekte olduğunu söylüyor. Kahramanımıza kulak verelim:
“Henri Bergson’un dinin ve ahlâkın kaynakları mevzuunda, Mehmet Bey tarafından yapılmış tercümenin kolon provalarını dün okumayı bıraktığım yerden sürdürdüm. Bir fevkalâdelik yoktu, her şey aynıydı. Sadece aklımı veremiyordum. Zira allâme Bergson’un Hristiyanlık üzerine söylediklerini cemiyetimizin nasıl tefsir edeceğine aklım takılmıştı. Her ne kadar bir eseri okurken imlâ yanlışlarına dikkat etsek de eserden müphem bir şeyler hafızamıza işliyor ve mecburen münakaşa başlıyor. Bu bende hep olur. Tahsil hayatımda cebir muadelesiyle meşgulken, birdenbire Hâmid’in bir şiiri, Bâki’nin, Fuzulî’nin bir gazeli aklıma gelir, dağılıp giderdim…” devam ediyor:
“Bununla beraber Bergson’u yere göğe koyamayan bazı yerli profesörler var; asrın dehası kabul ediyorlar, gerçi her eseri bir sonrakini aşıyor yahut olgunlaştırıyor. Eflatun için eski Yunan’da aynı şeyler söylenmiştir. Derler ki Mevlana’nın da Eflatun’un Ruhun Bekası’ndan esinlenmişliği vardır.” Süreklilik süreklilik.
Dostoyevski’nin isyankâr olduğu kadar derinden incinmiş yeraltı adamının, şehrin sokaklarını kat eden yalnız karaltısı gibi musahhihimiz işi ile evi arasında düzenli geliş gidişlerde, hor gören olabildiği rüyalarında, kırgınlık ve ezilmişliğin anti-tezi olarak yürür ve var olur. Çocukluğunda rengârenk tırtılından ayrılışı, ana yerine konan Feraset bacı, onun çabucak yapıverdiği puf börekleriyle gelen kısa sevinçler, örselenmiş duygular, matmazel Verhanuş, piyano dersleri, Şahende abla, Şahende ablanın vişne, gül, kızılcık, kuru üzüm reçelleri, şakayıklar, viyoletler, güz gülleri, kızıl yalımlı yorgun güneş, sisli soğuk sabahlar, akordu bozuk piyanoda Schumann ile teselli aramalar bestecinin akıl hastanesinde son bulan hayatını kendine vehmetmeler, şefkat görebildiği tek kişi olan Nejdet dayısının bunayarak ölümünün irsî olabileceği korkusu…
Usta yazar Selim İleri, kadirbilir okurları için minik hediyeler de gizlemiş satırlarına, anadilini coşturmak isteyenlere kapı açmış, girip de bulana ne mutlu.
Zaman içre gelgitler kurguya o kadar ustaca yerleştirilmiş ki okuru zirvede tutan akış, sayfaları yutarcasına tükettiren heyecan bir müzik parçasındaki kreşendo gibi yükselerek geliyor: Şefkati! Kimsin? Kahramanımız, Nejdet dayısı ile Kant’ı şuurunda karıştıracak kadar yaşamdan uzak ama Şefkati’ye gönlünü sınırsız açacak kadar içten. Heyheyli hislerini saklamıyor, kendini kendine açarcasına yazıyor mektuplarını.
İşyerinde ne müdürüyle nede arkadaşlarıyla uyumu söz konusu değil. Aşağılanıyor, hatta genç iş arkadaşlarından Hikmet’in aklını devlet aleyhine çeldiği gerekçesiyle müdür Sami (gören kişi) tarafından suçlanıyor. Hakarete varan aşağılanmalar esnasında (ki ezilen; görünen olarak) sessizliği yeğliyor. Birey olarak toplumda neredeyse imkânsız olan görevimizi yani başkalarının iktidarında, kendi iktidarsızlığımızın bizi aptallaştırmasına izin vermemek olduğunu bile bile bunu yapamıyor. Biliyor mu? Emin olamıyoruz, rüyalarına sığınışı bundan.
