Eskiden ne kadar çok ses vardı içimde. Hepsini susturdum bir tanesi hariç. En neşesiz, en can sıkıcı, en suskun olanı kaldı.
Avaz avaz bağırmak isterken
Sesinin oldukça gür çıkacağını bilmek fakat susmak ne yazık
Söyleyeceğin sözlerin boşlukta sallanması öyle önemsizmişçesine ne yazık
Cehennemin dibinden çıkarsan nereye gideceğini bilememek ne yazık
İşte bu yüzden en dipte yanarken susmak yazık ki ooof ne yazık
İlk işsizlik maaşımı alır almaz mahalle kasabımız Hakkı’da aldım soluğu. Uzun zamandır pek değerli müşterisinin yolunu gözlemeyi bırakmıştı bizim kasap, içten gülümseyişime tenezzül etmedi.
“On kalem pirzola, üç dilim antrikot ve iki kilo köftelik kıyma” deyiverdim, geride kalan parayı hesap etmeden. Maksadım kırılan gururumu onarmaktı kasap karşısında. Ah bu gururum ne bedeller ödetti bana.
“Gururun batsın!” demişti, annem. Baba evine dönmek zorunda kalmamın tek suçlusu, gurur… Aslında fakülteden ihraç edildiğimi öğrendiğimde rektörün kapısında beklemiştim, salya sümük ellerine yapışıp “beni öğrencilerimden ayırmayın” diyecektim. Şayet rektörümüz Hulusi Kentmen olsaydı, onun gibi babacan “üzülme kızım, halledeceğiz, işine geri döneceksin” deseydi. Oysa bizim rektör çok meşguldü, her zaman açık olan kapı bugün bana kapalıydı. İyi ki… Batamadı.
Her gelişimde beni kapılarda karşılayıp siparişlerimi arabama kadar taşıyan Hakkı hatırımı sormuyor şimdi. Eee, Cuma namazlarında babamla aynı camide buluşuyorlar, ondan öğrenmiştir başıma gelenleri, en ince ayrıntısına kadar. Ben bilemezken bana neler olduğunu O gelecekte beni neler beklediğini bile benden daha iyi biliyordur.
Umurumda değil. İyiyim. Çok iyiyim baba evinde. Eski mahalleme döndüm. Yerini beğenmiş kedi gibiyim, hele şu işsizlik maaşı sert ve uzun kışın ardından ilaç gibi geldi. Belki işsizlik maaşı için müracaat etme fikrini babama Hakkı vermiştir, eskiden beri pek sever akıl vermeyi.
Hakkımda soruşturma açıldığını öğrendiğinde; “Senin kız doğru yapmadı, imzalamayacaktı barış bildirgesi falan neymiş o öyle?” demiş babama. “Belliydi başına bir şey geleceği, küçükken de çok isyankârdı, her şeye hayır, her şeye hayır hiç mi evet demez insan” demiş birde…
Hakkı mahalleden arkadaşımdır, ilkokulu birlikte okuduk. Ben akademisyen o kasap oldu. İşsiz kalmadan önce ailemi ziyarete her gelişimde, destek olmak için az mı et alırdım ondan.
“Ağırıma gidiyor Hakkı” desem mi? yok, boşver. Onun ağırına gidenler daha fazlaymış, baksana içinden “oh olsun” diyor sanki. “Oh olsun sen sokaklarda bildiri dağıtıp anarşistlik yaparken, onun bunun altına imza atıp ekmek yediğin eli ısırırken ben burada et doğruyordum.”
İlkokuldaki siyah önlüklü hali geliyor gözümün önüne. Öğretmenimiz “devletimizi milletimizi seveceğiz, gerekirse kanımız pahasına savunacağız onları!” dediğinde Hakkı ayağa kalkıp esas duruşta “kanımız, canımız feda!” demişti. Devletle milletle henüz tanışmamıştım ki ben, hem tanıyınca belki de sevmeyecektim kendilerini. Ayrıca neden kanımızı akıtıyorduk onlar için, canımız yanardı, ölürdük…
Bunları duyunca kulağımdan tutup koridora atmıştı öğretmen. Sahi ne çok atardı beni sınıftan, en uslu en akıllı öğrencisi Hakkı’ydı, neden okumadı bu adam? Oysa ilk kırmızı kurdele ona takılmıştı. Hayat Hakkı’ya kolaydı. Onun için basit olan ne varsa bana zor gelirdi. Ders dinlemek, öğretmenin her söylediğinin doğru olduğuna inanmak, hiç soru sormamak ya da hangi sorunun gereksiz ve sorulmaması lazım geldiğini bilebilmek, teneffüs ziline kadar sıkılmadan oturmak… Adım gibi eminim ki Hakkı doğar doğmaz anasının memesine hırsla, açlıkla sarılmıştır. Yani, koşullar ne olursa olsun hayatta kalmak üzere yaratılmıştır. Yani tabağına konulan her yemeği bitiren üstüne üstlük ekmekle sıyıran gürbüzlerdendir.
Kasabın cam kapısı açılıyor, çöp kutularındaki kâğıtları toplayan bir delikanlı “dükkânın önünde duran mukavvaları alayım mı abi? “diyor. Hakkı “al” diyor, çocuk dışarıdaki mukavvaları el arabasına tıkıştırıyor. Hakkı “sevaptır” diyor önündeki etleri parçalamaya devam ederken. “Sevap olmasa vermez miydin o mukavvaları Hakkı?” demiyorum. Ona hiçbir şey demiyorum her tartışmadan haklı çıkar Hakkı. O en iyi ata oynamayı bilir, at çatladığında başka ata oynar olur biter, bense atımı en cılız olanından seçip mezbahaya göndermesinler diye bağırırım.
Gözüm Hakkı’nın kanlı önlüğüne takılıyor. Akşam olunca o önlüğü poşete koyup evine gidecek, karısı önlüğü alacak çamaşır makinasına atacak evdeki çocuklara göstermeden. Bembeyaz bir taneyi alıp yeni bir poşete koyup ertesi sabah vermeyi unutmamak için kapı koluna asacak. Hakkı banyoya girip kanları akıtacak. İnceden inceye duyulan ve hiç kaybolmayan kan kokusu sinmiş olacak yine de tenine. O haliyle evlatlarını sevecek, yemek hazır oluncaya kadar. Bu akşam bana hazırladığın pirzolaları alsan bir rakı sofrası kursan karınla baş başa yeseniz, içseniz, biraz gülsen olmaz mı Hakkı? Olmaz. Evin ve arabanın borcu geçen sene bittiği için sıra Hakkı’nın en çok istediğine gelmiştir, yazlık ev. Hakkı yazlığının hayallerini kurarak hep açık olan televizyonun karşısındaki koltukta ağzı kaymış uyuya kalacak, horul horul.
“Sipariş tamam” diyor, paketlerimi alıyorum, tam kapıdan çıkacakken sesleniyor “evdekilere selam söyle” aklıma okul kapanınca arabaya eşyaları yükleyip yazlığa gittiğimizde ardımız sıra boynu bükük bakakalan Hakkı’ya el sallayışım geliyor. Cevap vermeden çıkıp gidiyorum…
Ayşenur Baran