Yazdan kurutulan yemişler, hevenk üzümleri ve kavunlar, bulundukları küplerde ve asıldıkları kirişler üzerinde sanki yenme sırasının kendilerine geleceği bu geceyi beklemişlerdi. Çaylar demlenmiş, kaynamış bulgur ve çerezler ilave edilmişti. Orta Anadolu’nun o uçsuz bucaksız ovasının ortasına yerleşmiş kentteki bağ evinde hazırlıklar henüz bitmişti. O gece barana, Sarı Nuri’nin evinde toplanıyordu. Kış mevsiminin ilk buluşmasıydı.
Mahalle gençlerinin vazgeçilmez eğlencesi barana, uzun kış gecelerinde, gece yarılarına kadar sürerdi. Sıra takip ederdi barana toplantıları. Geleneksel oyunlar oynanır, sohbetler, şakalar yapılır, bir sonraki sıranın kimde olacağının tespitinden sonra son bulurdu. Kar altında dondurucu soğuğu, gecenin ayazını hissederek evlere dağılırlardı.
Mahallenin yukarı kesiminde oturan Kriko Sadık ve Paytak Ali kardeşler, o akşamki baranaya gitmek için evden çıktılar. Güçlü ve iri yapılı olan Sadık, bir otomobili tek başına tamponundan tutup kaldırarak saplandığı çamurdan çıkardığı günden beri “Kriko” lâkabı uygun görülmüştü arkadaşlarınca. Kriko Sadık ile Sarı Nuri işe birlikte gider gelirlerdi. Oto sanayisinde komşu dükkânlarda çalışıyorlardı.
Mezarlık tarafında oturan Kartal Ahmet, yolunun üzerindeki Çobanoğlu Davut’a uğramış, birlikte Sarı Nuri’nin evine doğru yola koyulmuşlardı ki Kabakçı Bayram’ın köpeği sarının havlaması duyuldu. “Sarı” ismini tüylerinin renginden almıştı. “Bizimkilerin kokusunu aldı ki havlıyor. Haydi, biz de hızlanalım biraz. Onlara yetişelim.” dedi Çobanoğlu. Dedi demesine ama, Kartal sanki duymamış gibi aksine iyiden iyiye yavaşlamıştı. Hoppala! Şimdi de durmuş, düşünceli düşünceli kafasını kaşıyor.
– Ne oldu oğlum? Kanadın mı kırıldı? Yürüsene!
– Yahu, şu sarının havlamasıyla şeytan beni dürttü işte.
– Ne oldu ki?
– Şu bizim Sarı Nuri’ye bir yol çektirelim mi?
– İyi de, nasıl yapacağız?
Herhangi bir konuda bahse tutuşulursa, bahsi kaybeden tüm baranaya “yol çekme” denilen, etlisiyle sütlüsüyle bir ziyafet sofrası hazırlardı. Çobanoğlu sustu.
– Ben gelmeyeceğim. Sana uğradığımı, istasyona gidip halamı karşılayacağımı, tren gecikmez de erken gelirse mutlaka baranaya katılacağımı söyle.
– Eee!
– Eee’si, Fenerci Dede’nin başucunda duran şamdan var ya?
Mezarlıktaki yatırdan söz ediyordu.
– Şamdanı alırdın, alamazdın… Sarı’nın damarına bas! Diğerlerini de ayarladın mı bu iş olur.
– İyi, tamam. Anladım da, sen… Yoksa?…
– Varsa da yoksa da gerisini bana bırak. Ya korkusunu yener ya da yolunu çeker.
İçlerinde en cesur olan ve korku nedir bilmeyen Kartal, gece demez gündüz demez, kestirme diye hep mezarlığın içinden geçerek eve giderdi. Ama doğrusu bu kadarını da beklemiyordu Çobanoğlu. Köprübaşında ayrıldılar. Muzip gülümsemesiyle Kartal, kestirmeden mezarlığa doğru yöneldi. Soğukların bastırmasıyla donmuş olan çayın içinden, karlara bata çıka telaşla ilerledi. Çobanoğlu da adımlarını sıklaştırdı. Sarı Nuri’nin bahçe duvarının köşesinde Fargo İbrahim ile karşılaştı.
– Yalnız mı geldin?
– Yalnız değilim, mektepli de arkamdan geliyor.
