Geç de olsa katıldığım Facebook’da yazdıklarıma destek olur amacıyla edebiyat çevresinden sanal arkadaşlar edindim. Bazen hiç ummadığım benim gıpta edebileceğim kişiler arkadaşlık teklif ederlerken, bazen de tanımadıklarım tarafından dürtülmüyor değildim. Bir arada yirmili yaşlardaki erkek çocukları diyebileceğim arabesk tutkunu tipler dadansa da yasaklayıp kurtuldum onlardan. Günlük streslerden kopmak istediğim bir gün klavyenin başındayken üst üste gelen arkadaşlık isteklerine biri daha eklendi. Sinirlenmeye başladım. Her önüme gelenle arkadaş olamazdım ya. Biraz olsun sadece edebi gönderilere bakmak benim de hakkım değil miydi? Es geçmek üzereyken dikkatimi profil resmi çekince açıp baktım. Kimmiş? Arkadaşımın arkadaşı çıktı.
Profil resmi mavi bir at başı… İlginç; hem de çok. O da bunun farkında eminim. Kime arkadaşlık teklif etse hiç olmazsa merak uyandırması işten bile değil.
Duvarına göz attım. Arkadaş listesi beş binlere dayanmış. İmajı, edebiyata düşkün, gizemli. Kısa bir tereddüt sonrası hızla zihnimden Aman ne olacak? İşime gelmezse engellerim olur biter. Kabul et kızım arkadaşlık teklifini. Pimpirikli şey. Armudun sapı, üzümün çöpü diye kaldın evde bu yaşa dek. Hani bundan sana koca olmasını falan bekleme de ama biraz cesaretin olsun artık düşüncesi geçti.
Her gün ardı ardına gelen özel mesajlar… Daha doğru dürüst sohbet açmadan olduğu için bende biraz kızgınlık, biraz memnuniyet, biraz da şaşkınlık… Biraz da aldırmazlık. Açıp bakmaya bile değer vermezlik… Sadece iki gün sürebildi bu. İlgi hücumuna yenildim. Mesajların çoğu kısa öyküler içeriyordu. İçlerindeki inceden inceye hayranlık belirtilerini anlamamak imkânsızdı. Ne zaman Facebook’u açsam hemen sohbet teklif eder saatlerce yazışmaya başlardık. Artık benim ne şiirle, ne roman ne de öykü alıntıları okumakla işim olamazdı. Onunla yazışırken “Arada bir bakayım kim ne yazmış,” diyordum ama ne mümkün? Devamlı bir soru yağmuru. Ben de altta kalmamalıydım tabii. Tarafımdan da bombardıman altındaydı. Her yerine soru işaretlerimin sivri uçlarını batırıyordum. Yanıtları beni tatmin etmese de… Alt tarafı sanal bir görüşme. Etse ne olur etmese ne olur diye düşündüm ama zihnimin bir köşesi ona ayrılmıştı. Mavi başlı bir at, zihnimin kıvrımlarını tırısta dolaşıp dolaşıp yerine geçiyordu tüm günümü mahvederek. Sıkıldım bu işten. Kimse beni bu hale koyamazdı. Hem de tanımadığım biri. Beynim kendi düşüncesine kendi yanıt verdi. O zaman niye saatlerini ona harcıyorsun? Çıkar arkadaşlıktan. Bir daha da görüşme. I ıh söylemesi kolay. Alışkanlık mı yapmıştı bu adam ben de bilmiyordum. “Bekârım,” dedi. “Kırk beş yaşındayım.”
Şairlerden bahsediyoruz. Edebiyat en belli başlı konumuz olsa da özele girmeyi ikimiz de güya hissettirmemeye çalışarak pekâlâ da beceriyoruz. Benim profilimde gerçek adım varken onun adını bile vermemesi yazışırken ona nasıl hitap edeceğim sıkıntısı yaratıp bir yandan da nedir bu gizlilik yahu diye bir çekingenlik veriyordu. Bu çekingenlik içinde merak, heyecan, ilgi barındırırken kalbimin pırpırlarını duymazdan gelmek istiyordum. Çok gezen biriymiş. Gezdiği yerleri de ayrıntılı olarak bir rehber edasıyla anlatmayı güzel beceriyordu. Bazen sanki onunla beraber anlattığı yere gitmiş gibi oluyordum. Ben öyle gezen bir insan değilim. Zaten gezseydim birini bulur evlenirdim herhalde. Kısmetim olmadı mı oldu görücü usulü işler işte. Bir hamama götürülüp bakılmadığım kaldı. Daha damat adayları ile görüşmeden görücü gelen kadınların davranışları beni öyle sinirlendiriyordu ki son on senedir “Kimseyi istemem!” dedim anneme. Sabah kalkar kahvaltı falan derken ev işi yemek çamaşır akşam oluverir. Arada kitap okurum bol bol. İşte bir de bu Facebook var. Bana yetiyor.
