2017 yılının Temmuz ayındaydık. Bir saatlik otobüs yolculuğunun ardından Amasya’ya ulaştık. Amasya bizi şehri ikiye bölen Yeşilırmak’ın bulanık sularıyla ve son derece heybetli dağlarıyla karşıladı. Irmağın iki yanında sıralanmış yollardan yürüyen insanları görüp, yüzlerce yıllık tarihiyle ve bütün ihtişamıyla dimdik ayakta duran bu şehre karşı ne kadar kayıtsız olduklarını düşündüm. Hava oldukça sıcaktı. Yaz aylarında Amasya’nın etrafını çeviren kayaların da etkisiyle sıcaklık olduğundan yüksek hissediliyor ve insanı bunaltıyordu. Yol arkadaşlarımla birlikte şehrin içine doğru yürümeye başladık. Irmağın yakınında sıralanmış tarihi camileri geçtiğimizde şehrin kalabalığı ve keşmekeşi bizi çoktan sarmıştı. Amasya’da pazar kurulması nedeniyle giderek artan kalabalıktan bir an önce sıyrılmak istiyorduk. Ara sokaklar dar olduğu için çok fazla seçeneğimiz yoktu. Araç ve yaya trafiğinin yoğun olduğu yolu kullanarak Kral Mezarları’na gidebilmek için yürümeye başladık. On dakikalık bir yürüyüşün ardından şehrin kalabalığından çıkmış, Yeşilırmak’ın üzerinde bulunan büyük bir köprüden geçerek ırmağın kenarında sıralanan konakların bulunduğu yere ulaşmıştık. Konakların arasında bulunan yoldan mezarlara doğru yürümeye başladık. Mezarlara çıkan yola geldiğimizde sıcak kendisini iyice hissettirmeye başlamıştı. Üzerimizdeki kıyafetler terden sırılsıklam olmuştu. Hediyelik eşyaların satıldığı pazarı geçerek mezarlara tırmanmamız için yapılmış merdivenlerden yürümeye devam ettik. Son derece dik bir dağ olan Harşene dağının güney yamacında bulunan kalker kayalara yapılmış mezarlar için açılmış oyuklar, yürürken hemen dikkatimi çekiyordu.
Yaklaşık dört arkadaşla çıktığımız bu gezide, kayaların arasına yapılmış merdivenlerden çıkarken, soluklanarak yürümeye çalışıyorduk. Mezarlara girişin bulunduğu yolun az ilerisinde Amasya’yı yüksekten gören küçük bir tepe vardı. İki tarafı taşlarla örülmüş bir zemin üzerinde yükselen bu tepeden şehrin her tarafını görmek mümkündü. Muhteşem doğası, uçsuz bucaksız sıralanan dağları ve tepelerin hemen altına yapılmış tarihi evleriyle şehir bir başka güzel görünüyordu bize. Yeşilırmak’ın akıp gittiği yolu, şehrin her tarafında bulunan binaları, camileri ve birçok tarihi eseri rahatlıkla görebiliyorduk.
Mezarların bulunduğu yere gidebilmek için girişteki gişeden biletlerimizi aldıktan sonra demirden merdivenleri tırmanmaya başladık. Son derece dik kayalar üzerine kazılmış mezarların bulunduğu yere ulaştığımızda büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Mezarların yerleri belirgin bir şekilde görülüyordu ancak mezarlardan eser yoktu. Araştırmalarım sonucu bu mezarlardan 21 adet bulunduğunu ancak bunlardan sadece birkaçının günümüze kadar geldiğini öğrendim. Helenistik dönemde yaşayan Pontus krallarına ait Kral Kaya Mezarları, Amasya’nın başkent olduğu dönemlerde yapılmıştı. Bir dönem hapishane ve cezalandırma mekanı olarak da kullanılan bu mezarlar, 1075’te Amasya’yı fetheden Melik Ahmed Danişmend Gazi tarafından kaldırılmıştı. Mezarların nereye götürüldüğü bilinmiyor.
