TESAK- Tarih Edebiyat ve Sanat Kütüphanesi, Kadıköy’ün Şehremaneti denilen binasında uzun bir süreden beri hafta içi akşam saatlerinde, hafta sonu öğleden sonra olmak üzere felsefe, edebiyat, tarih üzerine konuşmalar düzenliyor. Kütüphanenin salon ve odaları çoğunlukla dolu. Öğrenciler, yaşı orta ve yüksek okuryazarlar bireysel çalışma saatlerinin müdavimi olurken, etkinlik izlerler ayrı bir grubun mensubu. Orta yaşlı birbirini tanır kadın grupları ile tek başına gelen erkekler devamlılığı elden bırakmayanlardan. Hatta hemen karşıdaki Haldun Taner Şehir Tiyatrosu’nda sezonun bütün oyunlarını izleyenler de onlar. Cumhuriyet’in “aydın” kadınının temsilcilerini kiminde beyaz kiminde boyalı saçlarla orada görmek hoşuma gidiyor, “Kadıköy kültürü”nün tam göbeğinde olmanın tadını çıkarıyorum.

Sabahattin Ali paneli, Lucretius, Rus Şiiri ve Polonya Şiiri gibi birkaç edebiyat etkinliğine katıldığım kütüphanede Canterbury Hikayeleri’ni görünce dayanamadım ve saat altıya doğru Mete Tunçay Koleksiyonu salonuna girdim. Ses düzenleyicisi gence mikrofondaki patlamayı söyledim, raflardaki kitaplara göz atmak için hemen yandaki sandalyeye çantamı koydum, salonun ortalarına rast geldiğinden dinlemek için ideal noktadaydım. İngilizce, karton ciltli ve aşağı yukarı benimle yaşıt İngiliz edebiyatı kitaplarını açınca Chauser, Shakespeare, Milton adlarını iç kapakta boydan boya görüyordum. Frankenstein ya da Modern Prometeus kitabının İngilizcesine bakmak istediğimden raftan alıp sandalyenin üzerine koydum, derken gözüme TS Eliot’un Murder in the Cathedral’i çarptı. Mete Tuncay’ın, 38 yıl önce evimizdeki masanın üzerinde aylarca dolanan Türkiye’de Sol Akımlar kitabını hatırladım. Ben yüzümü edebiyatı döndüğümden olacak, o sıralar Memduh Şevket, Ahmet Hamdi, Oğuz Atay’ları okumayı tercih etmiş, mülkiyeli hocanın kitabını üst raflara kaldırmıştım.

Türkçe edebiyat kitaplarını bilmiyorum ama gördüğüm İngilizce kitapların hepsini kendi satın almış ve okumuş olmalıydı. Chauser bilinmeden Avrupa’nın toplumsal, ekonomik ve siyasal tarihinin bilinemeyeceğinin farkında olan Mete Tunçay’ın edebi geçmişine dokunmaktayım. Konuşmanın başlamasına yarım saat var, gözlerim deli divane olmuş raftan rafa atlıyor, okumak için eve kitap verilmemesine sessizce söyleniyorum. Yorulunca oturup Frankenstein’a göz atmak en iyisi. Roman Petersburg’tan mektupla mı başlıyordu, ilk gençlik günlerimi geri çağırmalıyım. Vazgeçip bir sayfadaki bilmediğim kelime sayısını sayıyorum. Yeniden okursam kesin İngilizceden olacak. Kitabı sonuna kadar karıştırıp rafına kaldırıyorum.

Nazmi Ağıl salona girdiği zaman Langston Hughes’ın şiirlerini okumaktaydım. Konuşma başlayana kadar elimden bırakamadım. Salon İngiliz Dili ve Edebiyatı’ndan arkadaşları dahil olmak üzere, yarı yarıya dolmuştu. Canterbury Hikayeleri’ni iki yıl önce Decameron’dan sonra okumuştum. Salonda kaç kişinin kitabı okuduğunu merak ediyorum. Koç Üniversitesi’nden öğrencileri mutlaka okumuşlardı, bizim NEYYA grubunda ise, manzum olduğu ve zor bulunduğu için bir iki kişi okumuş, iktisat edebiyat bağlantısında Canterbury Hikayeleri’ni yazmak bana düşmüştü. Öncelikle çeviriyi yapan ve akşamın konuşmacısı olan Nazmi Ağıl hakkında neredeyse hiç bir şey söylenmedi sunucu tarafından. Baştan savma tavırlar, yine kendini göstermede gecikmemişti. Orta yaş üstü müdavim kadınların sıkılacağı düşünülerek beş cümlenin üstüne çıkmayan tanıtım uygun görülmüştü.

