Ortaokuldan sonra yatılı okul sınavını kazanarak Bursa İlköğretmen Okuluna gittim. Sorumluluk almayı öğrettiği kadar hayata hazırlayan okullardı bunlar. Derslere olduğu kadar sanatsal faaliyetlere de önem verilirdi.

Ayda bir tiyatroya götürürlerdi sözgelimi. Atatürk caddesinde, Atatürk heykelinin bulunduğu meydanın solundaki Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu’na giderdik. 1823-1891 yılları arasında yaşamış Ahmet Vefik Paşa, öğretmen okullarının, özellikle kız öğretmen okullarının açılması için çaba göstermiş. 1879-1882 yılları arasında Bursa valisi olan Paşa, Paris’te gördüğü yolların, caddelerin benzerini yaptırmış. Ayrıca hükümet konağı, memleket hastanesi, belediye binası da kazandırmış Bursa’ya. Elçilik yaptığı ülkelerde çok iyi Fransızca, İngilizce ve Farsça öğrenmiş. Bu dönemde tiyatro binasını yaptırmış, kendi çevirdiği ya da uyarladığı Moliere oyunlarını Tomas Fasulyeciyan Kumpanyasına oynatmış. Her gün provalara gider ve yönetmen gibi oyunla ilgilenirmiş. Memurları da oyunları izlemeye mecbur tutarmış. Uyarladığı Zor Nikâh, Zoraki Tabip Türk tiyatrosunda ilk sahnelenen oyunlar arasında yer almış. Kibarlık Budalası, Tartuffe, Meraki (Hastalık Hastası) gibi pek çok oyunu Türkçe’ye kazandırmış. Cumhuriyet döneminde tekrar yapılıp Halkevi olan bina daha sonra da sinema olarak hizmet vermiş. 1957 yılında yeniden düzenlenerek Devlet Tiyatrosu sahnesi olarak açılmış. Tiyatroya katkılarından dolayı onun adı verilmiş. Anadolu’da kurulan ilk tiyatro olma özelliği olan bina halen işlevini sürdürüyor.
Çok yüksek tavanlı salondan içeri girer, öğretmenimizin gösterdiği orta bölümdeki yerlere çekinerek otururduk. Salonda çıt çıkmazdı. Şık giyimli insanlar da sessizce yerlerine otururlardı. Kalın, kırmızı kadife perdelerin açılmasını sabırsızlıkla beklerdim. Üçüncü zil çaldı mı perde birazdan açılacak demekti. Geçmek bilmezdi o birkaç dakika. Sonra perdeler ağır ağır açılır, dekor görünür, oyuncular sahne alırdı. Büyülenmiş gibi izlerdim. Kimi zaman da başrol oyuncusuna âşık olurdum. İlk izlediğim oyunlardan biri Kaktüs Çiçeği’ydi ve adını bugün bile hatırladığım İgor rolündeki Çetin Bağcıer’e âşık olmuştum. Kimler gelip geçmedi ki bu sahneden. Yaşar Kemal’in dediği gibi ne çok güzel insan, güzel atlarına binip gitti bu dünyadan.
Cumartesi günleri çarşı iznimiz olurdu. Okulumuz Bursa’nın en yüksek ve en eski semtlerinden biri olan, adını Sultan İkinci Murad’dan alan ve onun adına bir külliye bulunan Muradiye’deydi. Okulun önünde çok dik bir yokuş vardı, kışın çocukların eğlencesi olurdu. Buradan aşağı inip caddeden geçen taksi dolmuşlara biner, Çağlayan Yokuşu denen, çok keskin dönemeçli yoldan kıvrıla kıvrıla şehir merkezine gelir, Altıparmak ve Atatürk caddelerinin kesiştiği Çakırhamam durağında inerdik. Atatürk caddesinde biraz yürüdükten sonra sağda postane binasına gelinirdi. O zamanlar mektup ya da kartpostal gönderilirdi. Mektubumuz varsa postalar, binanın önünde kartpostal satan Kadir Amcayla “memleket meseleleri”ni konuşurduk. 12 Mart muhtırası ve sonra gelen sıkıyönetim, askeri mahkemeler, tutuklamalar. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanıp 6 Mayıs 1972 de idam edilmesine birlikte üzülmüştük. Bir hafta sonra İsmet İnönü’nün istifa etmesi ve Bülent Ecevit’in CHP genel başkanı seçilmesi Bülent Ecevit’e hayran olan Kadir Amca’yı çok sevindirmişti. Değil mi ki Paşa’yı yendi çok başarılı olacak demişti. Kısmen haklı da çıktı, 1973 genel seçimlerinde birinci parti oldu ama ne yazık ki tek başına hükümet kuramadı. Yeni gelen kartpostallara bakar, beğendiklerimizi seçerdik. Gönderilecek kişinin özelliklerine ve yakınlık derecesine göre olurdu bu seçimler. Sevdiğimiz “artis”lerin fotoğraflarını da alırdık zaman zaman.