Dönüp baktıklarında, arkadan vuran sokak lâmbasının ışığında, geldiğini gördüler. “Kartal’la kavilleştik.” derken sesini alçalttı Çobanoğlu. Planlarını anlatırken mektepli yanlarına gelip konuşmaları dinlemeye başlamıştı bile. “Yapmayın çocuğa” dese de umursamadıklarını görüp sustu. Birlikte bahçe kapısından geçip avluya girdiler. Evin kapısı önündeki saçağın altında, cılız ışıkta az soluklanıp heyecanlarını yenmeye çalıştılar. Sarı’ya sezdirmeden diğerlerine de söyleyeceklerdi. Sonra kapıyı çaldılar.
Saatler ilerlerken sohbet iyice koyulaştı. Çay getirmek için mutfağa giden Sarı, her gidişinde barananın kahkahalarını duyuyor, çay servisi yapmaktan sohbete katılamıyordu. Sohbeti kaçırmamak için acele etti. Çay tepsisi ile odaya girerken Fargo’nun sesini duydu.
– Kartal’dan başka kimse yapamaz. O da bu akşam yok.
– Bizi boş ver de, Sarı’nın Kartal’dan ne farkı var? Doğrusu Kartal’dan geri kalır yanı yoktur Sarı’nın.
Çayları dağıtmış olan Sarı, elindeki tepsiyi sobanın önüne bıraktıktan sonra, hakkında söylenen bu övgü dolu sözleri duymanın verdiği gururla ve biraz da çalımla;
– Neymiş Kartal’dan başka kimsenin yapamayacağı?
Kriko, alaycı bir ses tonuyla;
– Boş ver be Sarı, Kartal’la aşık atılmaz. Kaybeden sen olursun. İşin ucunda yol çekmek de var.
Sarı Nuri son vurgunu da yemişti.
– Beni yol çekmekle filan korkutamazsınız. Neymiş, söyleyin hele!
Fargo İbrahim bombayı patlattı;
– Fenerci Dede’nin başucundaki şamdan var ya? Alıp geleceksin. Yapabilir misin?
Düşünmeden “Ne var bunda?” deyiverdi Sarı Nuri. Ağzından çıkıveren söze kendi de şaştı bir an. Yutkundu. Heyecan sardı bedenini. Aniden sobanın önündeki çay tepsisini aldı, baktı çaylar henüz içilmemiş, yerine koydu gerisin geriye. Sesler geliyordu kulağına, “… demedim mi ben size…”, “…helâl be Sarı vallahi…”, “Sarı bu, yapar mı yapar!…”
Kim, ne diyor, ayırt edemiyordu. Midesine yumruk yemiş gibiydi. Toparlandı. Son bir çabayla “Şimdi mi?” diye sordu. Cevap koro halinde geldi; “Şimdi!”.
Henüz bahçe kapısını kapatıp çıkmıştı. Yürürken bastığı karların çıkardığı sesten başka ses duyulmuyordu. Neyse ki hava açıktı. Ay ışığı ile karın beyazlığı birleşince etraf daha bir aydınlık oluyordu. Bir de şu ayaz olmasaydı… Kendine kızdı Sarı.
“Ulan, neyine senin efelik?” Uzaktan bir havlama duydu. Kartal’ın söyledikleri aklına geldi. Tek başına gece geç saatlerde, sanayiden ya da sinemadan eve yüksek sesle türkü söyleyerek gelirdi ya; Kartal bir gün “İki Sarı da korkularını yenmek için bağırıyorlar.” demişti.
– Efelik ya! Efelik! Korkuyormuşum. Görsün şimdi Kartal!