Ha, bazen de çok samimi olduğum kız arkadaşımla çay bahçesine gideriz. Yani o kadar da ev kumkuması değilim. Tabii bunu söylediğimde bizim mavi başlı at gülen suratlar yollayıp bir de “Hah hah hah!” diye yazmasın mı? Benimki de hayat mıymış? Temizlik, yemek yaparak yaşanır mıymış? Bir sürü aşağılayıcı cümlelerden sonra, bir iki gün hiç açmadım interneti. Evet, sadece bir iki gün… İyi oldu. Beş yüze yakın mesaj atmıştı bu aralıkta. Ben de özrünü kabul etmeyeceğimi, hayatını alaya aldığı bir kişiyle niye görüşmeye devam etmek istediğini sordum. Gelen tatmin etmeyen yanıtlar derken biz yine saatleri klavye başında geçirmeye başladık. Aslında edebiyat konusundaki fikirlerimiz, okuduğumuz kitaplar, yazarlar, şairler o kadar uyuşuyordu ki. Ben babam yüzünden okula gönderilmemiş, içinde okuma ukdesi kalan biri olarak kendimi çok iyi yetiştirmiştim. Zaten edebiyata çok ilgim vardı. Eğer “Kız çocuğunun okumasından ne olacak zaten evlenip gidecek,” diyen babamı ikna edebilseydim bugün bambaşka yerlerde olurdum. Allah rahmet eylesin ama babama çok kızıyorum bazen. Bizim mavi başlı at profilin tüm ailesi ölmüş. Annemle yaşadığım için bana özeniyordu. Resmini yollamasını istedim. Veya görüntülü sohbet önerdim. “Bu haksızlık olmuyor mu? Sen benim bütün resimlerimi görüp kim olduğumu biliyorsun ama beni bir mavi başlı ata mahkûm ediyorsun,” dememe “Boş ver, gizemli olmak hoşuma gidiyor,” diye yanıt verdi. Ben de ona aklıma bin bir çeşit şey geldiğini örneğin onun kadın olup olmadığını nereden bilebileceğimi açıkça sordum. “Yok, artık o kadar da değil! At gibi bir erkeğim işte. Boşuna mı profilime o resmi koydum. Çevik bir erkek hem de. O kadar! Başka bir şey düşünüp o özel beynini de yorma,” dedi. Huzursuzluğumu bu cümlelerle bir iki ay kadar dondurdum ama yine acabalar zihnimde cirit atmaya başlayınca “Madem öyle bir gün buluşalım” deyiverdim. O da “Ben de aynı şeyi bugün sana teklif edecektim. Kabul ettirebilir miyim diye tereddüt ediyordum. Ne güzel önce senden duydum bunu. Ben sana adresi yazarım oraya gelirsin olur mu?” deyince “Niye ben senin verdiğin adrese geleyim ki bir kafede buluşuruz,” diye karşı koydum hemen. “Ev adresi vermeyeceğim herhalde. Bir sahil söyleyeceğim. Deniz kenarında oturmak dalgalara karşı konuşmak güzel olmaz mı? Senin gibi özel birine özel bir yer düşünüyorum; ısrar etmem sadece bundan,” deyince daha fazla karşı koyamayıp teklifini kabul ettim. Söylediği yeri zaten bildiğimden sorun yoktu. Sorun, o gün ne giyeceğimdi benim için artık. Bütün gardırobu boşalttım. Sonbahar olduğu için tabii ki üstüme bir pardösü giyecektim ama oradan mutlaka beni bir yere götüreceğini düşündüğüm için güzel bir kombin ayarlamalıydım. Dolaptakilerin hiçbiri gözüme hoş görünmüyordu artık. Bir an hepsinin birer paçavra gibi olduğunu hissettim. “Şunun yakasına bak var mı şimdi böyle yaka? Ya şu bluzun kolları ninemden kalmış model! Of kızım ya nostalji defilesine mi çıkacaksın?” Bir yandan söylenirken bir yandan da onları akşama