Canterbury’ye hacı olmaya giden kişilerin özelliklerini Chaucer’ın dilinden dinledik. Nazmi Ağıl, değirmencinin hikayesi ile Bath’lı kadının hikayesini anlatacaktı. Merak ettiğim mesele olan tercüme dili konusu, konferansın sonundaydı. İki hikayenin salondaki dinleyenlerin ilgisini çekeceği muhakkaktı.

Bu sırada öğrenciler raflara saldırmış, Mete Tuncay’ın kitapları arasında, başkalarının söylediği hikayeleri arıyordu. Ya kendi hikayeleri yoktu ya da hemen bir tane uydurmaları imkansızdı. Kitaptan okumak oyun kuralına göre yasaktı. Canterbury yolcusu değirmenci gibi marangozun başından geçenleri irticalen anlatmalıydılar. Kopya çekmek serbestti. Öğrenciler şaşkın şaşkın etrafa bakınıp, Modalı yaşlılara soru sormaya başladığında oyunun ikinci kuralını hatırlattım. Canım sıkıldığı anda hikayeyi kesebilir, diğer anlatıcıya geçebilirdim.

Konferanslarda yeni ve farklı şeyler duymayı beklerim, olmadığı zamanlarda canım sıkılır ve dışarı çıkmak isterim. Bu kez çeviri dili üzerine söylenenleri beklemem gerektiği için sessizce oturmalı ve kendime bir oyun bulmalıydım. Oyunumuz, Mete Tunçay salonunda bulunanların Canterbury yolcuları gibi hikayeler anlatmasıydı. Kapıyı usulca kapatıp hikaye anlatma sahnesini zihnimde canlandırmaya başladım. Herkese teker teker bakarak kimlerin hikaye anlatabileceğini saptadım. Oturanların çoğu bir çırpıda arka tarafa geçti ve oyundan çıktı. Önde kalanlar daha ziyade yaşını başını almışlarla, konuşmacının öğrencileriydi. Yaşlılar bir solukta gençlikte başlarından geçenleri anlatmaya koyuldular. Öğretmenliğe nasıl başladıkları, ailenin yoksulluk içinde onları okuttuğu, Moda’nın güzelliğiyle Rum komşuları derken, Atatürk Cumhuriyeti’ni anlatırken birbirlerinin ağzından lafları aldılar.

Konuşma başladığından bu yana bir saat geçmişti, bitime üç dakika kala oyunu durdurdum. Nazmi Ağıl, Canterbury Hikayeleri’“nin tercüme dilini günümüz Türkçesi olarak seçmiş, hatta 14.yüzyıl İngilteresi’ni 90’ların Türkçe esprilerine taşımış, eğlenerek, oyun oynar gibi tercüme etmişti. Hatta oyun seviyesi üst basamaklara çıktığında, Chaucer’ın yazmadığı dizeler metne Türkçe olarak eklenmişti. Kitabın yansıttığı ekonomiyi yakalamaya çalışan ve yakında bunu sunmayı düşünen biri olarak kafam iyice karışmıştı.

Canterbury Hikayeleri’nin neden böylesi düz sunumla TESAK’ta olduğu benim için anlaşılmadı. Okumuş olanlar konuşmacının anlattığı her şeyi zaten fazlasıyla biliyordu. Okumamış olanlardan hiç kimse ertesi gün gidip kitabı almayacaktı. Onlar artık gelecek haftanın konferanslarına göz atacaktı.

Işıkların parıldadığı caddenin kenarında, denizden gelen sert rüzgardan yüzümü koruyup boş taksi bulmaya çalışırken TESAK’tan uzaklaşıp, Mete Tunçay’ı bulmaya karar verdim. Elindeki kitapları bundan böyle bana vermesini isteyecektim.Nükhet Eren