Üniversite sınavına bir yıl kalmıştı.  Zamanım gece, gündüz matematik testi çözmekle geçiyordu. Diğer derslerde aldığım ortalama notlarla idare etsem de girmek istediğim bölümü kazanabilmek için sınavda en iyi yapabileceğimi düşündüğüm matematik sorularından hemen hepsini doğru çözmek zorundaydım.  

Matematik sınıflarında edebiyat dersleri gittikçe azalmış, kırpıla kırpıla lise sonda haftada dört saate düşmüştü. Döneme, okulumuza yeni atanan genç bir kadın öğretmenle başlamıştık. Dersinin payına düşen kısacık zaman diliminde; gelmiş geçmiş ve günün yazarlarını, şairlerini tanıtıyor; her birinin en az bir şiirini, hikâyesini ya da romanını okutturuyordu. Rezzan öğretmen, yaşamdaki tavrını onaylamasak da bir yazarın ya da şairin sanatını -olabildiğince- önyargısız olarak değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyordu. Ders arasındaki teneffüslerde bile dilbilgisi kurallarından, değişikliklerden söz ederken, bizlere  edebiyat sınıfı müfredatı uyguladığını anlamıştık.  Edebiyatla aramıza giren duvarı yıkmaya çalışan  mücadelesi ve her birimize eşit uzaklıkta duruşundan ötürü ona saygı duyuyordum. Birinci dönemin ortalarında, iki hafta sonra teslim edilmesini istediği bir ödev verdi. Yahya Kemal Beyatlı’nın Sessiz Gemi şiiri üzerine kompozisyon yazacaktık.

Şiiri ilk okuduğumda çok sıkıldım. Bana ölümü, yok oluşu anımsatan mısraları gençliğime hiç yakıştıramamıştım. Bırakmayı düşünsem de öğretmenimin öğüdü kulaklarımda çınlıyordu. “İlk okumalarda sıkılabilirsiniz. Vazgeçmeyin çocuklar. Şiire kapı açın,” Üçüncü okuma sonrasında farklı bir şey oldu. Gelecek kaygısından gerilmiş olan sinirlerim, dizelere sinmiş hüzünle beraber kendini bıraktı. Artık her dizenin sonunu  gözyaşlarımla noktalıyordum. Şiirdeki tüm harfler canlanmış; içimde bir yerlerde gizlenen duygularımı tırmalıyor, beni kıskıvrak yakalıyorlardı. Yahya Kemal Beyatlı’yla -şiiri  aracılığıyla- dertleşmeye başlamıştım. Nefes aldırmayan derslerden ve sınav kaygımdan söz ediyor, onu dinledikçe daha da çok anlatıyordum. Son dizelerinde,  belli belirsiz umuda benzer  bir  hâl de yakalamıştım. “Sınavı çok büyütme kafanda, elinden geleni yap,” der gibiydi. Sonraki okumalarımda gözyaşları aşaması da sona erdi. Şairin, Sessiz Gemi’deki sesini, müziğini dinlemeye çalıştım. Matematiğe ara verdiren bu molalar, bana derin bir nefes aldırmıştı.

İki hafta göz açıp kapayıncaya kadar hızlı geçmiş, ödevlerimizi teslim etmiştik. Şiirin huzurundan  ayrılmış, kafamı yine zorlu matematik sorularıyla doldurmuştum. Ders zili çaldığında testlerimizi sıralarımızın altına koyduk. Edebiyat kitabımızı ve defterimizi çıkardık. Rezzan öğretmen elinde tuttuğu kâğıttan; adımı, soyadımı okurken; kim olduğunu bilemiyor, gözleri sınıfın üzerinde dolaşıyordu. Ayağa kalktım. Nasıl bir hata yapmış olabileceğimi düşünüyordum. Yanına çağırdı. Tahtanın önüne geldim. Başım ona doğru dönük, ağzından çıkacakları duymayı bekledim. Elinde tuttuğu  kâğıtları uzattı. Yüksek sesle okumamı söyledi. Verdiklerinin, yazdığım kompozisyon olduğunu gördüm. Birkaç saniyelik tereddütten sonra okumaya başladım. Sanki ben değil de bir başkası yazmış gibi garip bir duygunun eşlik ettiği satırlardaki gezintimde, keşke şunu şöyle yazsaydım dediğim de oluyordu. Son noktayla beraber arkadaşlarımın ayağa kalkmasını istedi. Kendisi de ayağa kalkıp  alkışlamaya başlayınca, tüm sınıf  buna uydu. Çok utanmıştım. Aslında Yahya Kemal Beyatlı’nın sanatının, bunu  bana yazdırdığını söylemek istedim ama sesim çıkamadı. Yüzünde ciddi bir ifadeyle birkaç şey söyledi. Ardından her iki dönemde de sözlü notlarımın tam puan olacağını belirtti. En çok buna sevinmiştim galiba.

Akşam yemeğinden sonra ailece, soğuğa meydan okumaya çalışan tüplü ısıtıcının çevresinde toplanmıştık. Okulda yaşadıklarımdan söz ettim. Bizimkiler de onlara okumamı istediler. Satırlarım arasında annemin duygulanarak, ağladığını gördüm. Babam gururla beni dinliyordu. Kız kardeşim sinema aşkını anlatırken görmeye alışık olduğum bir gülümsemeyle; bir yerlere dalmış, film çekiyor gibiydi. Okumayı bitirdiğimde evde de bir alkış koptu. Katalitiğin bir türlü ısıtamadığı salon sımsıcak mı olmuştu? Tek tek, yanaklarımdan öptüler. Evimizde öyle büyülü bir hava vardı ki bana kalsa kompozisyonumu sabaha kadar sil baştan okurdum. Annemle babam, ödevimi şeffaf dosyayla korumaya aldılar. Yataklarının yanı başındaki komodinin üstüne yerleştirdiler. Temizlik yaptığımız günlerde diğer odaları es geçip, toz bezleriyle  yazımın olduğu yere doğru yöneliyordum. Onun güvende olduğunu görmek bana iyi geliyordu. 

Yaşamın devir teslimini takiben ödevim bana geçtiğinde onu kaybettim. Onunla beraber daha neler neler kaybettim.  

Kâğıttan kayıklarımla yol alırken söyledikleriniz öğretmenim, o birkaç şey;  kaybolduğum yerlerden çıkıp, yolumu aramamı sağlayan bir müzik olarak benliğime hep eşlik etti. Öğrencilik hayatımda tanıdığım birçok öğretmeni unuttum. Sizi hiç unutmadım Rezzan öğretmenim.

Gülayşen Erayda