kapıcıya vermek üzere torbalara tıkmaya çalışıyordum. Dolap yarı yarıya boşalmış ama bana bir faydası olmamıştı bu durumun. Ertesi gün alışverişe gitmemin şart olduğunu düşünerek kapakları hızla çarptım. Ha bir de ayakkabı sorunu vardı tabii. Evde oturuyorum diye giyimime kuşamıma hiç mi hiç önem vermediğim, ayakkabılarımı elden geçirirken yüzüme tokat gibi indi. Ayakkabıya uygun çanta da almalıydım ki bunun için de annemden yarın sabah mutlaka para koparmalıydım. Sabah bir iki öpüp koklamama dayanamayan annemin verdiği paraya elimdekini katıp mağazaları gezmeye başladım. At başının rengine bakacak olursak bizimki mutlaka maviden hoşlanıyordu. Siyah pardösümün altına giymek üzere mavi bir elbise aldım. Görür görmez bayıldım. Şifon olduğu için bu mevsimde tabii ki indirimdeydi. Ama öyle efil efil, yüreğim gibi uçuşuyordu ki. Pardösüm korurdu beni nasıl olsa dedim. Hem ne kadar duracaktık ki o sahilde. Ayakkabı ve çanta işini de kolayca hallettim. Genç kızlığımın başlarında bir çift ayakkabı için bir hafta dolaşan ben nasıl olmuştu da iki saatte bu işi kotarmıştım kendime hayret ederek eve döndüm. Her şeyden habersiz annem, durumdan memnun aldıklarımı çok beğendi. İçinde benim evleneceğime dair bir ışık belirdiği yüzündeki her mimikten anlaşılıyordu. Sade bir makyaj yapmalıydım. Erkekler bence fazla makyajı sevmiyorlar. Ellerim zaten bakımlıdır. Her şeyimle buluşmaya hazırdım artık. O gün biraz geç kalktım. İyice uykumu almalıydım. Yorgun bir suratla onun karşısına çıkmak istemiyordum ama aynaya bakınca hata yaptığımı anladım. Yüzüm gözüm fazla uykudan şişmişti. Buzluğa koyduğum kaşıklarla yaptığım kompreslerin yardımıyla kısa zamanda yüzüne bakılır hale geldim Allah’tan. İyi bir kahvaltı yapıp hazırlanıp çıkmayı düşünüyordum ama boğazımdan lokmaların geçememesine şaşırdım. Her zaman agopun kazı gibi yiyen bana ne olmuştu. İki bardak çayla yarım dilim ekmek kahvaltım olabildi. Nasıl olsa beni yemeğe götürür. Açlıktan ölecek değilim ya bugün de böyle olsun diye kendimi teselli ettim. Elbisemin fermuarını çekip aynaya baktığımda sen neymişsin be kızım dedirtecek aksim gerçekten hoştu. Kendimi çok beğenmiştim; birisi de beğenir miydi acaba? Buluşmamıza saatler vardı ama daha fazla duramadım evde.Tarif ettiği sahile gittiğimde artık iyice tenhalaştığını gördüm. İn cin top oynuyor deyimi sanki burası için söylenmişti. O kadar uğraşıp fön çektiğim saçlarım, amansız rüzgârın bombardımanıyla beni sanki cadı görünümüne sokmaya çalışılıyordu. Tüm emeklerimin mahvolmuştu. Bari makyajım etkilenmesin, rimelim akmasın bu doğa şiddetinden diye dua edip duruyor ara ara minik aynamla yüzümü kontrol etmekten kendimi alamıyordum. Rüzgâr, saçlarımı canının istediği şekle sokarken iliklerimi de es geçmiyor ta oralara kadar donduruyordu beni. Dalgalarsa, lacivert maviliklerinin kenarlarını beyaz köpüklerle oyalamalarının verdiği yılışıklıkla kıyıya gidip gelirlerken ara sıra canavarlaşıp sahildeki banklara yayılmaya kadar götürüyorlardı