Çeviri ve Seçki: Bekir Karaoğlu
François Coppée (1842 – 1908)
Şair, oyun ve hikaye yazarı. Başlangıçta milliyetçi ve ırkçı davalara katıldıysa da, daha sonra Katolik dinini benimsedi. Fransız Akademisi’ne seçildi. Küçük insanların dramını hikâyelerinde olağanüstü bir duyarlıkla anlattı.
Başlıca eserleri: Les Humbles (şiir), La Bonne Souffrance (roman), Contes de Bonne Perrette (Hikâye)
Hat Bekçisi
(Le Cantonnier, 1883)
Majesteleri Bohemya kraliçesi (masalcılar için daima bir Bohemya krallığı vardır ya) tebdili kıyafet ederek, Yedi Şato Kontesi adı altında mütevazi bir tren yolculuğu yapıyordu. Yanına sadece okumacısı ihtiyar barones Georgenthal ile mabeyincisi General Hoeschowitz’i almıştı.
Sıcak su torbaları ve kürklere rağmen, ona ayırtılmış olan kompartıman çok soğuktu. Kraliçe ona okunan İngiliz romanından ve generalin örgüsünden (zira general örgü örüyordu) sıkılıp da, karlar altındaki beyaz kırlara bakmak istediğinde, vagon penceresindeki buzdan fujerleri ve mikaları mendiliyle kazımak zorunda kalıyordu.
Aslında kış ortasında Paris’teki annesi Moravya kraliçesini ziyarete gitmesi kapristen başka bir şey değildi, zira annesi baharda onu görmeye Prague’a gelecekti. Her neyse, sıfırın altında on derece soğukta yola çıkmak icabetti; barones romatizmalı bacaklarını hareket ettirmek ve general gelini için örmekte olduğu bir yatak örtüsünü geride bırakıp yolda vakit geçirmek üzere yün bir çoraba başlamak zorunda kaldı. Yolculuk zor şartlarda geçiyordu: bütün Avrupa’yı kar basmıştı ve yolun yarısına kadar demiryolu hatlarında mevsimin sebep olduğu gecikmeler ve sıkıntılar yaşamışlardı. Ama hedefe yaklaşıyorlardı; bu akşam saat dokuzda Maçon’da istasyon büfesinde yemek yemişlerdi. Bu gece de dışarda iri kar taneleri uçuşurken, barones ve general kürkler ve battaniyeler altında uyuklarken rüyalarında Paris’e vardıklarında ne yapacaklarını görüyorlardı: ihtiyar kontes kilise ziyaretine giderken General Saint-Honoré sokağındaki yüncüden yeşil yumaklar seçecekti.
Ama kraliçe uyumuyor.
Mavi tilki kürkü içinde hem yanıyor hem titriyor, eli koket kalpağından taşan saman rengi saçları arasında kasılmış, yarı karanlıkta gözleri iri açılmış, tren yolcularının yorgun kulaklarının işittiğini zannettiği uzak ve bulanık müziği dinliyor ve hayal ediyor. Zavallı genç kraliçe, tüm hayatı gözleri önünden geçerken, ne kadar mutsuz olduğunu düşünüyor.
* * *
Önce çocukluğuna gidiyor, küçük bir prenses olduğu ve şimdi kuzeyde uzak bir ülkeye evlenip giden çok sevdiği ikiz kızkardeşiyle birlikte oynadığı yılları hatırlıyor. O kadar birbirlerine benziyorlardı ki aynı elbiseyi giydiklerinde onları ayırdetmek için saçlarına farklı renkte kurdele takılırdı. Bu, isyancıların babası kral Louis V’i tahttan indirişinden önceydi. Olmuz sarayının formalitesi az, sakin ve uykudaki havasını ne kadar çok seviyordu. Babası ki sürgünde yürek acısından ölmüştü, onu ve kızkardeşini elinden tutup yürümeye çıkar, boru çiçekleri ve asma bahçeleri arasından sonbaharda kızıla boyanmış tepelerin göründüğü nehir kıyısına inerler, öğleden sonra da bir Çin köşkünde sütlü kahve içerlerdi.