Okurlarını, karakterin ruhuna yuvarlıyor Selim İleri. Hemhal ediveriyor. Bir ayna tutuyor bize. Kitap yarıya varmadan bir anti- kahramanla karşı karşıya olduğumuzu farkındayız(fark ediyoruz). Müdür Sami ile ‘muhbir’ Hikmet ‘şerefsiziyle, yılanlarla çıyanlarla yüze gülüp arkasından yırtık kahkahalarıyla sürülerine koşanlarla’ nasıl baş edecek merak ediyoruz, ondan yanayız; haydi göster kendini!
Olmuyor, aşağılanmanın, gözyaşlarıyla dibe vurmanın yıkıntısı bize de sirayet ediyor.
“Kimdir bu amirler? Korkunun ve nefretin esiriyim şu anda. Kaderim bu herifin iki dudağı arasında ve ben eli kolu bağlıyım. Oysaki ferdi hürriyet yalnızca güzel sanatlarla meşgul olmak arzusuyla gerçekleşir, ben ona inanmışımdır, Şefkati, sana bol bol hürriyet temenni ederim” diyor. Diyoruz.
Sonra bir çıkış, bir tutunacak dal: Aşk! Seviniyoruz. Kederli besteci az öte dursun, artık hüzünlü senfoniler yok, bir akıl hastanesinde ölen Schumann geride kaldı, şimdi Anna (her nedense ona bu ismi Anna Karenina’yı çağrıştırdığı için kendisi veriyor) var. Küçüksu plajında keman çalan lacivert gözlü kız. Nasıl da… Ansızın… Yedikule tren istasyonunda kolunun altında kemanı yürüyor yürüyor… Ona bir demet viyolet illaki götürecek buluştuğunda. “Cennet Bahçesinde saat üçte” dememiş miydi tren istasyonu köprüsünde. Demiş miydi? Durmuş arkasına dönmüş, onunla konuşmamış mıydı? Konuşmuş muydu?
Derin bir nefes aldım. Gerçekle rüyayı karıştırıyordum; bir yıldır Tanpınar külliyatını didik didik etmiş, üstatla hemhal olmuşluğun etkisiydi belki. Sayfaları yutarcasına çevirdikçe zihnimde Şefkati, Şefkati’ye ‘birader-i canberaberim’ diyen kişi, Abdullah Efendi’nin Rüyâları’ndakiler, yağmurla gelen o kadın, Tanpınar, hepsi birbirine karışıyor kim kimdir ayırt edilemez hale geliyordu. Yok, hayır yanılıyordum Şefkati, Tanpınar olamazdı. Şefkati ayrıca kendine bu mektupları yazamazdı. Yazabilir miydi, ya Anna? Siyah kadife elbisesinin yakasına iliştirdiği bir demet minik viyoletiyle, kızıl saçları lâcivert gözlerindeki nefretle müdür Sami’nin yanında odaya girişi? ‘hanımefendi sizden şikâyetçi’ diyen o Clark Gable özentisinin onu böcek kadar sıradan, gözden çıkarılabilir, ezilip geçilebilir olmak anlamına getirmeye çalıştığı velinimetinim senin tavrı?
“Ne yaptım size, küçücük varlığımdan ne istediniz! Küçücük, senelerce, daima… Elveda Şefkati, hatıralardaki tek dostum!”
Son sayfadan başımı kaldırdığımda ‘gözyaşlarımın perdelediği devetabanımın yaprakları tir tir titriyordu.’ Rüya nerede başlar nerede biter, insan kendini nerede gerçekleştirirdi, Şefkati ben miydim yoksa? Ya çevremdekiler? Onlar aslında kim? Yüzleri gerçek mi? Kitabı yavaşça sehpanın üzerine bırakıyorum.
Şu anda tek isteğim, biran önce sokağa çıkmak. Kulaklığımı takıp Schumann eşliğinde Cağaloğlu’ndan Sultanahmet’e kadar yürümek, Filibe köftecisinde (yoksa Sultanahmet miydi?) soğanı bol piyazın yanında ızgara köfte yedikten sonra ne yapıp edip bir demet viyolet satın alarak Çarşıkapı’dan Gedikpaşa’ya ağır adımlarla inmek, Kumkapı sahilinde yosunlu taşlara oturup “Gülpembe solan akşam güneşinde” ufku seyretmek. Yedikule’ye uzanıp tren köprüsünden geçerken viyoleti parmaklıklara iliştirivermek.
Gönül Jilani