işi. Birden içimde hissettiğim çılgın ürpermenin deli rüzgârdan, kudurmuş dalgalardan veya iliklerime kadar donduran soğuktan olmadığını fark ettim. Tarif edemediğim bir şey beni huzursuz etmişti. Üstelik bu huzursuzluk normalin çok üstündeydi. Buluşma yerine erken geldiğim için kendime kızadurayım rüzgârın yaladığı giyeceklerimden açıkta kalan yerlerim de bana kızıyorlardı. Renklerinin neredeyse mora dönmesinden kolayca anlaşılıyordu bu. “Salak, ne vardı bu it ürümez kervan geçmez misali yere erkenden gelecek, keşke pantolon giyseydim diye düşünürken buluşma saatine kalan otuz dakikayı nasıl geçirebileceğimi anlayamıyordum. “İnşallah o da erken gelir hemen buradan gideriz, mavi kafaya uyarsan böyle olur işte!” diye söyleniyordum. Belki o da buranın mevsimin dönmesinden dolayı böyle olacağını tahmin etmemiştir diye onu temize çıkaracak düşünceler de geçirmiyor değildim zihnimden. Yaptığımız yazışmaları düşündüm ellerimi hohlayıp hohlayıp koltuklarımın altına kıstırarak. Ayakta geçen dakikalar… Pişman mıyım buraya geldiğime. Yo değilim ama bu rüzgâr ve soğuk canıma okudu açıkçası. Onun için sadece erken geldiğime pişmanım meraklı Melahat gibi. Normal bir hava ve ortam olsaydı yüreğimin pırpırlarını hissedeceğime emindim oysa şimdi sadece parmak uçlarımın nerede olduklarını düşünüyordum. Bir de o yakası göğüs çatalıma kadar açık, bol fırfırlı mavi şifon elbisemin yedi sülâlesine okuyup duruyordum tabii.
Birden az ilerde beliren arkası dönük bir adam… Siyah paltosunun geniş yakalarının yukarı kaldırmış, kenarlıklı şapkasını iyice aşağıya indirmiş. Facebook’un Mavi Başlı At profil resimli adamı olabilir miydi? Ne taraftan geldi, ben nasıl görmedim diye hayret ettim. Soğuktan hiçbir şeyi algılamaz olmuştum herhalde. Bu şapka falan kesin oydu gelen. Evet,oydu, oydu. Gizemi seviyor ya; burada da yapayım bir hoşluk demiş işte. Sormamıştım; inşallah arabası vardır bir an önce buradan ayrılırız etrafta araba falan da gözükmüyor ama biraz sonra bu sahilde buluşmanın acısını çıkaracağım zaten ondan tesellisindeydim. Cânım kafelerin suyu çıktı sanki. Bir saattir çektiğim ıstırabın haddi hesabı yok. Bak hala gizem yapıp arkası dönük kıpırdamadan duruyor. Ben mi gideceğim yanına? Aman, tamam gideyim de ya o değilse gelen. Allah’ım ne saçmalıklarla uğraşıyorum. Ne yapalım kendi düşen ağlamaz derler benimki de o hesap. Senin neyine lazım Facebook’tan tanımadığın bir adamla böyle sahillerde buluşmak. İlla koca bulman şartı mı? Gazetelerde, televizyonlarda görmüyor musun bu yüzden kızların başına neler geliyor. Bir anda zihnimden geçen düşünceler oradaki tipe de ulaşmış olacak ki “Yok o öyle biri değildir!” olarak geri gönderildi. Tamam, artık oyuna son, yanına gidiyorum.
– Merhaba çok beklettin; ama sensin değil mi? Mavi başlı at.
– Vakit çok önemli. Bir saniye bile şaşmam. Ben tam vaktimdeyim. Sen erkencisin.
– Hâlâ mı gizem? Böyle mi konuşacağız? Döner misin lütfen?
– Söylemiştim sana gizemi severim diye. Böyle kabul etmedin mi beni?