Sonra kendisinin evlilik sırası gelmişti. O büyük takdim balosunun yapıldığı temmuz akşamında, ışıklar içindeki bahçede toplanmış halkın uğultusu açık pencerelerden işitiliyordu. Kış bahçesinde onu yeni genç kralla başbaşa bıraktıklarında ne kadar ürkmüştü! Oysa onu daha ilk bakışta sevmişti; şapkasındaki beyaz hörgücü, her adımda şıkırdayan altın mahmuzları ve pırlantalarla bezenmiş mavi üniformasıyla ne kadar zarif ve kıvraktı. Büyük palmiyenin altına oturduklarında çok soylu bir rahatlıkla yanına oturup elinden tutmuş ve gözlerine bakarak, “Prenses, bana karım olma şerefini bahşeder misiniz?” demişti. O zaman yüzü kızarmış, başını önüne eğip kalbinin çarpıntısını bastırarak “Evet, majeste!” demişti; aynı anda Çigan kemanları hep birlikte Çek milli marşının, o şevk ve zafer şarkısının ilk notalarını çalmaya başlamışlardı!
Heyhat! Bu mutluluk ne çabuk uçup gitmişti! Yanılma ve avunmayla geçen altı aydan sonra, hamileliğinin tam ortasında, acı bir tesadüf ona aldatıldığını gösterecekti. Kralın kendisini artık sevmediğini, hiç sevmemiş olduğunu, hatta evliliğin ertesi günü akşam yemeğini Prague tiyatrosunun baş dansözü La Gazella ile yediğini öğreniyordu. Hepsi bu kadarla kalsa! Meğerse evlenmeden önce ilişkisi olduğu ve ondan üç çocuk yaptığı, hatta düğününde baş nedime olarak tayin ettiği kontes de Pzibrann ile olan ilişkisini hiç kesmemişti. Kraliçenin aşkı, kocasına hiç itiraf edemediği o narin ve utangaç aşkı, küçükken avucunda tutup da hizmetçinin kırdığı bir çanak sesiyle avucunda sıktığı kuş gibi, oracıkta öldü.
Ya küçük oğlu? Evet bir çocuğu vardı ve onu seviyordu. Ama ne acı! Küçük Wladislas’ın yaldızlı ve armalı beşiğini sallarken, kendisini aldatan bir adamın döllendirdiği bu çocuğa bakarken kraliçe kaç kere kalbinden buz gibi bir akıntı geçtiğini hissetmişti. Zaten çocuğunu onunla hiç başbaşa bırakmıyorlardı ki! Anne ve babası bir ihtilalle uzak ülkelere kovuldukları günden beri bu antik ve kibirli Bohemya sarayında en katı kurallar hâkim olmuştu. Veliaht beşiği etrafına karakuru bir dadılar, sütanneler sürüsü üşüşmüş, çocuğun annesi gelip onu kucaklamak istediğinde “Altes bu gece biraz öksürdü… Altesin dişi ağrıyor…” gibi sözlerle engelliyorlardı. Sanki bu kadınların buzlu nefesleri onun anne kalbine kadar işleyip oradaki ateşi de söndürüyordu.
Ah! gerçekten zavallı kraliçenin hayatı artık dayanamayacağı kadar bedbahttı. İşte bu yüzden, bazan kedere ve can sıkıntısına dayanamadığı zamanlarda, kraldan izin alıp Fransa’da sürgünde olan annesi Moravya kraliçesini görmeye gidiyordu. Bu bir çeşit hapisten kurtulmak gibiydi, ama çocuğunu yanına alamıyordu çünkü gelenekler veliahdın babası olmadan seyahat etmesini yasaklıyordu. Ve çocuğunun boynuna sardığı kollarını çözüp ağlayarak oradan kaçıyordu.
Fakat bu defa kraldan izin almadan ve uyuyan Wladislas’ın alnına sadece bir öpücük kondurarak aniden yola çıkmıştı. Çünkü utanç ve tiksinti içinde boğulmak üzereydi. Kralın ahlaksızlığı hergün biraz daha ortalığa saçılıyordu; şimdi artık Bohemya’nın her şehrinde, her av partisinde bir metresi vardı. Prague sokaklarında insanlar artık alaycı şarkılarla, bu gayrimeşru çocuklarla ne yapılabileceğini soruyor, vaktiyle Kral Güçlü Auguste’ün yaptığı gibi, onlardan bir şeref taburu yapmasını öneriyordu. Madalya ve nişan dağıtımları tam bir rezalete dönüşmüştü; Viyanalı bir terzinin, cebinde brövesiyle yakasında Bohemya’nın en üstün hizmet madalyası hazır takım elbiseleri beşyüz florine satarak servet kazandığından söz ediliyordu.