Hediyelik eşyaların satıldığı pazarda küçük bir tur atıp, Amasya’yı hatırlatan birer hediye almayı da ihmal etmedik. Tezgahlarda özellikle kadınların ördüğü her renk ve tonda kıyafetlerin yanı sıra, sofra bezleri, masa örtüleri, çeşitli şekillerde üzerinde elma simgesi olan anahtarlıklar, aynalar ve çeşitli biblolar vardı. Pazardan çıkıp Şehzade Konakları’na doğru yürümeye başladık. Amasya Belediyesi tarafından restore edilmiş tarihi evlerin arasında kıvrılan taş döşeli yoldan ilerleyerek konaklara gittik. Burada da tarihi değerlerimize ne kadar haksızlık edildiğini kendi gözlerimizle görüp, şaşırdık. Tarihi konakların bir kısmı Yeşilırmak’a sıfır seviyede olmasına karşın, çeşitli otellere kiralanmış ve tarihi dokusundan uzaklaştırılıp, ticari bir metaya dönüştürülmüştü. O zaman Amasya Belediyesi’nin de bu işte büyük payının olduğunu düşünmeden edemedim. Daha fazla turist çekmek isteğiyle yapılan bu hamleler, tarihsel dokuya da geri döndürülemez zararlar verirken, tarihi değerlerle aramıza da kalın duvarlar çekiyordu.
Otelleri geçtiğimiz zaman ziyarete açık olan iki konaktan biri olan Şehzade Konakları’na gittik. Kapıdaki görevlilerden biletlerimizi aldıktan sonra Osmanlı şehzadeleri Şehzade Mustafa ile beş şehzadenin kaldığı konaktaki yaşamı yakından gözlemleme imkanı bulduk. Konağın alt katında balmumundan yapılmış heykellerin bu şehzadelere ait olduğunu, önlerinde kitap konulabilen içe doğru kavisli tahtaları kullanarak hocalarından eğitim aldıklarını öğrendik. Şehzadeler bu konaklarda hem Amasya’nın korunaklı bir coğrafi konumu olması vesilesiyle kalıyor, hem de saraydan uzak tutularak olası iktidar kavgalarının önüne geçiliyordu. Yerlere çeşitli renklerde hasırdan halılar serilmişti. Yerdeki renk cümbüşü konağın alt katına etkileyici bir hava veriyordu. Şehzadelerin hizmetini görenlerin de temsil edildiği balmumumdan yapılmış heykeller de hemen dikkati çekiyordu. Konakta şehzadeler ve hizmetkarlar tarafından kullanılan çeşitli eşyalar da dolaplarda korunaklı bir şekilde sergileniyordu.
Konaktaki gezimizi tamamladıktan sonra halkın yaşadığı bir başka konağı da ziyaret etme imkanı bulduk. Konaktaki kadınlarla, erkeklerin balmumundan yapılmış temsili heykellerinin bulunduğu alt salonda bir arada oturulup sohbetlerin yapıldığı salon ilk göze çarpan şeydi. Hasır yastıklarla divanın üzerine örtülen kumaşların çeşitli renklerde işlemelerle kaplı olduğu bu salonda, kadınların el emeği göz nuruyla yaptığı rengarenk işlemeler ortama hoş bir hava katıyordu. Üst kattaki odalarda kadınların kullandığı dokuma tezgahları en dikkat çekici aletlerdendi. Evde kullanılan mutfak eşyaları da küçük camlı vitrinlere özenle yerleştirilmiş, ziyaretçilere teşhir ediliyordu. Cam kenarlarında başörtülü kadınların divana oturduğu temsili heykeller ile çeşitli renklerdeki perdelere güneş ışınları yansıyor ve konaktaki atmosfere farklı bir hava katıyordu. Odadaki ışık ve renk cümbüşünden etkilenmemek mümkün değildi. Sanki yüzlerce yıl geriye gitmiş ve odalarda dolaştıkça bu insanların arasına karışıp o tarihlerdeki yaşamın bir parçası olmuştuk. Bu etkileyici atmosferde birkaç dakika sessizce durup, etrafı gözden geçirmek hoşuma gitmişti.