Bu gece korkmadığını gösterecekti Sarı. Cesaretle mezarlığın girişine geldi. Her zaman yaptığı gibi, tüm ölülerin ruhu için bir Fatiha okudu. Bacakları titriyordu. Son bir gayretle “Ya Bismillah!” deyip mezarlığa girdi. Gecenin sessizliğinde, birden türkü söylemek geldi içinden. “Tövbe, tövbe!” dedi. “Mezarlıkta türkü söylenir mi hiç?” diye söylendi kendi kendine. Kartal doğru mu söylüyordu ne? Gerçekten korku mu ona türkü söyletiyordu? Gülümsedi. “Baksana, etraf gündüz gibi aydınlık.” dedi. Tekrar durdu, etrafına bakındı. Bir Allah’ın kulu, bir tek canlı yoktu kendisinden başka. Tekrar yürüyecekti ki birden ürperdi. Önündeki taze ayak izlerini fark etti. Ne geriye gidebiliyordu ne de ileriye. Evet, kendi ayak izlerinden başka bir ayak izi daha vardı. “Gündüz ziyarete gelen olmuş.” dedi, ama ikna edemedi kendini. Rüzgâr ve güneşi yiyen bir ayak izi bu kadar belirgin kalmazdı ki… İzlere basa basa yürüdüğünü fark etti. Başını kaldırdı, omuzlarını gerdi ve kendinden emin adımlarla yürümeye devam etti. Türbe göründü.
Her ne kadar “Fenerci Baba’nın türbesi” deniyorsa da, neredeyse bir adam boyu yükseklikte, basık tavanlı küçücük bir kulübeydi. İçinde Fenerci Baba’nın üzeri sandukalı mezarı, sandukanın başucunda da iki kollu eski bir şamdan bulunuyordu. Birden, önündeki ayak izlerinin de türbeye doğru gittiğini fark etti. Yeniden ürperdi. Bu sefer sadece ürpermemiş, içini iyiden iyiye bir korku da sarmıştı. Adımları yavaşladı.
Çürümüş olduğu için kapısı da sökülmüş olan türbenin kapı boşluğu önünde durdu. Başını uzatıp içeriye baktı. Tanıdık bir koku duydu. Kilerdeki kokuya benziyordu sanki. Kapı boşluğunun tam karşısına gelen kare şeklindeki boşluktan içeriye vuran ay ışığı az da olsa içeriyi aydınlatıyordu. Boynu üşüdü, yakasını kaldırdı. “Kapıyla pencere karşılıklı cereyan yapıyor” diye aklından geçirdi. O anda, sandukanın üzerindeki örtünün kapı tarafındaki sarkan kısmının da sandukanın üstüne savurulmuş olduğunu fark etti. “Cereyandan dolayı rüzgâr yapmıştır” diye kendini sakinleştirmeye çalıştı. Kızdı kendi kendine.
Buraya kadar gelip te vazgeçmek! “Hayalet diye bir şey yoktur oğlum, inanma!” diyen dedesi geldi aklına. Müthiş bir rahatlama hissetti. Ne demişti dedesi? “Oğlum, ölüden insana bir kötülük gelmez. Ne gelirse diriden gelir”. Doğru ya! İşte buraya kadar mezarların arasından geçerek gelmişti. Birden cesaretlendi. Yeniden tüm ölülerin ve Fenerci Dede’nin ruhu için bir Fatiha daha okudu. Beklediği an gelmişti. Fatiha biter bitmez de hızla içeri dalıp şamdanı kaptı, ama kapmasıyla da olanlar oldu.
Sanduka büyük bir gürültü ve olanca heybetiyle ayağa kalkmış, ahşap sandukanın sesi mezarlığın sessizliğinde kulaklarını tırmalamıştı. Şamdanı almıştı almasına ama Dede de yerinden fırlayıp düşmüştü peşine…
Barana ise, evde yerinde duramıyor, sofaya çıkıp kapıdan dışarıyı dinliyor, üşüyünce odaya girip sobanın etrafında toplanıyordu. Sanki giden Sarı değil de kendileriydi. Müthiş bir merak ve heyecan sarmıştı hepsini. Yemişler, çaylar unutulmuş, bütün dikkatler dışarıya ve kapıya çevrilmişti Kimi, bunca zaman geri gelmediğine göre Sarı’nın bu işi başaracağını, bundan dolayı da kendilerinin yol çekmesi gerekeceğini ve bunu da ortaklaşa yapmaları gerektiğini söylüyor, kimi de “Sarı’nın cesareti neyse de, ya Kartal’a ne demeli” diyordu.
Tam sofaya çıkmışlardı ki sofanın kapısı yıkılırcasına açıldı.
Hepsinin şaşkın ve heyecan dolu bakışları arasında büyük bir hızla koşarak içeri girdi Sarı;
– Alın şamdanınızı! Dede de arkamdan geliyor!
Bağırarak, bahçeye açılan arka kapıdan aynı hızla koşarak çıktı.
Güner Başaytaç