* * *
O da ne? Bir süredir yavaş gitmekte olan tren aniden duruyor. Gecenin bu saatinde bu düz ovada durmak da ne oluyor? General ve barones uyanıyorlar; ihtiyar şövalye camı indirip dışardaki karanlığa bakıyor. Tren şefi o sırada elinde feneriyle koştururken generalin kızgın kedi gibi bıyıklarını ve samur takkesini görüp duruyor.
“Ne var? Niye durduk?” diye soruyor general.
“Efendim, en az bir saat burada bekleyeceğiz… Yarım metre boyunda kar içinde gitmeye çabaladık! Ama ilerlemenin imkanı yok!… Parisliler sabah kahvesinden vazgeçmek zorunda kalacaklar.”
“Nasıl? Bu havada burada bir saat beklemek ha!… Sıcak su torbalarımız da soğudu…”
“Ne yapabilirim, efendim?… Kar temizleme makinası göndersinler diye Tonnere istasyonuna telgraf çektik… Ama tekrar edeyim, en az bir saat buradayız.”
Ve adam feneriyle lokomotif yönünde uzaklaştı.
“Ama bu berbat birşey! Majesteleri üşütecekler!” diye sızlandı barones.
“Hakikaten üşüyorum,” dedi kraliçe titreyerek.
General bu anın kahramanlık zamanı olduğunu hissediyor; demiryoluna atlayıp dizlerine kadar gelen karda koşup fenerli adamı yakalıyor ve ona birşeyler söylüyor.
“Ben ne yapabilirim,” diyor tren şefi. “Ama şurada hat bekçisinin evi var; içerde yanan bir sobası vardır herhalde… Bu bayan inmek isterse?… Hey, Sabatier! Buraya gel!”
İkinci bir fener yaklaşıyor.
“Git bak bakalım, hat bekçisinin evinde ateş yanıyor mu?”
Neyse ki ateş varmış. General bir savaş kazanmış veya meşhur yatak örtüsünün son ilmeğini atmış gibi muzaffer bir edayla kompartımana dönüyor. Daha sonra üç yolcu çizmelerindeki karı tepinerek sildikten sonra hat bekçisinin basık tavanlı küçük evine giriyorlar. Hat bekçisi onları ateşin karşısına oturttuktan sonra, sırtındaki keçi kılından kepeneğiyle çömelip, şömineye birkaç kuru odun daha atıyor.
* * *
Kraliçe sırtı saman dolgulu sandalyeye kürkünü astıktan sonra ateşin karşısına oturuyor; süet eldivenlerini çıkarıp ellerini ısıtırken çevresine bir göz atıyor.
Burası bir köylü evi. Zemin kuru toprak, kirişlere asılmış kuru soğanlar odayı kokutuyor; şöminenin üstündeki duvarda iki çiviyle asılı eski bir av tüfeği ve büfenin üzerinde birkaç çiçekli tabak var. General duvara toplu iğneyle tutturulmuş taşbaskısı iki resim görünce yüzünü buruşturuyor: Bunlardan biri cumhuriyetçi Thiers, diğeri de kırmızı gömlekli İtalyan ihtilalcisi Garibaldi.
Fakat kraliçenin dikkati başka birşeye yöneliyor: Orada çizgili perdeyle ayrılmış bir köşede, sazdan yapılmış bir beşikten, yeni uyanmış bir çocuğun ağlama sesi geliyor.
Hat bekçisi hemen ateşi bırakıp beşiğe gidiyor ve onu yavaşça sallamaya başlıyor.
“Uyusun da büyüsün, benim küçük kızım! Bak birşey yok, sadece babanın arkadaşları geldi.”
Bu keçi kepenekli, saçlarının tepesi açılmış, eski asker bıyıklı ve yanaklarında iki mahzun kırışık olan adam iyi bir babaya benziyor.