Konaklardan ayrılıp, yan yana ve sırt sırta inşa edilmiş konakların arasındaki yoldan yürüdük. Amasya’nın kendine has mimarisi olan bu evlerin, Neolitik dönemlere kadar giden bir kültürün parçası olduğunu da Amasya’yı tanıtan broşürlerden öğrenmiştim. Şehrin iki yanında sıralanmış heybetli dağları ve dağların eteklerindeki çam ağaçlarını gördükçe Osmanlı dönemindeki saltanat yıllarına gitmememiz mümkün değildi. Araştırmam sırasında Harşene dağı ile Kızlar Kayası mevkiinde 2016 yılında yapılan kazılarda, Osmanlı dönemine ait taş döşeli sokakların kalıntıları ile mimari yapılar olduğuna dair kanıtlar bulunduğunu öğrendim. Ancak bu bölüm henüz ziyarete açılmadığı için görme imkanı bulamadık.
Amasya’ya gidip de Osmanlı’nın ilk kadın şairlerinden olan Mihri Hatun ile Zeynep Hatun’dan bahsetmemek olmaz. Zeynep Hatun, 15.Yüzyıl’da yaşamış divan şairlerindendir. Doğum tarihi bilinmeyen şair 1474 yılında ölmüştür. Çağdaşı Mihri Hatun’la şiirler aracılığıyla dile getirdikleri latifeleri ve karşılıklı atışmalarıyla bilinir. Zeynep Hatun şiirlerinde, bir şair olarak kabul görebilmek için, arzularının merdane (erkeğe yakışan, mertçe) olmasını, tıpkı alçakgönüllü bir erkek gibi bilge olmak istediğini belirtir. Kadının isteklerini, açgözlülük olarak nitelendirerek dönemindeki kadınların aşağılık konumundan sıyrılma isteğini anlatan şiirler yazmıştır. Zeynep Hatun, yumuşaklık, sevecenlik gibi kadına özgü bazı değerleri, zayıflık ve ruhsal eksiklik olarak nitelendirmiştir. Aşık Çelebi, “Mesairus Şuara” adlı kitabında, Zeynep Hatun’un yaşamının son döneminde şiiri bıraktığını ve inzivaya çekildiğini belirtir. Bazı kaynaklara göre ise evlendikten sonra eşinin isteğiyle şiirden uzaklaştığı anlatılmaktadır. Mihri Hatun ise 1460 ya da 1461 yılında Amasya’da doğmuş, 1506 yılında yine burada ölmüştür. Hiç evlenmemiştir. Sultan 2.Beyazıd ve oğlu Şehzade Ahmet’in Amasya Valiliği döneminde dönemin bilgin ve sanatçılarının meclisine katılmıştır. Güzelliğiyle ün salan Mihri Hatun, sade bir dille yazdığı kaside ve gazelleriyle tanınır. Diğer kadın şairlerin aksine aşkı şiirlerinde çekinmeden anlatmasıyla bilinir. Yaşadığı aşklarla da bilinen bir şairdir. Şair Sennur Sezer de “Türk Safo’su Mihri Hatun” adıyla bir kitap yazarak şairin hayatını anlatmıştır. Gezimiz sırasında yaptığım araştırmada her iki kadın şairin Amasya’da yaşadıkları dönemden kalan bir ev ya da konak olduğuna dair bir herhangi bir bilgiye ulaşamadım.
Yeşilırmak’ın üzerinde bulunan köprüden geçerken ırmağın hemen kenarında duran temsili bir şehzade heykeli dikkatimizi çekti. Turizmle ticaret arasındaki ince çizgiyi kaçıran Amasya Belediyesi burada da yapacağını yapmıştı. Şehzadenin elinde bir cep telefonu, arkasında Yeşilırmak ve ırmağın kenarındaki tarihi konakları görüntüleyecek şekilde selfi yapıyordu. Bu görüntüyü görünce bulunduğum yerde irkilmedim dersem yalan söylemiş olurum. Teknolojiyi şehzadelerin yaşamlarının ta içine sokan bu anlayış, ne kadar tarihi değerlere sahip çıkabilir diye düşünmekten kendimi alamadım. Arkadaşlarımın yüzünde de aynı dehşeti görünce oradan uzaklaşmamızın daha iyi olacağına karar vererek müzeye gidebilmek için yürümeye devam ettik.
Yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüyüşün ardından elimizdeki broşürlerin ve halkın yardımıyla tam olarak yerini bilmediğimiz müzeyi bulduk. Girişte biletlerimizi alıp, içeriye girdik. Müzede Amasya ile ilin çeşitli ilçelerinde yapılan kazılarda çıkarılmış mızraklar, zırhlar, mutfak eşyaları, ahşap el arabaları, değerli eşyalar ve çeşitli porselen vazolarla dolu salonlardaki gezintimize başladık. Harşene dağı ile Kızlar Kalesi’nden çıkarılan altın ve gümüş sikkeler de müzede sergilenen değerli eşyalar arasındaydı. Müzede fotoğraf çekmek serbest olduğu için flaş sesleri de etrafımızda duyuluyordu. Alt kattaki bu eserleri dolaştıktan sonra üst kata çıktık. Üst kattaki en önemli eser, mumyalardı. Müzede altı adet mumya bulunuyordu. 14.Yüzyıl’da İlhanlılar döneminde mumyalanmış, hem Türk hem de Müslümanlara ait olan ilk mumyalardı. Bu dönemde Moğollar tarafından zehirlenerek ya da boğularak öldürüldükleri tahmin edilen Anadolu Nazırı Şehzade Cumudar, Amasya Emiri İşbuğa Noyan, Amasya’ya hükmetmiş olan İzzettin Mehmet Pervane Bey, eşi ve iki çocuğuna ait olan bu mumyalar, Mısır’daki mumyaların aksine iç organları çıkarılmadan mumyalanmıştı. Evliya Çelebi de seyahatnamesinde Amasya gezisi sırasında bu mumyaların öneminden söz etmektedir. 1925 yılında açılan Amasya Müzesi’nde sergilenen bu mumyalar, Yeşilırmak’ın taşması sonucu olumsuz etkilenmiş, 1962 yılında Gökmedrese Camisi’nin müze olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte yeniden sergilenmişti. Amasya Müzesi’nin 1976 yılında hizmete girmesiyle birlikte müzenin bahçesinde bulunan Sultan Mesut Türbesi’nde yapılan düzenlemeyle mumyalar buraya taşınmıştı. Bu araştırmalarıma karşın altı mumyanın müzenin bahçesindeki türbe yerine müzenin ikinci katında sergilenmesi dikkatimi çeken ilk şey oldu. Müzede dolaşan birkaç kişiye bunun nedenini sorduysam da tatmin edici bir yanıt alamadım. Ziyaretçilere mumyaların bulunduğu odada fotoğraf çekerken flaş kullanmamaları uyarısı yapıldı. Etrafı camla kaplı bölmelerde bulunan altı mumya ayrı ayrı bölümlere konularak ziyarete açılmıştı. Son derece iyi durumda olan bu mumyalara dakikalarca bakmaktan kendimi alamadım. Yanımdaki arkadaşlarım bu anı ölümsüzleştirmek için fotoğraflar çekmeyi ihmal etmiyordu. Bir kadın, eşi ve iki küçük çocuğunun neden böyle trajik bir şekilde öldürüldüklerini düşünmekten kendimi alamadım. Günümüzde de birçok savaşta çocukların ve kadınların en büyük acıları çeken insanlar olduğunu, aslında o dönemlerden çok daha kötü koşullarda yaşadığımızı düşündüm. Savaşların ve iktidar kavgalarının sonuçları, bu kavgalarda hiçbir suçu olmayan insanları da ister istemez etkiliyordu. Sonunda büyük acılar yaşanıyor ve birçok insan ölüyordu.