– Tamam ettim, ettim de, e bu kadarı da fazla oldu yani. Hadi artık dön yoksa ben önüne geçeceğim. Zaten bir saattir dondum. Dön de bir an önce gidelim buradan. Daha burada buluşalım diye tutturmanın hesabını soracağım senden. Aslında dönerken yavaşça reverans yapar gibi eğilip şapkasını çıkarmasını bekledim bir an. Ne güzel olurdu öyle bir şey yapsaydı. Bir odun misali dönmeye başlayınca hayâl ettiğimin sadece romanlarda, masallarda olabileceğine iyice inandım. Kaba saba bir adam olduğu hissi hemen sardı beni. Çok yavaş dönmeye başlayınca bu kadar yavaş dönen bir odun da görmedim diye içimden bir espri patlatmak geldi. Belki de elinde bir demet çiçek vardı da onun için böyle hareket ediyordu. Bir anda adama odun dediğim için utandım. Bir iki saniye sonra kucağımda olacak çiçeklerin kokusunu şimdiden almış gibi gözlerim yarı kapalı bekliyordum. Nihayet bana tam olarak döndü ama henüz şapkasının yüzünden suratını göremiyordum. Elinde çiçek falan da yoktu. Hep kötüyü düşün zaten başına iyi bir şey geldi mi sorusu bir saniyede geçiverdi zihnimden. Çünkü yarı kapalı gözlerimi yerinden fırlatacak bir şey gördüm geniş kenarlı şapkasının altında. Suratının bir bölümü… İnanamıyorum adam üşenmemiş, maviye boyamış yüzünü. Bu ne mavi aşkı yahu! Değişik bir jest yapayım demiş ama işin cıcığını da çıkarmış yani. Ben böyle sulu erkeklerden hiç hoşlanmam. Bana da hep böyleleri düşer nedense. Hayret ve sinirden fal taşı gibi açılmış gözlerimin dikkati, mavi renkten detaylara inince, yüzünün normal bir insan suratı olmadığını anlamam çok zor olmadı. Görebildiğim kadarıyla bu bir at başı olabilirdi. Mavi bir at başı… Zaten şapkasına eli gidip çıkardığında sadece bir saniye gördüklerimin doğru olduğunu anlamama yetmişti. Gözlerimi açtığımda karşımda aynı şeyi görünce tekrar kendimden geçtiğimi anımsıyorum sadece. İkinci ayılışımda daha iyiydim ama ne kadar. Banklardan birine uzatılmış yatıyordum. Yüzüm gözüm ıslak. Bütün kaslarım kasılmış. Karşımdakine gözlerimi dikmiş öyle bakarken buldum kendimi. Konuşmaya çalışıyordum ama sesim çıkmıyordu. Bir an sesimi kaybettiğimi düşündüm. “İyi misin?” dedi. Başımı salladım. “Sana bunu söyleyemezdim. Benimle buluşmazdın o zaman,” Ben hâlâ başımı sallamaya devam ediyordum. Kalkıp uzaklaşmak istiyordum ama buna hiç gücüm yoktu. Zaten üzerime eğilmiş duruyordu. Bugüne dek normal bir ata bile bu kadar yakın olmamış ben, mavi bir at başı ile göz gözeydim. Onun uzun kirpiklerinin çevrelediği gözleri gayet normal bakıyor ama benimkiler nasıldı? Artık ne rüzgârı ne soğuğa hissediyordum. Bu nasıl olabilirdi? Bir insan kafası büyüklüğünde at başı… Rüyada olabileceğimi düşündüm bir an ama yok rüya değildi bu. Gözlerinden kendimi zorla alıp dişlerine baktım. Ne kadar düzenli dizilmişlerdi o kocaman ağzının içine. Bütün bedenimin titrediğini hissettim belki de yeni başlamıştı bu titreme çünkü uzun siyah paltosunu çıkarıp hemen üstüme örttü. “Benden korkma!” dedi. “Ben buyum işte. Zaten senden saklamadım. At gibiyim demiştim sana,” Sesi mikrofonik ve çok etkileyiciydi. Öteden beri sesi güzel erkekleri çok beğenirim. Neler düşünüyorum ya, bu erkek mi? Böyle bir şey nasıl olur? Ama gerçekten başının altından itibaren her şeyi normal bir insan olarak gözüküyordu. Onu gördükten sonra bundan sonraki hayatımda çok şüpheci olacağımı düşündüm. Bir ara nabzımın çok fazla attığını