“Bu sizin kızınız mı?” diye ilgiyle soruyor kraliçe.
“Evet, hanımefendi, bu benim Cécile’im.. Gelecek ay üç yaşına basacak.”
“Peki ama… annesi nerede?” diye duraklıyor kraliçe, “Yoksa dul mu kaldınız?”
Adam hayır makamında başını sallıyor. O zaman kraliçe duygulanıp kalkıyor, beşiğe yaklaşıyor ve elinde kartondan oyuncak köpeğine sarılmış tekrar uykuya dalan Cécile’e bakıyor.
“Zavallı çocuk!” diye mırıldanıyor.
“Öyle, hanımefendi” diyor hat bekçisi, “Bu yaştaki çocuğunu bırakıp giden bir annenin nasıl bir kalbi vardır? Beni terkettiği için belki de kabahat bende, benim için fazla genç bir kadınla evlendim, onun serbestçe şehre gidip kötü arkadaşlar edinmesine ses çıkarmayıp hata ettim… Ama bu masum meleği bırakıp gitmek! Böyle bir zalimlik olabilir mi?… Bu zavallıyı şimdi kendi başıma büyütmek zorundayım! Ama işim icabı çok zor oluyor… Akşamları tren düdüğünü işittiğimde, onu ağlar halde yalnız başına bırakıp çıkmak zorundayım… Ama gündüzleri hiç olmazsa kucağıma alıp yanımda götürebiliyorum; miniş artık alıştı, tren sesinden korkmuyor… Mesela dün, onu sol kolumda tutarken sağ kolumla flamayı kaldırıyordum. Yanı başından geçen ekspresin gürültüsünde gözlerini bile kırpmadı… Ama beni en çok zorlayan ona elbise ve bone dikebilmek… Neyse ki askerde piyade onbaşısıydım, iğne iplik kullanmasını biraz biliyorum.”
“Evet, bu çok zor bir şey,” diyor kraliçe”, “Size yardım edebilmek isterdim… Civar köylerde küçük kızınızın bakımını üstlenebilecek namuslu insanlar yok mudur? Eğer para sorunu varsa…”
Hat bekçisi yine başını iki yana salladı:
“Hayır, hanımefendi, hayır. Ben gurur meselesi yapmadan Cécile’e yapılacak her iyiliği kabul ederim… Fakat ondan asla ayrılmayacağım… hayır, bir saat bile ayrılmam!”
“Ama niçin?”
“Niçin mi?” diye cevap veriyor hat bekçisi hüzünlü bir sesle. “Çünkü onu namuslu bir insan yapmak için, annesi gibi olmaması için, kendimden başka kimseye güvenmiyorum… Pardon, biraz Cécile’in beşiğini sallar mısınız?… Beni hattan çağırıyorlar.”
* * *
O kış gecesinde, barones ve generalin yardımını geri çevirip, bir saat boyunca fakir bir hat bekçisinin çocuğunu beşikte sallarken genç Bohemya kraliçesinin aklından neler geçtiğini nereden bileceğiz? Sonunda tren şefi kapıyı açıp “Haydi, baylar bayanlar, ekspres hareket etmek üzere… Herkes binsin!” diye çağırınca, kraliçe küçük Cécile’i beşiğine yatırırken, altın dolu para kesesini ve kemerinde taşıdığı menekşe buketini yastığın üzerine bırakıyor ve trene biniyor.
Fakat majesteleri Paris’te sadece iki gün kalıp hemen Prague’a dönüyorlar. Artık hiçbir yere gitmiyor, tüm zamanını çocuğunun eğitimine hasrediyor. Cenaze levazımatçısı gibi çocuğun üstüne karanlık gölgeleriyle eğilen dadılar ve sütanneleri artık işsiz kalıyorlar. Küçük Wladislas büyüdüğünde, tabii eğer Avrupa’da hala krallar kalmışsa, babasının tersine çok iyi bir kral olacak. Daha beş yaşında halk onu çok seviyor. Ve annesiyle o Bohemya’nın mükemmel trenleriyle seyahat ederken, bazan vagon penceresinden, bir kolunda çocuk diğer kolunda flamasıyla bir hat bekçisi görüyorsa, annesinin bir işareti üzerine, onlara daima bir öpücük gönderiyor.