Daha ileride, caddenin sol tarafında Orhan Camii, Ulucami yan yana görünürdü. Hemen arkalarında Kapalıçarşı vardı. Orhan Veli İstanbul’daki için söylemiş olsa da, aynısı Bursa’daki için de geçerli; Kapalıçarşı, kapalı kutu. Mutlaka uğrayıp ihtiyaçlarımızı alırdık. Kapalıçarşı’nın en özel yeri ipekçilerin bulunduğu Kozahan’dı. 1491 de İkinci Beyazıt tarafından yaptırılmış. O zamanlar ipekçilik çok yaygındı. İnegöl’deki komşularımız evlerinin bir ya da iki odasını bu işe ayırırdı. Küçücük boncuk gibi tohumlar kutuların içinde getirilir, kerevet denen masaların üzerine konurdu. Belli bir sıcaklıkta tutulan odada tırtıllar yumurtadan çıkardı. O zaman ince kıyılmış dut yaprakları verilirdi. Tırtıllar büyüdükçe daha kalın kıyılırdı yapraklar. Komşumuz sabah erken saatlerde bahçesine gider, at arabasıyla dut yaprakları getirirdi. Yalnız erkek dut ağaçlarından alınırdı bu yapraklar. Tırtıllar koza yapma aşamasına gelince kerevetlerin üstüne askı kurulurdu. Tırtıllar bunlara tırmanır, kendi etraflarına koza örerlerdi. Biz de biraz böyleyiz galiba, etrafımıza görünmeyen kozalar örüp duruyoruz. Zamanında toplanıp fabrikaya götürülmezse kelebek haline dönüşür ve kozayı delip çıkarlardı. O zaman ip kesik olur, bir işe yaramazdı. Bazen bozuk kozalar olur, yarım kozaların içinden tırtıllar görünürdü. Bunlar için komşularımızı gezer, almak için dört dönerdik. Alınca mani söyleyerek oynatırdık içindeki tırtılı: “Kır belini Ali Dayı, kır, kır.”
Kapalıçarşı’dan ihtiyaçlarımızı aldıktan sonra yolumuza devam ederdik. Şimdi kültür merkezi olan Tayyare sinemasını ve tarihi İskender kebapçısını geçer, Atatürk heykelinin bulunduğu kısaca heykel denen meydana çıkardık. Hemen sol tarafta Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosunu gördüğümde gözlerimle sever, içimden selam gönderirdim. Meydanı geçip biraz ilerleyince, daha sonra Nilüfer Çayıyla birleşen Gökdere üzerindeki Setbaşı Köprüsü karşılardı bizi. İki kemerli köprünün 15. Yüzyıl sonlarında yapıldığı söyleniyor. O kadar yüksekti ki aşağı bakmaya korkardım, başım dönerdi. Karasevdalı gençlerin intiharına sahne olduğu söylenirdi. Bu yazı için araştırma yaparken, son bir yılda iki kişinin intihar ettiğini öğrendim. Setbaşı köprüsünün daha aşağısında, dünyanın dört çarşılı köprüsünden biri olan Irgandı Çarşılı Köprüsü görülürdü. Tek kemerli köprü 1442 yılında yapılmış. Pek çok afet geçiren köprü, 1988 de başlayan ve 2004 te tamamlanan restorasyon sonucu tekrar hizmet vermeye başlamış. Setbaşından daha küçük mücevher gibi bir şey.
Setbaşı Köprüsünden sonra sola ayrılan yoldan gidince Yeşil çay bahçesi son durağımız olurdu. Tahta sandalyelere oturur, ince belli bardaklarda demli çayımızı yudumlarken, eşsiz Bursa manzarasına bakardık. Yeşil deniz gibi uzanırdı Bursa aşağıda. Yeşil Bursa adını nasıl da hak ediyor diye düşünürdüm.

Bazen de Atatürk caddesinin aksi yönündeki Altıparmak caddesinde yürürdük. Burada giysi dükkânları vardı genellikle. Alışverişin merkezi gibiydi. Ben çevremi incelerdim daha çok, Altıparmak caddesinden önce Cemal Nadir Caddesi vardı. Yolun hemen başlangıcında yolu bir üst semte, tarihi Tophane’ye bağlayan kırkmerdivenler vardı. Şimdi bu merdivenlerin yanına, yürüyen merdiven yapmışlar çift yönlü(!). Merdivenlerin biraz ötesinde, bir mermer levha üzerine yazılmış, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bursa’da zaman şiirinden, her geçişimde birkaç dize okurdum. “Billur bir avize Bursa’da zaman” dizesi belleğimde asılı kaldı. Dikkatimi çeken bir başka şey de ünlü karikatürcü Cemal Nadir Güler’in büstüydü. Tophane sırtlarına yaslanmış, kimsenin pek farkına varmadığı, kendisi gibi mütevazı.

Yirmi yıl sonra Bursa’ya gittim. Her şey yerli yerindeydi. Postane, camiler, tiyatro binası, Setbaşı Köprüsü… Bir şey hariç, Yeşil çay bahçesinden görünen muhteşem Bursa manzarası. Yeşilin yerini gri almıştı.
Nejla Bilginer