Babam Salih Fuat Erayda için…
Kim fısıldamıştı kulağıma? Macbeth’in cadıları mı yoksa? Nasıl bu kadar emin olabilmiştim?
Halının üstünde neden yatıyorsun öyle boylu boyunca? Sımsıcak gülümsemen ilk kez donmuş dudaklarında. Ambulans sireniyle yoldaki araçlara, annem dualarıyla kadere, önünü açması için yalvarıyor. Gitme, daha çok erken. Sana günler, geceler boyu çay demlerim. Söz seni sorularımla sıkıştırmam, neyi istersen onu konuşuruz. Gitme. Gözlerin neden açık?
Sesler yavaş yavaş uzaklaşırken, sen yaklaşıyorsun. Bölük pörçük izler, belleğim doğrusal bir yol izlemiyor. Ne bir başlangıç ne de son.
Hatırlayabildiğim ilk oyuncağım, senin aldığın müzisyen fil. Elimden düşürdüm, kırıldı. Bankadaki arkadaşın onu çok uzak ülkelerden getirmişti. Üzülme yenisini alırım derken, gözlerin mi doldu?
Annem sana “Paşam,” diyor. Paşam şunu mu yapsak, paşam bunu mu yapsak. Mahallemize yeni taşınan emekli albay günün birinde seninle karşılaşır karşılaşmaz, hazır ola geçip, emrinde olduğunu söylüyor. Durumu açıklayıncaya kadar akla karayı seçiyorsun. Hiç hoşlanmıyorsun bu emir, komuta işlerinden değil mi?
Ele avuca sığmaz bir çocuğum. Yumrukladığım oda kapısının kırılan buzlu camı bileğimi kesiyor. Ömrüm boyunca izini taşıyacağım sol kolumdaki derin yarığı acildeki doktor dua eder gibi “Ucuz kurtulmuş, ucuz kurtulmuş” diye mırıldanıp dikerken, başımı usulca okşuyorsun. Hiç kızmaz mısın?
Öğretmenim, babası zengin olan çocukları seviyor. Beni anlıyorsun değil mi?
Çok az konuşuyorsun. Yolda yürürken tuttuğun elimi hiç bırakmayacağını anlatmayı nasıl başardın?
Kitapları dinlemeyi çok seviyorsun. Koltuğuna oturmuş, yeni bir tanesini okuyorsun. Neler söylüyorlar o kocaman sayfalar?
Ali Rıza amca, bize her gelişinde verdiği vaazlara rağmen bir türlü namaza başlamadın diye cehennemin dibine gideceklerin başında olduğunu söylüyor. Hiç bir şey söylemeyecek misin?
Terasta volta atarken kendi kendine konuşuyorsun. Neler üzüyor seni?
Tarih öğretmenimin anlatamadığı her şeyi kafama sokuyor, dersi sevdiriyorsun. Üniversitede, bitirme tezi mülakatında başına gelenleri annem anlatıyor. Boş ver, sen benim tarih profesörümsün. Bunu hiç söyledim mi sana?
Çocukluğunu, babanı, anneni her şeyi merak ediyorum. Neden anlatmak istemiyorsun?
Belediyeye düzenli olarak tarihi yerlerin değerlendirilmesi ile ilgili düşüncelerini anlatan mektuplar yazıyorsun. Belediye başkanından ıslak imzalı teşekkür mektubu geliyor. Haliç’le ilgili yazdıklarına cevaben. Evde bir bayram havası. Seninle gurur duyuyorum. Bunu da söylememiş olabilir miyim?
Aşağı mahalledeki bakkal çok sinirli. Dükkânına gelen her müşteriyi azarlamasından çoğu komşumuz ondan ayağını kesti. Neden hâlâ aksi bakkaldan da alış veriş yapmaya devam ediyorsun?
Çay denince senin için akan sular duruyor. Doktor fazla içmemeni mi söylemişti?
Lodos şiddetlendiğinde evimizin pencereleri zangır zangır titremeye başlıyor. Yatağımın yanındaki cam şişiyor sanki. Patlayacak diye korkup, çocuk aklımca dakikalarca ellerimle tuttuğum cama güya destek oluyorum. Sonra senin varlığını hatırlayıp; rüzgârı dinmiş olan korkumdan, tatlı uykuma zıplıyorum.
Woody Allen’ın -Zelig-‘ini nasıl da belgesel diye izlemiştik? Bittiğinde arka jeneriği okurken nihayet kurgu olduğunu anlayıp, evimizi kahkahalarımızla doldurmuştuk. Bukalemun adama beraber inanmak çok komikti değil mi?
Okulumu bitirip, diplomamla yanına geldiğimde sımsıcak gülümsedin, “Aferin,” dedin. O kadar. Ne abartılmış bir iltifat ne de hata yaptığım zamanlarda vurgulanmış bir yergi. Her şey olağan ve yolunda mı senin için?
Arkadaşlarımın çoğunun dedesi senin yaşlarında. Evden çıkarken “Selametle” yi de, “bye bye” ı da duyuyorum senden. Herkes böyle konuşur, değil mi?
Sehpayı, okunmuş gazetelerden yaptığın irili ufaklı kayıklarla dolduruyorsun. Senin gibi düzgün katlayamıyorum. Kayığım hep yamuk yumuk oluyor. Nasıl bu kadar güzel kâğıttan kayıklar yapabiliyorsun?
Çalıştığın bankanın yeni yıl hediyesi olan ajandaların. Her yeni yıl özenle başına annemin, benim ve kardeşimin isimlerini yazıyorsun. Diğer sayfaların tamamını borçların dökümüyle dolduruyorsun. Başka bir şey yazmak istemiyor musun?