Müzeden çıktığımızda iyice yorulduğumuzu farkettik. Yine de müzenin bahçesinde çeşitli kazılardan çıkarılan temsili mezarlar, oyma taşlar, üzerinde çeşitli yazıların bulunduğu taşlar, mezar taşları vb. birçok tarihi eseri görmeden gitmemizin tarihe haksızlık olacağını düşündüm. Araştırmalarım sonucu müze bahçesinde bulunan tarihi eserlerin Hitit, Helenistik, Roma, Bizans, İlhanlı, Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerine ait taş eserler olduğunu öğrendim. Tarih bizi yine bulunduğumuz yerden alıp, yüzlerce yıl önce yaşanmış uygarlıklara götürmüştü. Yarım saat kadar da burada vakit geçirdikten sonra müzede tanıştığımız bir gezginin önerisiyle, Amasya’nın yemeklerini tatmak üzere yöresel yemeklerin yapıldığı bir lokantaya gittik. Amasya’nın yarma çorbasını, baklalı yaprak dolmasını, keşkeğini ve gözlemesini afiyetle mideye indirirken, buz gibi soğuk ayranlarımızı da yudumlamayı ihmal etmedik. Amasya gezisi için Tokat’ın Turhal ilçesinden geldiğimiz için, son otobüsümüzün saatinin yaklaştığını hatırlayarak birçoğu Osmanlı döneminde yapılmış camiler, kümbetler ve binaların arasından yürüyerek bizi evimize götürecek otobüsün bulunduğu durağa ulaştık. Saatler süren gezimizde yaşadığımız tatlı bir yorgunluğun yanı sıra, yüzlerdeki tebessümü ve gözlerdeki heyecanı görmek bu geziye karar vermiş olmamızdaki isabeti bana hissettirmeye yetmişti.
Şehirden çıkarken Amasya’nın girişinde yolun sol tarafında bulunan Ferhat kayaları hemen dikkatimizi çekti. Yer yer kum ocakları tarafından kırılan bu kayaların kesintisiz devam ettiği yerler giderek azalsa da yine de şehre gelen ziyaretçilerin ilgisini çekiyor. Halk arasında Ferhat kayaları olarak bilinen bu su kanalları, yirmibeş kilometre uzunluğundadır. Ferhat ile Şirin adlı halk hikayesi ilk olarak 1140-1203 yılları arasında yaşamış Nizami tarafından mesnevi şeklinde kaleme alınmıştır. 10. Yüzyıl’dan önce oluşan Hüsrev-ü Şirin adlı halk hikayesi, İran ve Arap kaynaklarından Türk halk edebiyatına geçmiştir. Çok sevilen ve birçok örneği yazılan bu hikaye, zamanla Ferhat ile Şirin hikayesine dönüşmüştür. Ferhat ile Şirin hikayesi şöyle anlatılır: Nakkaşlık yapan Ferhat, Amasya sultanı Mehmene Banu’nun kız kardeşi Şirin’e aşık olur ve dünürcü gönderip, Şirin’le evlenmek istediğini söyler. Sultan Şirin’i vermemek için Ferhat’tan olmayacak işler yapmasını ister ve “şehre su getir ben de Şirin’i sana vereyim” der. Ferhat, çalışır, çabalar ve aylar süren çalışmasının ardından elindeki gürzle kayaları delerek kanallar açar, suyu şehre getirir. Bunu öğrenen Sultan, Şirin’i Ferhat’a vermemek için ona bir cadı gönderir ve Şirin’in öldüğünü söyler. Ferhat elinde kayaları delerken kullandığı gürzü öfkeyle havaya fırlatır, gürz yere düşmeden önce Ferhat’ın kafasına düşerek onu öldürür. Ferhat’ın öldüğünü öğrenen Şirin de kendisini kayalardan atarak öldürür. Daha sonra bu aşkı ölümsüzleştirmek isteyen halk ikisini de aynı yere gömmüştür. Böylelikle aşıklar ölümlerinin ardından huzura kavuşmuştur. Bu hüzünlü hikayeyi hatırlayıp, kayaların arasındaki su kanallarına bakmaktan kendimizi alamadık. Daha sonradan yaptığım araştırmalar sonucu bu kayaların esas hikayesini de öğrenmiş oldum. Ferhat tarafından yapıldığı iddia edilen kayalara oyulan bu su kanalları, şehre su getirmek amacıyla Antik Çağ’da Roma İmparatoru Hadrianus döneminde (MS 117-138) inşa edilmiş. Anadolu halkı, suyun böylesine bol olduğu yörede, bir yudum su için, insanın böylesine uğraşıp, dağları delme nedeninin, sevdiğine kavuşamamış bir aşığın işi olabileceğini düşünüp, bu ünlü kanalı efsaneye bağlamış.
Otobüsümüz bizi Turhal’a doğru götüren yolda ilerlerken, elma, armut, şeftali, kayısı ve erik ağaçlarıyla dolu bahçeler yolun iki tarafında uçsuz bucaksız uzanıyordu.
Hakan Kizir