hissettim. Hâlâ konuşamıyordum. Beni yavaşça kaldırıp oturttu. Tekrar üzerimdeki paltosuna beni sararak yanıma oturdu. Böyle bir varlığa, hatta yaratığa yakın olmak… Bazen masallarda, çizgi filmlerde bazen de fantastik filmlerdeki yaratıklardan biri yanımdaydı işte ve benimle konuşuyordu. Elini omzuma attı. Tepki veremedim. Sanki biraz korkum geçiyordu. Yazışmalarımızı düşündüm. Nihayet ağzımdan bir sözcük çıkarabildim. “Nasıl?” “Nasıl böyle oldun diyorsun değil mi?” diye tamamladı sözlerimi. “Her şeyi anlatacağım sana ama buradan uzaklaşalım bak seni ıslak banka yatırmak zorunda kaldım. Zaten beni beklerken üşümüşsün hasta olmanı istemem,” Uzun yıllardan beri, annemden başka biri hasta olurum diye kaygılanıyordu. N’olurdu gövdesinin üzerinde bir at başı olmasaydı. Ayağa kalktık. Benden bir hayli uzun olduğunu ilk görüşte anlayamadığımı o zaman fark ettim. Koluna girmem için işaret etti. “Fotoğraflarından çok daha güzelsin,” deyişi ruhumu ısıttı bir an. Başına tekrar şapkasını taktı. “Şimdi seninle Mavi At Başlılar Diyarı’na” gideceğiz. Beni görüyorsun. Sana benden zarar gelmeyeceği gibi orada yaşayanlardan da zarar gelmez,” Olmaz anlamında kafamı salladım. Kolundan çıkmak istediğimde diğer eliyle engel oldu. “O kadar kişi arasından seni seçtim ben. Sen benim için yaratılmışsın. Seni kaybetmeyi göze alamam. Beni zaten tanıyorsun. Karakterimi öğrendin, her şeyimi biliyorsun. Beni sevdiğini de biliyorum çünkü ben de seni çok seviyorum. Hayatımın kısrak yüzlüsü sen olacaksın,” Biraz önce kaybolmaya yüz tutan korkum geri gelmişti. “Ol- maz!” heceleri uzun aralıklı olarak çıktı ağzımdan “Nereye götüreceksin beni? Gelmek istemiyorum! Annem merak eder, bırak gideyim. Kimseye bir şey anlatmam. Beni unut! Sevmiş bile olsam senin gibi bir yaratıkla yapamam,” “Ne yani bedenimin üstünde bir insan kafası olsaydı her şey değişir miydi? Seninki şekilcilik değil de ne?” der demez direnmem gerektiğini emreden beynim sesime destek verdi. Olanca gücümle bağırdım. “Sen beni aldattın. Söyleseydin böyle olduğunu ben gelir miydim buralara? Daha nasıl böyle bir duruma düştüğünü bile anlatmadan beni alıp gitmek istiyorsun. ‘Doğuştan mı böylesin?’ desem olamaz. Gazetelerde falan haberin çıkardı. Sonradan olduysa nasıl oldu da böyle oldun söyle anlat. Madem bu safhaya geldik her şeyi anlatacaksın,” Bağırmam korkumu alıp götürmüştü. Ellerim konuşmama eşlik ederken yorulmuş iki yanıma düşmüştü. Ona baktım. Çok sakin, çok huzurlu bir hali vardı. Sanki aradığı her şeye kavuşmuş olmanın huzuru o at yüzünden bile anlaşılıyordu. Böyle bir şey olabilir miydi? Elleri gerçekten kırk beş yaşında olduğunu gösteriyordu. Hadi elli diyelim. Yaşını doğru söylemişti kesin. Bir tek yaşla iş bitmiyordu ki. Bu suratı ne yapacaktık? Bu kulakları? Ya bu burunu? Zihnim, oyun üstüne oyun yaratıp bana yolluyordu. Hani bazen kör bir adam da olsa seversem evlenirim diyordun diye. Evet, bir zamanlar öyle düşünmüştün. E, bunun gözü de görüyor. Üstelik çok güzeller. “Ama at işte at!” diye zihnime okkalı bir cevap yollamakta geç kalmadım.
O ise beni çoktan kucağına almıştı. Kulağıma, “Korkma sevgilim, mavilikler ülkesi bizi bekliyor,” diye fısıldadı. Nefesinden mavi bir yol açıldı gökyüzüne doğru. Kollarımın boynuna dolandığını fark ettiğimde mavi yolun ilk tabelası bizi karşıladı.
Mavi At Başlılar Diyarı’na Hoş Geldiniz
Sevgi Ünal