Doktor, “ex,” diyor. Ömründe ilk kez duyduğu bir kelimenin anlamını nasıl da anlıyormuş insan? Son bir kez görmek için yalvarıyorum. Ölüyle ne işin var deyip arkasını dönüyor. Sen de beni görmek istemez miydin?
Mahalledeki çocuklarla “Benim babamın ustalığı” oyununu oynuyoruz. Diğer babalar öfkelenmekte, terzilikte, dayak atmakta, aşçılıkta, içki içmekte, müdürlükte, paraya para katmakta, annelerinden başka kadınlarla muhabbette, araba kullanmada ustalıklarını ispat etmişler. Sıra bana geliyor. Çok düşünüyorum neyin ustası olduğunu. Sözcükler neden sonra dudaklarımdan dökülüyor. “Benim babam kâğıttan kayıkların ustasıdır,” diyorum. Onları çok güldürüyorum.
Halam depresyona girdiği o koca bir yıl boyunca istisnasız her gün sabah 04:00 de bize geliyor. Artık sayesinde finallere çalışmak için saatimin alarmını kurmuyorum. Derslerimin arasında onu oyalamak için anlattığın tarihsel hikâyelere kulak veriyorum. Tarih tekerrürden mi ibaret?
Son zamanlarda yürürken attığın adımlar küçüldü sanki. Neden doktora kalbini kontrol ettirmek için gidiyorsun?
Bayram günleri evimiz anneannemin elini öpmek isteyen yakın, uzak akrabalarla dolup taşıyor. Kalabalığın arasında seni arıyor gözlerim. Yine bir köşeye çekilmiş, kayıklarınla baş başasın.
Mezar yerin olarak belediye şehrin neredeyse dışında bir yer gösteriyor. Annem ağlıyor, oralara gidemem diye. Aksi bakkal taziyeye geliyor. Ona her zaman iyi davrandığını söylüyor utanarak. Sorunumuzu işitip, çok sevdiğin Kanlıca’da yer ayarlıyor senin için. Deniz çok güzel değil mi?
Sen musalla taşında yatarken, yanı başında amcamlayım. Tanıdığım tek dürüst insandı diyor senin için. Sonra yanıma gelen çok kişiden duyuyorum bunu, Ali Rıza amcadan bile. Bunca insan arasında, yaşarken sana bunu söyleyen, hissettiren oldu mu hiç?
Pazar günleri annemin de senin de mesainiz yok. Domates soslu sosis ve patates kızartmalı enfes yemeğimizi yedikten sonra doğruca Süreyya sinemasında alıyoruz soluğu. Balkonda oturmuş o haftanın filmini izlerken, gözleri kör olan Cüneyt Arkın’a ağlıyorum. Peki, sen film hakkında neler düşünüyorsun?
Çok az konuşan sen ve konuşmayı çok seven tek arkadaşın Behzat amca. Hayatın şaşırtan tezatlıklarla dolu, değil mi?
Her yaz on beş günlüğüne gittiğimiz, çalıştığın bankanın Bayramoğlu’ndaki dinlenme tesisindeyiz. Çamlığın ve krem karamelin kokusunu duyuyorum. O suratsız baş aşçıdan birkaç tane krem karameli alıp da odamıza nasıl getiriyorsun?
Terasta, üç ayağın üzerinde duran fotoğraf makinamızın otomatiğini kurup koşarak yanımıza geliyorsun. İçimden altmıştan geriye doğru sayıyorum. Bazen bir şeylerle oyalanıyorsun. Endişeleniyorum yetişemeyeceksin diye. Çabuk gel yanımıza. İki, bir, sıfır ve “çıt” bir fotoğraf daha. Hiçbir zaman geç kalmadın.
Yanındayım işte. Macbeth de cadıları da halt etmiş! Sapa sağlamsın. Gazetenin vereceği yeni bir tarih ansiklopedisinin kuponlarını heyecanla kesiyorsun. Kâğıttan kayıklar evin her yerinde. Usulca sana sokuluyorum. Başımı göğsüne yaslıyorum. Bunun son olacağını bilemezdik değil mi?
Yazın cehennemi, kışın kutupları yaşadığımız teras katımızdayım. Artık benim denize açılma zamanım. Kollarımı iki yana açıp hiç düşünmeden, gençliğimin cesaretiyle ayaklarımın altında uzanan dingin suya bırakıyorum kendimi. Yaptığın ilk kayık imdadıma yetişiyor. Kıyıdan açılıyorum. Başta gökyüzü sakin. Sonra her şey değişiyor. Deniz içten içe kaynamaya başlıyor sanki. Şimşekler çakıyor, hızını kesmeyen rüzgar oradan oraya savuruyor kayığımı. Deniz baştaki uysal huyunu çoktan unutmuş, çıldırmış gibi. Tam bitti artık, batıyorum dediğim anda başka bir kayık gönderiyorsun. Bilmediğim adalara, kıyılara uğruyorum. Tekrar denize açılıyorum. Kayalar çıkıyor önüme. Yolumu kesseler de, kayığımın su almasına sebep olsalar da hep yenilerini gönderiyorsun. Ne kadar da çok kâğıttan kayık yapmışsın.
– Suda parçalanıp, batmaz mı? Nereye gitmek isterdin?
– ……….
– ………., haydi baba!, dokuz, sekiz, … , üç, sensiz fotoğraf olmaz!, iki , baba!, bir, baba!, sıfır……….
Gülayşen Erayda